Bu pandemi döneminde umutlar yerde sürünürken posta kutunuza düşen bir mesaj sizi mutluluktan havalara uçurabilir mi? Beni uçurdu valla, buyurun:
“Nursun hanım merhaba,
Ben bir Fransız tarihçiyim. Size yazmamın sebebi şu:
Süngerci Aykan'ı arıyorum. 1974 yılında Tunus'ta tanıştık. O zaman, Aykan, Güven ve Yarkın isimli iki arkadaşıyla birlikte Tunus körfezinde sünger avlıyordu. Ahbap olduk, dost olduk. Sonra, 1976-1979 yıllarında İstanbul'da oturduğum zaman ya İstanbul'da ya da Bodrum'da sık sık görüştük. En son 1984 baharında Bodrum'da buluştuk. Daha sonra da, arkadaşımız Yarkın'ı kaybettik, Güven ise oturduğu Normandiya'da birkaç yıl önce vefat etti. Çok sevdiğim bu "üçlüden" şimdi tek kalan Aykan. Ona, şu anda bitirmek üzere olduğum "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e içki tarihi" başlıklı kitabımı ithaf etmek istiyorum. Internette ararken, onun üzerine bir röportaj yaptığınızı gördüm.Acaba nasıl temas kurabilirim?
Selamlarımla,
François Georgeon” (*)
Burada adı geçen Süngerci Aykan benim blogumda yer alan bir portre. (**)
Gelelim Monsieur Georgeon’a... “Ben bir Fransız tarihçiyim” diyor ya, bakmayın bu kadar mütevazı olduğuna... Kitaplarına bir göz atalım mı? Üstelik bunlar sadece Türkçe kaleme aldıkları...
Ve Süngerci... Onu, beş yıl kadar önce tekneyle çıktığımız mavi yolculukta, Zafer Olcay sayesinde tanımıştım. Eski yaşamına bir çizik atmış, Küfre’de inzivaya çekilmiş, bir nevi “içsel yolculuk”taki bu insanın, maviliklere komşu, ıssızlığın ortasındaki o küçücük barakasındaki dev kitaplık beni çok etkilemişti. Onu sabah erken saatlerde ziyaret etmiş, çok sıcak karşılanmıştık.
-Buyrun size bir kadeh votka-tonik ikram edeyim. Burada buz yok, zaten buzdolabım da yok ama benim ham mandalinalı votkamı beğenirsiniz.
Kamuoyunda “Baraka Davası” diye bilinen olayı anlatmıştı, çok dertliydi... O söyleşimize bakmak isteyenler olursa diye aşağıda link vereyim.
Bu yıl o taraflara tekrar yolumuz düştü. Tabii ki Aykan Beyi, namı diğer Papaz’ı görmek için delice bir istek duydum.
-Acaba hala yaşıyor muydu? Onca içkiye karşın hala ayakta kalabilmiş miydi?
Seyir defterimizin rotasında yer alan o güzelim koylar beş yıl öncesine göre çok değişmişti tabii...
Cumhurbaşkanının “denize nazır köşkünün inşaatı”dolayısıyla heryer alt üst edilmiş. Bir kere artık Okluk Koyu’na giriş yasak, koyun ağzına demirlemiş dev askeri gemi tekneleri engelliyor. Bir kere, askeri geminin orada ne işi var? Askerin görevi, Cumhurbaşkanının yazlık saray inşaatına gözcülük yapmak mıdır?
-Koya girilebilse acaba ne görülecek?
Diye soruyorsanız eğer, anlatayım. Bir zamanlar denize gölgesi düşen çam korulukları hunharca yok edilmiş, çevredeki pek çok arazi kamulaştırılmış, teknecilerin mola verdikleri iskeleler sökülüp, mavi yolculuk tutkunlarına kucak açan küçük sevimli restoranlar kapatılmış. Bu haksızlık karşısında kahrından ölenler bile olmuş. Anlayacağınız unutulmaz gezginimiz Sadun Boro’nun kemikleri sızlıyor.
Çin Seddi gibi metrelerce uzanıp, köşkü gözlerden saklayan yüksek duvar, Okluk doğasına yabancı bir hançer gibi saplanmış... Bu durumu görüntülemek ise yasak.
Neyse işte, biz de yasaklara toslayınca rotamızı Küfre’ye çevirdik, o şirin koya demirledik, karaya çıktık, aradık taradık bizim meşhur Papaz’ı, yani Süngerci Aykan’ı bulduk sonunda... Üstelik hiç de korktuğumuz gibi değildi, içkiyi artık sadece “akşamdaaan akşama içiyor”muş, sigarayı ise keyif için tüttürüyormuş. İşte bize bunları anlattı... “Bu dünyaya ölmeye değil yaşamaya geldim” diyordu. (***)
Monsieur Georgeon bizim bu röportajı görmüş olacak ki bana yukarıdaki o notu yazmış. Ben tabii dostları seferber ettim, Süngerci’ye ulaşılacak telefonları buldum, kendisine gönderdim.
Bakalım Osmanlı’dan Cumhuriyete içki kültürü üzerine neler yazacak? Şimdi merakla onu bekliyorum... Keşke bir ek yapsa da diyorum... Pandemide hafta sonları marketlerde, “hangi kanuna yönetmenliğe dayalı olduğu açıklanmadan başlatılan” içki satış yasağına da bir değinse...
Düşünsenize, Cuma serbest, Cumartesi, Pazar yasak... Şöyle konuşmalar da oluyor mudur halk arasında acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder