Bu Blogda Ara

Mustafa Pekcan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Pekcan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Aralık 20, 2020

NOKTA... Aşk skandalı haber midir değil midir?



Ümit Zileli yönetimindeki NOKTA Dergisinin Ankara Bürosu bir dönem bize emanet edilmişti. Serhat Hürkan’la birlikte, mütevazı bütçeyle Farabi Sokak’ta kiraladığımız büroda, badana boya işlerini, iletişim altyapısını, bilgisayar-masa konusunu kısa sürede tamamlayıp kadroyu oluşturduk, Mustafa Pekcan, Neşe Sarıdoğan, Elif Kocabeyoğlu ve  Gülşah Balbay ile keyifli bir çalışma süreci geçirdik. Hepi topu 6 kişiden oluşan ekibimizle  siyasi haber, röportaj,  araştırma dosyası ve hatta Ankara Kedisi adını verdiğimiz renkli sayfadaki kulislerle, bilinmeyen pek çok olayı gündeme taşıdık.


Ne yazık ki, o ekipten iki kişi, Serhat Hürkan ve Mustafa Pekcan artık aramızda değil.  


Ekibimizde herkes “paralel düşünüp, aynı dili konuşarak”  ve büyük hevesle kendini işine adamıştı, ne yazık ki sonradan değişen üst yönetimle anlaşamadık ve NOKTA serüvenini hep birlikte “noktaladık.” 


Malum, kütüphane temizliğindeyim, o günlerden kalan dergiler elime geçti, şöyle bir karıştırdım da, meğer neler neler yaşanmış.


Emin Çölaşan bir ara Hürriyet’te Ertuğrul Özkök tarafından kışın ortasında,  zorunlu izne çıkarılmıştı, kamuoyunda tartışılan bu durum için röportaja gitmiştim Hürriyet’e, biz konuşurken rahmetli Bekir Coşkun birden teras camını açıp gülerek seslendi:


-Bu balkon benden sorulur... Siz benden habersiz nasıl öyle sohbet edip, üstüne üstlük kahkaha filan atarsınız bakayım? Haydi gelin içeri, size çay kahve ısmarlayayım. 





Resmin altındaki imza, çok sevdiğimiz foto muhabirimiz Mustafa Pekcan’a  ait. Onu  ne yazık ki, Irak’ta bir serseri kurşun gelip buldu ve tüm çabalara rağmen tedavi sürecinde yitirdik.


Gecenin bir saatinde dergileri karıştırırken “güleriz ağlanacak halimize” dedirten bir başka haber karşıma çıktı. O sırada Devlet Tiyatrosu Genel Müdür Yardımcısı olan Tamer Levent’le Trabzon Valisi arasında yaşananlar... İyi ki detayları kayda geçirmişiz. Tamer Levent, birlikte Atatürk heykeline çelenk koyacakları tören için Valiye yaklaşırken, Vali beklenmedik bir hareketle Levent’e arkasından  bir tekme savuruyor, bununla da yetinmeyip, Genel Müdür Yardımcısına, “ellerini cebinden çıkar” diye haykırıyor. İş bununla da bitmiyor, akşam saatlerinde Levent’in kaldığı otele gelen polisler, “sizi alkol muayenesine götüreceğiz” diye tutturuyorlar.  Böyle bir olayın yaşanmış olduğuna inanmak bile zor ama doğru.(***)


Bir başka olay, gazeteci Nuri Sefa Erdem’le ilgili. Karabük’te gecenin bir yarısında Huzurevini ziyaret eden Başbakan Tayyip Erdoğan’a “yaşlıların o saatte uyandırılıp karşılamaya getirilmesiyle ilgili” soru sormak istiyor, cevap beklerken azar işitiyor:


-Ağzın leş gibi alkol kokuyor... (****)


E, işte, pandemi sürdecinde hafta sonu yasakları sırasında marketlerde içki satışına engel konulması meğer ta o günlere dayanıyormuş. AKP, “kimsenin yaşam tarzına, dünya görüşüne karışmayacağız” diyerek iktidara gelse de, “alkol ile olan mücadelesini” aslında o günlerde başlatmış.


-Bizden sonra gelen ekiple neden mi anlaşamadık?


BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) o sırada merkezini Ankara’dan  İstanbul’a nakleden İş Bankasından boşalan “dev” gökdelene taşınmıştı, yeni atanan başkan, kendisinden önceki üst yöneticilerle diyalog kurmak şurada dursun, onların yüzünü bile görmek istemiyordu. Hemen gereği yapıldı, bürokratlar kızağa çekildi ama başkan bununla yetinmeyip, koskoca binada onlarca oda bomboş dururken, Maltepe’de eski Gölbaşı Sinemasının yanındaki eski apartmanda küçük bir daire kiralatıp, bürokratları oraya sürgün etti. Koca gökdelenden her gün bir resmi araba ile çıkan özel ekip yollara düşüyor, imza defteriyle üvey evlat durumundaki bürokratlara gidip imzalarını alıp, ana binaya dönüyordu. Akşam mesai bitiminde imza ekibi yine yollara düşüp imzaları alıp dönüyordu. Bu trajikomik durumu taraflarla görüşüp, binaların resimleriyle  habere yansıttık, metni İstanbul bürosuna geçtik. Ve beş on dakika sonra BDDK basın müşaviri telefonla aradı:


-Nursun Hanım, böyle böyle bir haber hazırlamışsınız. Biz bunun yayınlanmasını istemiyoruz. Yayınına engel olacağız…


Belli ki henüz yayınlanmamış (!)  haberimiz,  durumdan vazife çıkaran birileri tarafından BDDK’ya uçurulmuş ve yayını engellenmişti. Böyle bir olay meslek yaşamımda ilk kez başıma geliyordu.


Bir diğer olay ise kabinenin önemli bir ismi etrafındaki bir haber nedeniyle yaşandı. Sonradan FETÖCÜ denilerek AKP’den uzaklaştırılan bu bakan evli ancak bakanlık özel kaleminde çalışan başka bir hanımla birlikteydi, ikinci hanım devlet lojmanında kalıyor, hamile kalınca doğum için yurtdışına gönderiliyordu. Nikahlı eş bu durumdan şikayetçiydi, kocasını gidip Başbakanın eşi Emine Hanıma da şikayet etmişti. Dünyanın heryerinde “haber değeri” taşıyan bu skandali Ankara Büromuzdaki arkadaşlarımız günlerce araştırıp ortaya çıkarmışlardı, ancak haberi gündeme getirdiğimizde şöyle bir yanıt aldık:


-A, sizler bu kadar tutucu musunuz? Düpedüz aşk bu, haber değil...


İşte Serhat Hürkan’la kader birliği yaptığımız NOKTA serüvenini bu tatsızlıkların ardından noktaladık. Ne yazık ki değerli meslektaşım Serhat Hürkan’ı da genç yaşta geçirdiği bir kalp krizi sonrasında yitirdik. Bence yıllar boyu maruz kaldığı stresli meslek yaşamının da bu erken ve acı sonda mutlaka büyük payı vardı.

Şimdi düşünüyorum da, gazetecilik gerçekten adanmışlık ve özveri gerektiren, çok zevkli ama bir o kadar da eziyetli meslek diyorum. Bilmem siz ne dersiniz?


(*)https://kidega.com/yazar/serhat-hurkan-161558

(**) https://www.medyatava.com/amp/haber/gazeteci-mustafa-pekcan-yasamini-yitirdi_6346



(***)https://amp.evrensel.net/haber/150384/trabzon-valisi-br-nbsp-nbsp-nbsp-sanatciyi-hazir-ol-da-istiyor


(****) https://www.milliyet.com.tr/amp/siyaset/kendini-tutamiyor-5129692



Salı, Kasım 24, 2020

Bir fotoğrafın gerisinde yatan...


Bugünlerde  evdeki kitaplıkta  belge-fotoğraf tarama işiyle uğraşıp duruyorum. Meğer ne zor işmiş “yaşamımızın geçmişteki izleri”ni ayıklayıp, sınıflandırmak. 

Tabii “geçmişe dalmak” insanda tuhaf duygular da uyandırıyor. Nasıl mı?


-Şu fotoğraftaki insanların kim olduklarını ben bile hatırlamıyorum. Ne diye saklıyorum ki? Bizden sonra kimin işine yarayacak? Yırt at o zaman. Ama şu fotoğraf çok şey anlatıyordu, kalsa bari... İyi de o fotoğraf sana çok şey anlatıyor, yahu, öyküsü yazılmaya değerse, arkasına not iliştir ama başkaları ne yapsın? Yırt at... Aaaa bu fotoğraf bizim derneğin açılışında çekilmişti. Ooo kimler yok ki? Amaaan iyi ki kurmuşuz derneği, şimdi yönetenlere başarılar dileyelim gitsin. Zaten fotoğraftakilerin hepsi aramızdan ayrılmış. Boş ver, saklama, yırt at. 


İşte böyle, günlerdir yırtıp atıyorum kimi fotoğrafları. Kimi zaman da yok etmeye kıyamayacaklarım çıkıyor karşıma. 


Ramallah’ta Filistin Lideri Yaser Arafat’la (****) yaptığımız röportaj. Gerçi ben bu olayı kitabımda (Hamamböceği Sendromu) (*) bütün detaylarıyla anlatmıştım ama o fotoğrafı tekrar görmek farklı duygular yaratıyor insanda.


Geçenlerde kameramanım ve bütün bu zor röportajlardaki kader arkadaşım Ali Berber aradı:


-Nursun Abla nasılsınız?

-İyiyim sevgili Ali, pandemi korkusundan evlere kapandık işte. Sen çalışıyorsun kolay gelsin.

-Geçen gün aklıma o Ramallah’a gidişimiz geldi de... Hani İsrail polisi bizi sınır kapısından Filistin tarafına almamıştı, o gün İsrail tankları işgal etmişti Ramallah’ı.

-Hiç unutur muyum Ali? Bir kaç Filistinli kadınla karşılaşmıştık da onlar bize “isterseniz bizimle gelin, madem buradan almıyorlar başka kapıdan gireriz. Yalnız ıssız bir arazide 7-8 kilometre yürüyeceğiz” demişlerdi. Hemen kabul edip peşlerine takılmıştık.

-Hah, aynen... Peki iyi hoş ama, biz nasıl oldu da onların peşine takılıp onca yolu yürüdük değil mi? Ya mayın olsaydı o arazide?

-Vallahi hiç aklıma gelmemişti Ali... Gerçekten, ya mayın döşemiş olsaydı İsrail askeri oralara? Yapmadıkları şey mi?




Düşündüm de gazetecilik tutkusu böyle bir şeydi demek ki... Aklımızın ucundan bile geçirmemiştik o işlerin içindeyken “ölüm tehlikesini.” Oysa o günlerde bir İtalyan gazeteci, tam da Ramallah işgali sırasında İsrail askeri tarafından vurulmuş, ölmüştü. Ya foto muhabirimiz Mustafa Pekcan? (***) Bağdat’ta bulmadı mı ölüm onu? Hem de 38 yaşındaydı, 9 aylık bebeği vardı doyamadığı...


Bizim şansımız ise o gün Ramallah’ta yaver gitmiş, onca ateşin altında bir televizyon şirketinin binasına sığınmayı başarmıştık. (**) Binanın üst katında tam 48 saat mahsur kalmıştık. Bir ara, İsrail tankının namlusu bizim bulunduğumuz kattaki televizyon şirketini bile hedeflemişti üstelik... Bu şartlarda sürdürmüştük yayınlarımızı. Sonunda bir baktık, Türk bayrağı flamalı bir zırhlı araç dayanmış kapıya... Tel-Aviv Büyükelçiliğimiz ve Dışişleri Bakanlığımızın çabası sonuç vermişti de, çıkabilmiştik ateş altındaki Ramallah’tan .


O koşullarda, dünyanın gözü önünde halen yaşamaya devam eden insanlara yazık değil mi peki? Arafat’la görüşmeye gittiğimizde ev-ofisinin tepesinde dönüp duran İsrail helikopterlerinin tacizi... Filistinlilerin yokluk, umutsuzluk ve yarın endişesi içinde geçen yaşamı.


Geçmişte kendilerine yapılan zulmün üstünü bu kadar kolay kapatıp, şimdi insanlara sırf Filistinli diye bunca eziyet çektiren İsrailliler acaba kendilerini vicdanen çok mu rahat hissediyor?



İşte o günlerden başka bir resim. Kudüs’te, El Aksa’nın önündeyiz Ali ile birlikte. Müslümanların kadim, en kutsal ibadet merkezindeyiz,  İsrail polisi bizi caminin avlusuna almamak için bin dereden su getiriyor:


-Siz kimsiniz?

-Gazeteciyiz, buyurun İsrail makamlarından aldığımız izin belgeleri.

-E ama Türkmüşsünüz siz... Müslüman mısınız peki? Haydi bir dua okuyun da görelim...


Şımarık, tepeden bakan, elindeki otomatik silahla kendini dünyanın hakimi sanan bir asker... Bu kadar mı zor acaba onlara biraz “anlayış” ve “düzgün davranış” öğretmek...


Ya işlerimizi tamamlayıp ayrılırken havaalanında yaşadığımız işkence? Görevli bizleri tepeden tırnağa arayıp, bir sürü ahiret suali sorduktan sonra lütfediyor:


-Bir şartla


Diyerek...Neymiş? Kameramızın tripotuna el koyacakmış... Neden mi? Onu uçağa alamazlarmış çünkü içinde gizli patlayıcı filan olabilirmiş... Dilimizde tüy bitiyor Ali Berber’e zimmetli o değerli kamera ayağını vermemek için. Adam sırıtırken “Nuh deyip, peygamber demiyor” ısrarımıza...


Oysa bir gün önce İsrail kabinesinin önemli isimleriyle röportajlar yapmışız, hemen aklıma geliyor. Dışişleri Sözcüsünün cep telefonu var bende, arıyorum, durumu anlatıyorum...


Sözcü telefona görevliyi istiyor, aralarında İbranice geçen tartışmadan sonra kıpkırmızı olan görevli tripotumuz teslim ediyor, bir oh çekiyoruz...


E, nerede kalmıştım? Ayyy, o kadar çok taranacak belge, ses kaydı, fotoğraf var ki, daha bir arpa boyu yol gidemedim. İmdaaat...


(*) https://www.nadirkitap.com/hamambocegi-sendromu-nursun-erel-kitap10406671.html


(**) https://mobile.tgrthaber.com.tr/gundem/38268.html


(***) https://eksisozluk.com/mustafa-pekcan--1072837


(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Yasser_Arafat


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...