Bu Blogda Ara

Baraka Davası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Baraka Davası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Aralık 10, 2020

Küçük mutluluklar, rakı, votka...




Bu pandemi döneminde umutlar yerde sürünürken posta kutunuza düşen bir mesaj sizi mutluluktan havalara uçurabilir mi? Beni uçurdu valla, buyurun:

“Nursun hanım merhaba,

Ben bir Fransız tarihçiyim. Size yazmamın sebebi şu:

Süngerci Aykan'ı arıyorum. 1974 yılında Tunus'ta tanıştık. O zaman,  Aykan, Güven ve Yarkın isimli iki arkadaşıyla  birlikte Tunus körfezinde sünger avlıyordu. Ahbap olduk, dost olduk. Sonra, 1976-1979 yıllarında İstanbul'da oturduğum zaman ya İstanbul'da ya da Bodrum'da sık sık görüştük. En son 1984 baharında Bodrum'da buluştuk. Daha sonra da, arkadaşımız Yarkın'ı kaybettik, Güven ise oturduğu Normandiya'da birkaç yıl önce vefat etti. Çok sevdiğim bu "üçlüden" şimdi tek kalan Aykan. Ona, şu anda bitirmek üzere olduğum "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e içki tarihi" başlıklı kitabımı ithaf etmek istiyorum. Internette ararken, onun üzerine bir röportaj yaptığınızı gördüm.Acaba nasıl temas kurabilirim?

Selamlarımla,

François Georgeon” (*)

Burada adı geçen Süngerci Aykan benim blogumda yer alan bir portre. (**) 

Gelelim Monsieur Georgeon’a... “Ben bir Fransız tarihçiyim” diyor ya, bakmayın bu kadar mütevazı olduğuna... Kitaplarına bir göz atalım mı? Üstelik bunlar sadece Türkçe kaleme aldıkları...


Ve Süngerci... Onu, beş yıl kadar önce tekneyle çıktığımız mavi yolculukta, Zafer Olcay sayesinde tanımıştım. Eski yaşamına bir çizik atmış, Küfre’de inzivaya çekilmiş, bir nevi “içsel yolculuk”taki bu insanın, maviliklere komşu, ıssızlığın ortasındaki o küçücük barakasındaki dev kitaplık beni çok etkilemişti. Onu sabah erken saatlerde ziyaret etmiş, çok sıcak karşılanmıştık.

-Buyrun size bir kadeh votka-tonik ikram edeyim. Burada buz yok, zaten buzdolabım da yok ama benim ham mandalinalı votkamı  beğenirsiniz. 

Kamuoyunda “Baraka Davası” diye bilinen olayı anlatmıştı, çok dertliydi... O söyleşimize bakmak isteyenler olursa diye aşağıda link vereyim. 

Bu yıl o taraflara tekrar yolumuz düştü. Tabii ki Aykan Beyi, namı diğer Papaz’ı görmek için delice bir istek duydum. 

-Acaba hala yaşıyor muydu? Onca içkiye karşın hala ayakta kalabilmiş miydi? 

Seyir defterimizin rotasında yer alan o güzelim koylar  beş yıl öncesine göre  çok değişmişti tabii... 

Cumhurbaşkanının “denize nazır köşkünün inşaatı”dolayısıyla heryer alt üst edilmiş. Bir kere artık Okluk Koyu’na giriş yasak, koyun ağzına  demirlemiş dev askeri gemi tekneleri engelliyor. Bir kere, askeri geminin orada ne işi var? Askerin görevi, Cumhurbaşkanının yazlık saray inşaatına gözcülük yapmak mıdır?

-Koya girilebilse acaba ne görülecek?

Diye soruyorsanız eğer, anlatayım. Bir zamanlar denize gölgesi düşen çam korulukları hunharca yok edilmiş, çevredeki pek çok arazi kamulaştırılmış, teknecilerin mola verdikleri iskeleler sökülüp, mavi yolculuk tutkunlarına  kucak açan küçük sevimli restoranlar kapatılmış. Bu haksızlık karşısında kahrından ölenler bile olmuş. Anlayacağınız unutulmaz gezginimiz Sadun Boro’nun kemikleri sızlıyor.  

Çin Seddi gibi metrelerce uzanıp,  köşkü gözlerden saklayan yüksek duvar, Okluk doğasına yabancı bir hançer gibi saplanmış... Bu durumu görüntülemek ise yasak. 

Neyse işte, biz de yasaklara toslayınca rotamızı Küfre’ye çevirdik, o şirin koya demirledik, karaya çıktık, aradık taradık bizim meşhur Papaz’ı, yani Süngerci Aykan’ı  bulduk sonunda... Üstelik hiç de korktuğumuz gibi değildi, içkiyi artık sadece “akşamdaaan akşama içiyor”muş, sigarayı ise keyif için tüttürüyormuş. İşte bize bunları anlattı... “Bu dünyaya ölmeye değil yaşamaya geldim” diyordu. (***)

Monsieur Georgeon bizim bu röportajı görmüş olacak ki bana yukarıdaki o notu yazmış. Ben tabii dostları seferber ettim, Süngerci’ye ulaşılacak telefonları buldum,  kendisine gönderdim. 

Bakalım Osmanlı’dan Cumhuriyete içki kültürü üzerine neler yazacak? Şimdi merakla onu bekliyorum... Keşke bir ek yapsa da diyorum... Pandemide hafta sonları marketlerde, “hangi kanuna yönetmenliğe dayalı olduğu açıklanmadan başlatılan” içki satış yasağına da bir değinse... 

Düşünsenize, Cuma serbest, Cumartesi, Pazar yasak... Şöyle konuşmalar da oluyor mudur halk arasında acaba?


-Beeeey, Cuma namazından dönerken rakını şarabını  unutma...70’lik al, Cumartesi Pazar dışarı çıkamaz, çıksan da bulamaz, kıvranırsın diye söylüyorum.

Cumartesi, Ağustos 01, 2015

Baraka Davası

Bir Özgür Adam







Baraka Davasının Kahramanı Aykan Er

Gökova Körfezine uzanan koylardan birinde Küfre'de, yemyeşil uzanan vadide küçük bir baraka var... Aykan Er'e, namı diğer Papaz'a ait... Bir zamanlar o vadideki geniş topraklardan birinin sahibi olan yakın arkadaşı Kambur ona demiş ki:

-Gel sen de burada yaşa... Bir baraka yap kendine, komşuluk edelim...

Papaz'ın, yani herkesin unuttuğu ismiyle Aykan Er'in öyküsü böyle başlamış... Bodrum'u, çalıştığı barı, eşini, çocuğunu, yıllarca süngere daldığı arkadaşlarını bırakıp gelmiş buralara... Derme çatma bir baraka yapmış kendine... Küçücük, iki göz bir baraka... Ama ne baraka...
Enerjisini güneş panelleriyle elde ediyor... Suyunu da yakındaki pınarlardan... Sağa sola arı kovanları da yerleştirmiş... Oh, denizden küfür küfür rüzgar alan Küfre'de özgür, sağlıklı, her türlü keşmekeşten, bağımlılıktan uzak şahane bir yaşam...
Sonra Devlet Baba duymuş bunu:

-Vay sen misin bunu yapan?

Diye kükremiş bizim Papaz'a... Hakkında hemen bir dava açıvermiş, hem de Ağır Ceza'da... Suçu ne miymiş bizim Papaz'ın? SİT alanına izinsiz inşaat yapmak... 10 yıl hapsini istemiş savcı... Yargılama epey sürmüş, sonunda hapis cezası kesinleşmiş Papaz'ın, ama neyse ki para cezası ve şartlı tahliyeye dönüşmüş hüküm...

-Ben burayı paramla aldım yav... Kambur'a paramı ödedim bana verdiği arazi için...  Ama bu araziye meğer inşaat yapmak yasakmış... Ne inşaatı be?

Papaz'ın ağır cezalık olmasına yol açan baraka işte bu... İçinde yatağı yorganı var, küçücük bir de buzdolabı... Ha, bir de mutfağı var girişte:

-Ben artık et met yemem, yemiyorum, işte gördüğünüz şu küçük bostanlarda yetiştirdiklerim yetiyor bana. Dün mesela kendime börülce pişirdim... Diyor.

Ama barakanın en önemli özelliği kitaplık... Yüzlerce kitap sıralanmış raflarında... Şu sıra Dostoyevski'nin "Ezeli Koca"sını elinden düşürmüyor bizim Papaz...
Geçimini neyle mi sağlıyor? Kovanlardan elde ettiği bal onun tek geçim kaynağı... Teknelerin bağlandığı tepeye küçük bir tezgah açmış, bal kavanozlarını oraya sıralayıvermiş... Bir de tabela asmış tezgahın önüne:

"-Bal büyük 10, küçük 5 TL, kekik 5 TL... Taşın altına koy, hırsıza bedava" Demiş.

"Hiç hırsızlık oldu mu?" Diye soruyoruz, "Vallahi olmadı" diyor... Bize yetiştirdiği biberlerden üç tane koparıp ikram ediyor... Asıl ısrarı ise sohbet için:

"-Oturun, votka tonik ikram edeyim" diyor... Teşekkür ediyoruz, derme çatma masasında sohbeti koyultuyoruz... Komşusu Ayşe Kadın da uğruyor ama Papaz'ın neşesine iyimserliğine tezat onun duruşu, "Papaz bundan sonra ne kadar yaşar ki? Taş çatlasa beş yıl olsun" diye bir söz atıyor Papaz'a duyurmadan...


Küfre'de güneş batıyor, izin istiyoruz Papaz'dan, bizi uğurlarken 'Beni buradan kimse koparamaz' diye söylenip, doğanın kucağındaki yalnızlığına dönüyor özgür dostumuz... Biz ise karşılıklı dert yanıyoruz:

-SİT alanıymış... Devlet Papaz’ın barakasıyla  uğraşacağına Güvercinlik'te kabus gibi yükselen lenduha otele bir baksaydı... Bodrum'daki çirkin apartmanlara dur deseydi ya...

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...