Bu Blogda Ara

Suya Yazdıklarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suya Yazdıklarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Kasım 26, 2020

Şam’da peşimize hafiye takmışlar




Öyle çok seyahat ettim ki güzel mesleğimde, “dünyayı gezdim” desem yeridir... 

Seçim propagandalarında, siyasilerle memleketin en ücra köşelerini karış karış dolaşmaktan tutalım da, liderlerin resmi yurtdışı gezilerine, özel dosya araştırmalarına, röportajlara, ülkelerden gelen davetlere kadar...


Mesleğe yeni başlamıştım Tercüman Gazetesinde, ekonomi alanında ilerlemeye çok istekliydim, dönemin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’ı takip ediyordum, gazetecilik yaşamımın ilk yurtdışı gezisi onunla Şam’a oldu. Şam’da Türk Heyeti soğuk karşılandı. “Hatay’ı içine alan Suriye haritaları” bütün resmi toplantılarda duvarlarda asılıydı, üstelik Abdullah Öcalan da yıllardır Şam yakınlarında “misafir” ediliyordu.


Hafız Esad’ın başında bulunduğu Baas Rejiminin etnik temizlik amacıyla Hama ve Homs’ta (*) kimyasal silah kullanıp binlerce  sivili katlettiği haberlerini duyuyorduk. O sırada Hürriyet’te olan sevgili meslektaşım Saygı Öztürk’le kafa kafaya verdik:


-Yahu Nursun, Özal’ın görüşmelerinden kayda değer bir şey çıkmıyor. Zaten ajanslar da takip ediyor. Biz keşke buraya gelmişken özel bir şey yapabilsek...


İkimizin aklından aynı şey geçiyordu besbelli, “Hama ve Homs’a gidebilmek...” Orada yaşananları resimleyip haber yapabilmek... Hatta Saygı’nın planı, Hama tabelasının önünde fotoğraf çektirip haberlerine vinyet olarak kullanmaktı.


Fakat biz iki genç gazeteci bu konuşmaları, resmi geziyi takip ettiğimiz sırada bize tahsis edilmiş olan arabada yapıyorduk. Şoförümüz sözde (!) “tek kelime Türkçe bilmiyordu... Çat pat Fransızcası vardı.” Bizimle işaret diliyle anlaşıyordu.


Sağa sola danıştık, otelimizdeki bir turizm acentesinin sahibiyle konuştuk ve bizi Hama-Homs’a götürecek bir araba temin ettik. Masrafları Saygı ile aramızda paylaşacaktık.  


Programımızı yaparken, bir gün önce gezide bulunan işadamı Emin Hattat bizleri Şam’ın epeyce dışında bir restorana davet etti. Aramızda Milliyet adına geziyi izleyen Derya Sazak, Cumhuriyet’ten Sedat Ergin, Yeni Asır’dan Ercan Deva, Anadolu Ajansı temsilcisi Ekrem Aktaş da vardı. Hatta biz yemekteyken Başbakan Yardımcısı Özal, Suriye lideri Hafız Esad ile görüşmüş ve biz bu buluşmayı görüntülemeyi atlamıştık... Neyse ki ajanslar haberi geçmiş ve önemli olay kayda girmişti. Bir varsayıma göre de Özal bu randevunun gizli tutulmasını istemişti. 


Neyse işte, dönüş yolunda, “tek kelime Türkçe bilmeyen şoförümüz” arabayı aheste aheste sürüyor, biz Saygı ile  bunları konuşurken, bir yandan da sevinçten içimiz içimize sığmıyor. Hama ve Homs’tan geçeceğimiz  “atlatma haberler” hayalimizi süslüyor.


Derken otelimize döndük, Hafız Esad-Turgut Özal buluşması haberine ufak tefek ilavelerle durumu kurtarmaya çalıştık ve odalarımıza çekildik. Planımız hazır, sabah erkenden yola çıkacağız, istikamet Hama...


Ben kim bilir kaçıncı uykumdayken, odamdaki telefon çaldı, saate baktım 03.00, “hayırdır inşallah?” Diyerek açtım:


-Aloo, Nursun Hanım, merhaba, ben Türk Büyükelçiliğinden arıyorum. Otelinizin lobisindeyim, lütfen aşağı inebilir misiniz?

-A, ne oluyor? Ne için?

-Telefonda konuşmak istemiyorum, lütfen aşağı inin, önemli bir konu var, mutlaka görüşmeliyiz.


Apar topar giyinip, aşağı indim, baktım bizim elçilikten genç bir diplomat ayakta bekliyor, direkt konuya girdi:


-Nursun Hanım,  Hama ve Homs’a gitmeyi planlıyormuşsunuz Saygı Beyle birlikte... Rica ediyoruz bunu yapmayın. Orada çok tehlikeli bir ortam var, hatta kimyasal silah kullanıldığına dair duyumlar geliyor, Türk Büyükelçiliği olarak hayatınızı garanti edemeyiz. Tavsiyemiz, bu plandan vazgeçmeniz. Hatta tavsiye de değil, can güvenliğiniz için ısrarlıyız bu konuda. 


Ben şaşırıp kalmıştım, “herkesten gizli tuttuğumuz” bu plan nasıl olup bizim büyükelçiliğe kadar ulaşmıştı da gecenin bir yarısında elçilik bize telkinde bulunmak için otelimize görevli yollamıştı? 


O saatte hemen Saygı’yı telefonla arayıp durumu anlattım, şaşırdı, bu haberin nasıl sızdığı sorusuna önce yanıt bulamadık ama, sonra ikimizde de jeton düştü... Bu işin arkasında  büyük olasılıkla bizim “tek kelime Türkçe bilmeyenSuriyeli şoför vardı, besbelli bu ajan-şoför arabadaki konuşmalarımızı günlerce dinleyip durmuş, sonra da durumu Suriye makamlarına jurnal etmişti, onlar da bizimkilere tabii...


Böyle ciddi daha doğrusu “hayati” bir uyarı alınca planımızı rafa kaldırdık, ertesi gün Özal’ın Şam’daki muhatabı olan Başbakan Yardımcısı Abdülkadir Kaddura ile röportaj randevumuz vardı, haberlerimizi geçtik, hazırlandık ve Özal’ın “tarifeli uçağıyla” Ankara’ya döndük.


Dönüş yolunda, “çiçeği burnunda muhabir” olarak benim başıma yine tuhaf bir olay geldi. Uçaktaki işadamları ile tek tek konuşup, Suriye izlenimlerini alıyor ve isimlerini sorarak not tutuyordum. “Kerli ferli adam” derler ya, işte tam da öyle görünen, orta yaşlı, kilolu bir beyefendiyle konuşup, nazikçe ismini sordum. Birden kahkahalarla gülmeye başladı ve etrafındakilere seslendi:


-Aman arkadaşlar bakar mısınız? Buyrun size beni tanımayan, hem de Ankara’lı bir gazeteci...


Kahkahaları öylece sürüp gitti, bense sıkıntıdan “kıpkırmızı” olmuştum. 


-Kimdi acaba ismini sorduğum o işadamı? O kadar ünlüydü de ben bu adamı  nasıl tanımamıştım?


Yine Saygı fısıldadı kulağıma:


-O adam Nezih Dural... Hani şu dünyayı ve Türkiye’yi sarsan  Lockheed Yolsuzluğu diye bilinen olayın baş kişisi... (**)


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/1982_Hama_massacre


(**) https://t24.com.tr/amp/haber/en-zengin-general-yolsuzluk-iddialari-icin-hakim-karsisina-cikmadan-oldu,302346






Pazar, Kasım 08, 2020

İstifa üzerine notlar...


-Ülke ekonomisinin sorumluluğunu üstlenmiş bir Damat! Pardon Bakan (Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak) Instagram hesabından istifa ettiğini duyuruyor...

SAATLER GEÇİYOR SESSİZLİK

-Aynı anda resmî Twitter hesabı kapalı, ne kendisine, ne bürokratlarına ulaşılamıyor.

SESSİZLİK

-Amiral Gemisi (!) dahil, ana akım medya sus pus...

SESSİZLİK

-Bakanın istifa açıklaması korkunç imla hatalarıyla dolu... Acaba doğru mu bu istifa olayı? Yoksa hesap hacklendi mi?

SESSİZLİK

Peki bir devlet adamının kamuoyuna açıklama yaparken “At izi it izine karıştı” cümlesini kullanması, hele hele bizlere “ümmet” diye hitap etmesi nasıl değerlendirilebilir?

SESSİZLİK

-Muhalif TV’lerde yayınlar yapılıyor ama körün fili tanımlaması gibi... Konuşmacılar kem küm etmekte! Acaba haber doğru mu? Bir dönem AKP hükümetinde ekonomi görev alan, şimdi CHP’de milletvekili Abdüllatif Şener’e bağlanıyorlar:

-Efendim sizde bilgi var mı?

-Hayır bilgim yok, ben de sizi izliyordum... 

Bir kahkaha kopuyor bizim evde... Peki sonra?

SESSİZLİK

Nihayet sağlam ama çok sağlam kaynaktan bir bilgi geliyor, Cumhurbaşkanının yeğeni istifayı doğruluyor... 

Oh, öğrendik işin aslını... Peki doğru mu?

SESSİZLİK🤣



Çarşamba, Kasım 04, 2020

İlk Manşet!






İmzalı ilk manşetimdi 4 Haziran 1981 tarihli Tercüman gazetesinin 1. Sayfasındaki Turgut Özal Röportajı. 


Gazetenin taşra baskılarında imzam Nursen Alev diye yayınlanmış, sonra düzeltilip Nursun Alev’e çevrilmişti. Yani evlenmemiştim henüz.


Bizler için bir efsane olan istihbarat şefimiz Erkan Yiğit demişti ki:


-Üzülme Nursun’cum bu editörler, sayfa sekreterleri biraz ukaladır. Her şeyin doğrusunu onlar bilir. Bir keresinde dünyaca ünlü kemancı Yehudi Menuhin İstanbul’da konser vermişti, yıkılmıştı salon alkıştan... Bu haber nasıl girdi gazeteye biliyor musun? Musevi Menuhin’in Aya İrini’deki konseri muhteşemdi... Bizim sekreter aklı sıra Yehudi Menuhin demek kabalık olur diye tutmuş haber metninden Yehudi’leri çıkarıp, Musevi Menuhin yapmış adamcağızın adını...


 Sonraki yıl evlendiğimde  istihbarat şefim Kemal Işık’a sormuştum, 


-“İmzamı acaba Nursun Alev Erel yapsak olmaz mı?” Diye... 


O da dedi ki: 


-Yok yahu, o da Yahya Kemal Beyatlı der gibi çok uzun olur, sıkıntı yaratır, gel Nursun Erel diyelim sana...


Yıllar sonra kütüphane temizliği sırasında bu gazete kesiği elime geçince ilk aklıma gelen şu oldu:


-Bu Katar neymiş yahu? Amma meraklıymış siyasiler ikide birde Katar’a gitmelere...


Özal’la olan siyasetçi-gazeteci bağlantımız inişli çıkışlı bir yol izledi. Geçenlerde paylaşmıştım, Özal’ın bana bir haberimden dolayı kızdığı, “sizi çağırmamıştık, neden geldiniz?” Dediği gün, karşısında gayet suratsız biçimde oturduğum fotoğrafı. Aslında Özal her şeye rağmen çok zeki, olayları önceden gören ve genelde iyi insan ilişkileri kurabilen bir yaradılışa sahipti. Kendisine seçimden 1. Parti olarak çıkmasına rağmen hükümeti kurma görevini haftalar sonra veren darbeci Başkan Kenan Evren’i kucaklaması unutulmaz.


Ekonomi alanında yoğunlaştığım için onu takip etmek görevi gazetede bana verilmişti. 12 Eylül sonrası, Türkiye siyaseti, darbeden-demokrasiye yönelirken, Özal büyük bir sürpriz yaparak Başbakan Yardımcılığından istifa etti. 


O günlerde cep telefonu filan yok. Bize göre sakin bir gün, istifa henüz duyulmamış, meslektaşım Nur Batur’la uzun bir öğlen yemeği yemişiz dışarıda. Gazeteye bir döndüm ki, Özal istifa etmiş, yer yerinden oynuyor. Kemal Işık bana:


-Yahu Nursun neredesin? Heryere baktırdım Saygılar Kebapçısına  bile... Saat 3 olmuş (15.00)  sen ortada yoksun...


Azarı yiyince kıpkırmızı oldum, hemen masama geçtim, ilk işim özel kalem müdürü Mehmet Perçin’i aramak oldu. Bana “bacım” diye hitap ederdi, karşılıklı sempatimiz büyüktü... Onu defalarca aradım, sonunda ulaştım:


-Bacım nasılsın?

-Nasıl olayım Mehmet Bey... Nedir durum böyle? Ortalık toz duman oldu... Neden istifa etti sayın Özal?

-Önümüzdeki günlerde açıklayacağız, takip edersin

-Ama Mehmet Bey, görmüşsünüzdür Milli Güvenlik Konseyi açıklamasını, Başbakanlıktan yapılan açıklamaları... “Büyütülecek bir olay değil” demeye getiriyorlar. Hatta bazı meslektaşlarımdan da duydum, “haberi sakın büyütmeyin, iç sayfalarda geçiştirin” diye baskı yapılıyormuş.


Bunu söyleyince Mehmet Perçin, “gel bir dertleşelim” diyerek beni Başbakanlığa çağırdı. Koşarak gittim tabii, konuşmalarımız sırasında ısrarlarım üzerine bana, “Özal’ın hiç de öylesine geçiştirilemeyecek, zehir zemberek istifa metnini” vermeye razı oldu. O anda nasıl sevince boğulduğumu  anlatamam.  Elimdeki bomba müthişti, ilk biz patlatmalıydık. Teşekkür edip tam odasından çıkarken, telefonu çaldı, telefonun ahizesini kapatıp bana “Barış Kaşıkçı arıyor” demesin mi? O anda aklım başımdan gitti... Anadolu Ajansı’nın en önemli kıdemli gazetecisiydi Barış Kaşıkçı. Evet, onu çok sever ve sayardım, hatta sözde “mektepli” ama aslında tam bir “çömez” olarak Ajansa girdiğim günlerde, Barış bana sahip çıkarak  mesleği öğretmişti, hatta beni yetiştirmişti demek daha doğru olur. Ama bu defa iş başkaydı, göze göz dişe diş bir haber atlatma sürecindeydik... Üstelik böylesine önemli bir haberin Ajans’tan geçilmesi demek, bütün gazetelere ulaşması demekti.


Aceleyle Başbakanlık Binasının merdivenlerini üçer beşer atlayarak indim, gazeteye koşturdum:


Kemal Işık bütün yüzümü kaplayan gülümsemeden anlamıştı elimde bir bomba olduğunu.


-Hadi çabuk, çabuk otur daktiloya... Taşra baskıları kaçmak üzere, bari İstanbul Ankara’yı, şehir baskılarını yakalayalım...


Zaten o yıllarda meslektaşlarım benimle “daktilo şampiyonu” diye dalga geçerdi, daktiloya oturup haberi bir solukta yazıp tamamladım, telekscimiz Erdoğan Bey de anında “tıkır tıkır” yazıp İstanbul’a geçti...


Ertesi gün haber sadece bizim gazetede “Sekiz sütuna manşet” olarak yayınlandı. Bir de sanıyorum, Cüneyt Arcayürek, Barış’tan bilgi alarak o sırada yazarı olduğu  Güneş Gazetesinde istifa mektubunun bir bölümünü yayınlamıştı... O gün, yaşamımın en neşeli günlerinden biriydi desem acaba tahmin edebilir misiniz mutluluğumun derecesini?


A, şimdi biliyorum aklınızdan geçen soruyu:


-E, peki Kaşıkçı’nın haberi ne oldu? 

-“O bizim meslek sırrımız olarak basın tarihinin tozlu sayfalarına gömüldü...” dersem bana kızmayın olur mu? Belki birgün Barış Kaşıkçı anlatır bunu...

 


Pazartesi, Kasım 02, 2020

Naftalinin boğucu kokusu!




Anneme hayret ederdim, nedense naftalin kokusunu severdi. 


Oysa benim için naftalin demek, yünlü kumaştan paltoların, mantoların, elbiselerin, el örgüsü kazakların kısaca kışın giyilecek ne varsa tümünün sandıktan çıkarılıp, örtülerinden sıyrılıp, naftalinlerinin silkelenip, temizlenip, ütülendiği, gardroba asıldığı günler demekti.


O “kış seferberliği” sırasında ev günlerce naftalin kokardı.


Uyumaya çalışırken naftalin, ders çalışırken naftalin, yemek yerken naftalin... İmdaat diye bağırmak gelirdi içimden çünkü, o koku bende boğulma hissi yaratırdı


Bir keresinde okulla birlikte Ankara’nın Sıhhiye Semtindeki demiryolunun tam kıyısına kurulu Hava Gazı Fabrikasına gitmiştik. Göğe uzanan, tam bir hayaleti andıran simsiyah silindirin kapısından içine girdiğimizde gördüğüm devasa boşluktan nasıl da ürkmüştüm. Dev silindirin iç duvarlarını kocaman bir çember gibi çevreleyen bembeyaz naftalin kalıntılarını görüp, o heryeri saran berbat kokuyu duymak nasıl da  midemi bulandırmıştı. Naftalin, o gün anlatıldığına göre ve aklımda yanlış kalmadıysa hava gazı elde edilen sürecin yan maddesi olarak oluşuyordu.


Oooo, o günler çoktaaan geride kaldı. Artık Ankara’da mutfaklarda, banyo şofbenlerinde hava gazı kullanan yok, çünkü eskilerin deyimiyle o “lenduha” (*) gibi Hava Gazı Fabrikasının yerinde yeller esiyor. 


-Saklanacak kışlık giysiler mi? 

-A, onlar için ben çoktandır naftalin yerine sabun kalıpları yerleştiriyorum  dolaplara, çekmecelere.


Ama bu derdimi size niye açtım?

Ev buram buram naftalin kokuyor da ondan...


-Hani kullanmıyordun naftalin?


-Yok canım, naftalin filan yok ortada, o bir sanrı sadece...


Zaten gerçek olsa bu kadar sıkıntı duyamazdım...


Naftalin kokusu, açılıp kapanan kitap sayfalarından birer hayalet gibi yükselip, burnumu sızlatarak geçip beynime saplanıyor.




Bilmem kaçıncı keredir kitaplık temizliğindeyim... Kimileri çocuklukta okuyup defalarca kapatıp açtığım için aşınmış, sayfaları kopmuş, ciltleri zedelenmiş kitaplar. Altını karaladığım satırlarla gençliğimi, o yıllarda yaşama bakış açımı, beklentilerimi, hayallerimi anımsatan kitaplar. Mesleki kitaplar, babamdan, annemden kalan kitaplar... Klasörler dolusu belge, notlar, defterler. Hatta röportajlarımın ses kayıtları. Raflara “bel verdiren!” cilt cilt National Geographic’ler


Şu Adab-I Muaşeret  kitabına Ayşegül’le kahkahalarla gülmez miydik? 


Hele “Çarın Çizmelerine?”


Bir keresinde kitap, büroda masamın üstündeydi, Adnan Kahveci (**) beni ziyarete geldiğinde, ‘MihaiZoşçenko’nun hikayeleri beni çok güldürüyor’ demiştim de, ‘ben de biraz güleyim’ deyip alıp gitmişti hani. Ne yazık ki yaşamında pek fazla gülemedi, çok erken ayrıldı aramızdan.


Çocukluğumuzda ağabeyimle tekrar tekrar okuduğumuz babamızın Michel Zevaco ciltleri, Pardayanlar karşıdan bana bakıyor.  Ah o  okuduklarımın hepsi bugün gibi aklımda, hani Paris’i boydan boya Hardy Dö Pasavan’la birlikte at üstünde geçerdik, Tuillerie Bahçelerinin orada bir yerde atımız biraz soluklansın diye dururduk. Başka neler neler olurdu... Kraliçe İzabo gerçekten o kadar güzel miydi?


Oysa artık onların kapağını açan yok...




Demet Işık’ın Kitap Kulübünde okuduklarımız ise neredeyse bir raf dolusu... Ne kadar farklı bir dünyaydı o ihtişamlı günlerimiz. Rüya ülkesindeydik sanki. O gün sadece kitabımızla notlarımız mı vardı masada? O muhteşem sofrada neler yoktu ki. Demet Hanımla yardımcısı Ayşe Hanımın elinden çıkma birbirinden leziz tadımlıklar, salatalar, peynirler, hele o meyve tabağı... Demli çayla başlayıp, birazdan Hasan Faruk Levent’in ((****) sakiliğinde kadehlerimize konulacak kırmızı şarapla devam edecek koyu sohbet... Mustafa Şerif Onaran hangi toplantımızda  okumuştu Yalnızlık şiirini? (*****)  Erendiz Hanımın (Erendiz Atasü) (*****) yorumlarıyla daha mı ateşlenirdi tartışma? 


-Bırak şimdi anılarda gezinmeyi kitaplığa dön haydi!!!

-Ufff, ne sıkıcı, yalnızca kitaplarla kalsa iyi.


Benim ve ev halkının hobilerini dayandırdığı dergiler, çeşitli koleksiyonlar, hatta çocukluğumdan kalma bir pul koleksiyonu, dünyanın heryerinden toplanmış menüler... 


Özellikle de şu menülerin kapağını bile açmak istemem doğrusu... Düşünsene, kolalı beyaz keten örtüler serili masadasın, kadehindeki buz gibi Chablis’yi yudumlarken, yemeğini bekliyorsun. Nasıl ağzım sulanırdı kimbilir! 


-Hmmm ne için mesela? 

-Mesela nar gibi kızarmış ördek kanadı için... 


Yok canım, hayatımda hiç gitmiş değilim o ünlü restorana, La Tour d’Argent’a (******) Zaten gitmem de. Bir kere asla o kadar param olmaz, ayrıca ördekleri kanları akmasın diye bir kalemde kesmek yerine, ipte asarak!  boğduklarını duydum, çünkü öyle daha lezzetli oluyormuş zavallıların eti. 


-Ne vahşet!!!


Daha bitmedi.


-Sahi, yıllarca süren keyiflere dayanak olan o kanaviçeler, dantelleri düşün bir de... E, onların dayandığı şablonlar vahiyle mi gönderildi? Raflardaki onca dergi, hele hele şu 100 yıl öncesinin dantel örneklerini içeren ciltlerce katalog değil miydi seni “aferin budalası” yapıp, başka işlerden alı koyup, aylarca yıllarca odalara hapsedip, esir alan? 

-Evet doğru doğru, kendimi el işlerinden alamıyorum diyerek geçen ay bir psikoloğa bile gittim. 


Dur bir de şu dolapların kapaklarını açıp, önce alttakine bakmalı...


Aman allahım haykırmak geliyor içimden:


-Yardım ediiiiiiiin. Burası tam bir CD mezarlığı, yüzlercesi alt alta sıralanmış. Klasiklerden tut, canlı konser kayıtlarına uzanan çeşitleme. Evet evet, daha dün değil miydi CD çaların sesini sonuna kadar açıp dinlediğim hatta eşlik ettiğim şarkılar? Ne çabuk kabuk değiştiriyor bu teknoloji denen canavar? Yıllar öncesinin plaklarını ne yapmıştık sahi? Aaa, bir kısmı duruyor şu rafta, bak işte  45’likler, Longplayler.


Dolap kapaklarını hemen çarparak kapatıyorum, içlerindeki canavarı hapsetmek için...  Kimse duymasın ama onlardaki naftalin kokusu çok keskin, fotoğraflar var, yüzlerce binlerce fotoğraf, ve albümler.


-Elveda 


Hayır bunu diyemiyorum, sadece ağlamak istiyorum. 



(*) https://kelimeler.gen.tr/lenduha-nedir-ne-demek-210570


(**)https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Adnan_Kahveci


(***) https://www.bilgiyayinevi.com.tr/hasan-faruk-levent-in-ilk-romani-bir-gecmis-dusu

(****) https://www-antoloji-com.cdn.ampproject.org/c/s/www.antoloji.com/m/amp/yalnizlik-1575-siiri/#

(*****) https://m.kitapyurdu.com/index.php?route=authors/authordetail&author_id=689

(******) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Pressed_duck

Pazar, Kasım 01, 2020

19 Numaralı Oda



Küçücük iki çocuğu karşısına alıp ne söylemişti acaba?

-Ben sizi çok sevsem de, artık buralarda kalamam. Şu anda anlayamazsınız  ama benim için önemli sebepler var ve buradan gitmek zorundayım...

John ve küçük kız kardeşi, kendilerini terk eden annelerinin ardından öylece bakıp kalmış mıydı?

Bavulundaki tek kitap taslağı ve yanına aldığı oğlu Peter (3. Çocuğu) ile Londra’ya, yeni bir yaşama yelken açan Doris Lessing (*) acaba hiç gözyaşı dökmüş müydü?

Nobel’li yazar için, ölümünden yıllar sonra bile acımasızca tekrar tekrar gündeme getirilen bu soruya şimdi kim yanıt verebilir? 

Bilmem? Doğrusunu sadece kendisi anlatabilirdi sanırım. Ama o aramızdan ayrılalı çok oldu. Üstelik günlükleri “mühürlü” idi, hayattaki son çocuğu da ölmeden asla yayınlanmayacaktı.(**)  

Belki günün birinde öğrenebiliriz Lessing’in herkesten gizlediği duygularını...

Bu soruyu bizler neden tekrar tekrar kafamızda seslendirip duruyoruz? Niye merak edip duruyoruz bunları, yazarın kendi yazdıklarını, onca romanı, öyküsü, incelemesini okumak varken?




Yazar Nihan Kaya’nın okuma atölyesinin başlama saatini beklerken aklımdan bunlar geçiyordu, birazdan Doris Lessing’in “19 Numaralı Oda” başlıklı öyküsünü değerlendirecektik. Lessing benim iyi tanıdığım bir yazar olmamasına karşılık, yaşamının gençlik yıllarını kapsayan “Tenimin Altında” adını verdiği otobiyografisini okumuştum, tabii “19 Numaralı Oda”yı da... 2007 yılında aldığı Nobel ödülü öncesinde ve sonrasında hakkında yazılan pek çok incelemeyi de gözden geçirmiştim.

19 Numaralı Oda’da, Londra’da iyi koşullarda yaşayan “zeka evliliği” yapmış (bizdeki mantık evliliği mi acaba bu tanımlamanın eşdeğeri?) bir karı-koca anlatılıyor. Her ikisi de çalışma yaşamının içinde ve iyi  para kazanılırlar, ama Susan dört çocuk sahibi olduktan sonra işini bırakıyor. Oysa evde olmak ona hiç iyi gelmiyor, sürekli bir arayış içinde ve hep varlık nedenini sorguluyor. Kendiyle baş başa olmak gibi bir hedefi var aslında. Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”da öğütlediği gibi... Olay örgüsü, sonunda Susan’ın 19 Numaralı Oda’da intiharıyla son buluyor. (Hep -Sylvia Plath da kendisine, benzer sonu, bu öyküden etkilenerek mi hazırladı?- sorusunu kafamda evirip çevirdim)

Nihan Kaya, dijital oturumu saat tam 20.00’de açtı ve daldan dala konarak hem Lessing, hem de ondan önce ve sonra kitapları yayınlanmış farklı yazarlarla ilgili pek çok konuya değindi. Yazın dünyasının okyanusunda onun aracılığı ile gezinmek çok renkli ve zevkliydi doğrusu,  onca kitabı yayınlanmış bir yazarın, karşımızdaki ekranda gülümseyerek:

-“Ah şimdi tatlı bir şey yemem gerek, size de tarifini vereyim, fındıkları kavuruyor ve sonra ezilmiş hurma ile karıştırıyoruz, çok güzel oluyor” diyerek atıştırması, hatta:

- “Bana şuradan el kremimi uzatır mısın?”  diye arkasına dönüp seslenişi, aramızdaki soğuk ekranı kaldırıp bizi o “mum gibi” (***) tertemiz, düzenli çalışma odasına alıverdi. Balkon penceresinden görünen petunya (****) henüz kışın soğuğunu yememiş olacak ki hala gülümsüyordu.

O sayede ben İngilizlerin Doris Lessing’i geçmişte pek sevmediğini, ancak 2007’de Nobel aldığında  ona ilgi gösterdiğini, Lessing’in kılık kıyafet konusunu pek önemsemediğini, röportajlarında bile üstüne öylesine geçiriverdiği uyumsuz kılıklarla gazetecilerin karşısına çıktığını öğrenmiş oldum.

Aslında bunun benim için zerre kadar önemi yoktu, asıl olan Lessing’in sözcüklerle önümüze açtığı bambaşka dünyalardı.


 


Bu söyleşiye İzmir’de yaşayan üniversite arkadaşım Sıdıka Yılmaz’ın önerisiyle katılmıştım ve çok da mutlu oldum, hatta Nihan Hanıma aklımdaki soruları sorma fırsatım da oldu:

-Lessing’in bu öyküde anlattıkları, Londra’nın o zamanki ruhunu yansıtıyor muydu? Acaba bu öyküyle “eğer çocuklarını ve Rodezya’yı geride bırakıp Londra’ya yerleşmemiş olsa,” kendi otobiyografisinde dediği gibi, “ya delirmek ya alkolik olmak” seçeneklerine birini daha mı eklemişti? Yani “intiharı?” Daha açık söylemek gerekirse Lessing belli ki yaşamı boyunca hiç kurtulamadığı vicdan azabını, bu öyküyle aklamış mı oluyordu, yani “intihar eden kadın” metaforuyla?

Aslında merak ettiğim bir şey daha vardı ama yanıtını bulamadım:

 -Lessing acaba içinden geldiği gibi, parmaklarından aktığı gibi mi yazıyordu? Yoksa kimi edebiyatçıların “19 Numaralı Oda”yı kılı kırk yararak inceleyerek ortaya koydukları savlara bakılırsa, (Buket Akgün), (*****) çocuklara konulan isimler,  Susan’ın bahçede gördüğünü sandığı karaltılar (yılan şeklindeki sopa!) gibi sözcükler, kavramlar,  etimolojik kökenlerine gidilirse, belli mitolojik çağrışımlar yapması için- Lessing tarafından kasıtlı mı seçilmişti?

Aslında bu öykü üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki...

Örneğin bunu bir Türk yazar kaleme almış olsa kim bilir kurguyu nasıl yapardı?

-Adamın karısını aldatması olayı bu kadar kolay geçiştirilebilir miydi? Ya Susan? Gerçek dışı da olsa kocasına “evet, ben de seni aldattım, ismi de şu” demeye cesaret edebilir miydi? Çocuklar annelerinin kendini dinlemek için kapandığı üst kattaki odanın önünde gürültü yaptıklarında, sonradan özür dilemek şurada dursun, bağırmaya haykırmaya devam etmezler miydi? Ya da adam, karısını takip ettirip, her gün Londra’nın pek de iyi gözle bakılmayan semtindeki bir otel odasında saatlerce kaldığını öğrendiğinde tepkisi ne olurdu?

Aslında bu atölyenin bendeki izlerini sayacak olursam, Nihan Kaya’yı tanımak, diğer katılımcıları dinlemek çok hoşuma gitti, hurma tatlısı tarifi de... Hele de Edna Vincent Millay’ınMavi Sakal” şiirinin analizi... Bu atölye vesilesiyle, günlerce Lessing üzerine varsayımlar ve düşünceler arasında dolaşıp, kaybolmak ise büyük keyifti.

Tabii en büyük kazancım da önümüzdeki günlerde başka kitaplara açılmak olacak, (Başta Nihan Hanımınkiler olmak üzere:) (*****)

-Damızlık Kızın Öyküsü (Margaret Atwood (The Handmaid’s Tale) 

-The Habit Of Loving (Doris Lessing)

-Kadınlara Mahsus (Marilyn French)

-Tavan Arasındaki Deli Kadın (Sandra Gilbert)

-Sarı Duvar Kağıdı (Charlotte Perkins Gilman)




Pazar, Ekim 18, 2020

Sodom ve Gomorra ile imtihanım!!!


Siyasetteki kısırdöngünün karamsarlığından biraz uzaklaşmak isterseniz, gelin kitaplar arasında kaybolalım. 

Gerçi o da kolay değil, örneğin her elime alışta başa dönmek gibi bir durum hasıl oldu Proust’un Sodom ve Gomorra’sını okurken. İkide birde sözlüklere başvurmak, “Google’ı açıp kapamaktan yalama etmek” de cabasıydı bu okuma maratonunun. Proust Ustanın toprağı bol olsun da,  “yazarlar anlaşılmamak için mi yazarlar?” Diye bir soru dönüp durdu hep kafamda.


Daha önce kitap kulübümüzde  “Swann’ların Tarafı”nı okumuştuk, ama heyecanımı yitirmeden tamamlayabilmiştim  onu... Aslında Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” dizisinin parçasıydı ustanın yaşamının son 17 yılını verdiği bu kitaplar... 3 bin sayfa, 1 milyon 250 bin sözcükten oluşan 7 kitap... Demet Hanımın evindeki tatlı sohbetimiz saatlerce sürmüştü... Aklımda kaldığına göre, hiçbirimiz kendimizi kitaba o kadar da verememiştik. 

Bakıyorum da ben de Proust’u  okumaya bir o kadar emek vermişim, Sodom ve Gomorra’ya 2013’de başlamışım, sonra dön baba dön... Sonunda bugün tamamlayabildim.

-Peki aklında ne kaldı?  

Derseniz eğer, ustanın ustalığını tartışmak gibi bir cürette bulunamam tabii ki, ne haddime, ama okuduklarım, “o zamanın ruhunu yakalamak” açısından çok ilginçti. Bir kere kitabın adından da anlaşılacağı üzere, o dönemde de eşcinsel ilişkiler adeta lanetlenmiş ki gizliliğe bu kadar özen gösteriliyor. Usta belki kendisi de “o meşrepten” olduğu için bu aşırı özeni, mutlak saklanma gereğini çok çok iyi anlatmış. Yalnız bununla da kalmamış, bu çeşit ilişkilerin verdiği-verebileceği hazzı da bir o kadar iyi yansıtmış. İlginç bir nokta, bu kitapta başkişiyi (kendisini) kadınlara düşkün biri olarak göstermiş olması...

Neyse işte, kitabın ilişkiler tarafı böyle.Yalnız düşünüyorum da, Proust kalibresindeki bir Türk yazar şimdi çıkıp benzer bir kitap yayınlasa başına acaba neler gelebilir? Zaten İstanbul Sözleşmesini yürürlükten kaldırmalarının nedeni de belki LGBT korkuları değil mi? 

Peki, kitap dizisinin 1913’de yayımlanmaya başladığını dikkate alırsak, şu paragrafa ne dersiniz?

Tam prenses benimle konuştuğu sırada, Guermantes Dükü ve Düşesi de içeri giriyorlardı. Ne var ki, hemen yanlarına gitmedim, çünkü yolda Türkiye Büyükelçisinin eşine yakalandım; az önce yanından ayrıldığım ev sahibesini işaret ederek koluma yapıştı ve ‘Ah! Prenses ne harikulade bir kadın’ diye haykırdı.’diğer bütün insanlardan üstün! Bana öyle geliyor ki, erkek olsaydım’ diye ekledi, hafif bir Doğulu bayağılığı ve tenselliğiyle,’hayatımı bu ilahi varlığa adardım’

Biraz araştırdım o döneme denk gelen Türk Büyükelçilerini, bazı isimler üzerinde durdum ama o zamanlar  bile korkarım “kadının adı yok”muş ki, sefirelerin isimlerine rastlayamadım.

Proust daha sonraki paragraflarda ise Türk Sefirenin kendisini cahilliği ile sinirlendirdiğini de dile getiriyor.

Tabii otomobilin, telefonun o yıllarda çok yeni icatlar oluşu da Proust’un pek çok ilginç yorumuna yol açıyor ama, şu yazdıkları yok mu? Beni benden aldı doğrusu:

Ansızın, atım şaha kalktı, garip bir ses duymuştu; onu zaptedip, yere düşmemek için epey uğraştım, sonra başımı sesin geldiği yere doğru  kaldırıp, yaşlı gözlerle baktım: Elli metre kadar yüksekte, güneşin ortasında, iki büyük, parlak çelik kanadın taşıdığı, pek seçemediğim yüzünü insana benzettiğim bir yaratık gördüm. İlk kez bir yarıtanrıyla karşılaşan bir Yunanlı kadar heyecanlandım. Ben de onun gibi ağlıyordum, çünkü sesin yukarıdan geldiğini anladığım andan itibaren -uçaklar o dönemde oldukça enderdi- ilk kez bir uçak göreceğim  düşüncesiyle ağlamaya hazırdım.”

Proust bu romanındaki olaylar dizisini nedense siyasi bağlamdan uzak kaleme almış, belki yaşananlar genelde Paris dışında, kırsalda  geçtiği için. Neyse ki o günlerde patlak veren Dreyfus (*) Olayına biraz olsun değinmiş. Tabii, sürekli Dükler, Düşesler, Prensler, Prenseslerin muhteşem köşklerinde, malikanelerinde  verdikleri davetlerde, yemeklerde geçen romanda, seçkinlerin bu olaya da bir kaç sözcükle değinmeleri değinme sayılırsa. 

Ah, bir de Proust’un etimolojiye abartılı düşkünlüğünün beni deyim yerindeyse mahvettiğini söylemem gerekir. Fransadaki pek güzel  kırsal manzaralar tam anlatılırken, tam da biz bu manzaraları gözümüzde canlandırmaya çalışıp, hayallere dalacak iken, hoooop! kasaba ve köy isimlerinin kökenine iniliyor... Hangi kasabanın, köyün ismi meğer hangi kökene dayanırmış... Sayfalarca sayfalarca devam ediyor bu anlatımlar... İMDAAT diyecek olmuştum ki, kitabın muhteşem, mucizevi, cesur, daha doğrusu cengaver çevirmeni Roza Hakmen’in (**) Proust’la ilgili bir sözüne rastladım:

-İnsanın iki bacağı kırılıp da yatakta kalınca okunacak yazar...

Ohhh be!” dedim kendi kendime, “demek yalnız değilmişim


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Dreyfus_Olayı

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roza_Hakmen


Pazar, Eylül 13, 2020

Erik marmelatı

Hayatın anlamını sorgulamayı felsefecilere mi bıraksak? Yoksa ilahiyatçılara teslim olup bunları hiç düşünmesek mi? Boş çaba, ne yaparsan yap bu soruya ömrün boyunca cevap arar durursun, asla bulamayacağını bile bile...



Bu düşüncelerle boğuşurken, koskoca bir Pazar günü sana kalmıştır. Özgürlük, yalnızlık ne büyük lüks, değil mi? E, peki nasıl geçirilecek o koskoca gün? Kolayı var, önce bir yürüyüşe çıkmalı, hem de erken erken, çünkü sonra güneş yükseldiğinde yürümek şurda dursun, sıcaktan kolunu bile kıpırdatamazsın... 

Şu Covit var ya Covit 19. Bizi ne hallere düşürdü. Eğer içimizdeki korkular olmasa şu koskoca günde kiiimbilir neler yapabilirdik, ama pabuç pahalı... Korkuyorum, hem de çok korkuyorum. Diyelim ki o menhus hastalığa yakalandım, “eh n’apalım dünyada 1 milyon insan öldü, senin ayrıcalığın mı var?” Deme bana. Böyle kestirip atamıyorsun ki... “Ya aile efradına, eşine dostuna da geçerse?” Diye düşünüp, hemen vazgeçiyorsun arkadaşlarını arayıp “buluşalım” konuşmalarından.

İyi o zaman, hafif esinti de var, yürümeye devam et... 

A, komşunun erikleri nasıl davetkar, “kopar beni” diyor. Olmaz ki, belki daha sonra toplayacaklardır. Yok canım, ne toplaması, yerlere dökülmüş mor mor bir sürü erik...

Aslında kaç gündür aynı bahçenin önünden geçiyorum, in cin top oynuyordu ortalıkta, ev terkedilmiş gibi... 

-Covite mi yakalandılar yoksa? Sakın hastanede filan olmasınlar? 

-Olur mu yahu, duyardık öyle olsa, belli ki tatildeler. Ama bu güzelim erikler ne olacak peki? Dallardakilere dokunamam da, yere dökülmüş olanları toplasam mı acaba? Nasılsa çürüyecekler. Yazık değil mi? Ah, canım annem, ne muhteşemdi onun yaptığı erik marmelatı. Hiç üşenmezdi, bir bakarsın halamla birlikte, pazardan dönmüşler, ellerinde fileler, hemen mutfağa girip, kilolarca eriği yıkayıp ayıklarlar... 


-İyi de o zamanlar rondo filan da yoktu evlerimizde, nasıl rendeliyordu anneciğim onca eriği?

-Hiç dikkat etmemişim ki... O yıllarda başımızda kavak yelleri esiyordu, mutfağa girip de kim marmelat pişirecekti? 

Aslında bugünü haftalardır elimde sürünüp duran “Sodom ve Gomorra”ya ayırmıştım ama toprağı bol olsun, Marcel Proust’a ayıp olacak belki de, ilerleyemiyorum bir türlü. Okurken o kadar çok araştırma yapıp, yeni bilgi edinmem gerekiyor ki... Okuma keyfimi yitiriyorum, okuduklarım aklımdan siliniyor, yeniden başa dönüyorum... Sakın bana kızmayın, sadece şunu sorayım size, bir yerde şöyle diyor Proust:

“Fransızca kelimelerin kendileri de, Latinceyi ya da Saksoncayı yanlış telaffuz eden Galyalıların yaptığı birer dil yanlışıdır aslında; bizim lisanımız bir kaç başka dilin bozuk telaffuzundan başka bir şey değildir çünkü...” 

Bunu yazmasına neden olan şey ise hizmetçi kız Françoise’ınördürse” yerine “ördütse” kelimesini kullanması... Tabii hemen dipnot: 

Fransızca metinde Françoise’ın yanlışlıkla estoppeuse dediği, örücü anlamındaki stoppeuse, stopper fiilinden türemiştir ve bu fiilin de eski Fransızca’daki şekli, estoper’dir...

Yaa gördünüz değil mi sıkıntıyı? Hadi ben neyse, kitabı keyif için okuyorum da çevirmen Roza Hakmen neler yaşadı acaba çeviri sırasında? Sevgili İrem Kutluk’un da kulağını çınlatmasam olur mu hiç şimdi?

Neyse sıkıcı Pazar günü, erik toplama vesilesiyle birden çok renkli hale dönüştü, komşunun bahçesine sessizce süzüldüm, yerdeki erikleri toplayıp torbama doldurdum. Ne yalan söyleyeyim? Sanki her an birisi bağıracak, “N’apıyorsunuz orada? Siz kimsiniz? Bırakın o erikleri” diyecekti. Neyse ki demedi... Çıktım eve geldim, annemle geçirdiğim güzelim yılları düşünerek erikleri yıkadım, ayıkladım, rondodan bir çırpıda geçiriverdim. Tarif ise Nimet Ablamdan geldi:

-Tencereye püre haline getirdiğin erikleri koyarken, -bir bardak erik, ondan bir parmak eksik şeker- hesabına uy, karışım kısık ateşte kaynasın, kıvama gelince miktarına göre limon tuzu at, biraz da öyle pişsin, arada köpüklerini al, ooh marmelat oldu da bitti işte... Afiyet olsun.

Birazdan güzel bir çay demlerim, dondurucudan simitleri çıkarıp ısıtırım, yanında bir dilim beyaz peynir ve erik marmelatı... Bundan iyisi can sağlığı...

Biliyorum, canınız çekti değil mi? Haydi, “Covit Movit dinlemem”  diyorsanız, buyrun çay-simit-erik marmelatı keyfine...

Neden kimseden cevap gelmedi?

Uff amma sıkıcı gün... Yine çare, “Sodom ve Gomorra”da galiba... Nerede kalmıştım?


https://www.nytimes.com/2017/05/15/t-magazine/william-friedkin-marcel-proust.amp.html

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roza_Hakmen





Cuma, Mart 27, 2020

Seni Uzaktan Sevmek

Kim ne derse desin, bu Corona salgını hepimizi öylesine ürküttü ki, korkudan öleceğiz vallahi, hem de öylesine  korkuyoruz, var mı ötesi?

-“Ecel geldi cihane, Corona virüsü  bahane”

Diyorsunuz, duydum, duydum, ama öyle değil işte...

Benim en büyük korkum ne biliyor musunuz? Son dakikalarımı, nefes alamadan, boğulur gibi geçirmek... Covit 19’a (*) maruz kalıp, günlerce sürünüp, sonunda kurtulanlardan duyduk. Oksijenin yetmediği, akciğerlerin sertleşip, temiz havaya adeta set  çektiği  bir kabusla, günlerce yüz yüze kalmışlar. Tam bir işkence.

Ha, bir de benden daha hassas durumdaki eşime geçer korkusunu yaşıyorum aslında, çünkü ameliyat  geçirdi ve henüz 1 ay oldu hastaneden kurtulalı.

Eh işte bu korkuyla yaşayan insan ne yapar?
Anlatayım...

Günlerdir dışarı çıkmıyoruz, esasen yiyecek konusunda tedbiri elden hiç bırakmazdık. Örneğin yazdan hazırladığımız yiyeceklerimiz vardı, dolmalık biberleri ipe dizip güneşte  kurutmuş, buzlukta enginar, barbunya, bezelye dondurmuştuk. Kışlık domates salçamız, turşularımız, tarhanamız çoktan hazırdı...
Dolayısıyla erzak alışverişi için dışarı çıkma ihtiyacımız fazla değil.
Gel gelelim et, süt, yumurta, tereyağ  ve taze kış sebzeleri için tabii ki alışveriş gerekiyor... Normalde  bunu biz de yapabilecekken Mehmet büyük bir özveriyle virüse mirüse göğüs gerip bu işi üstlendi, bize söz verdirip duruyor:

-Aman sakın dışarı çıkmayın, bana liste hazırlayıp gönderin ben alıp getireyim...

Çaresiz kabul ettik, listeler geçiliyor, sıra teslimata geliyor...

-Aaa kapı çalındı
-Kim olabilir yahu bu karantina sırasında?
-Mehmet mi acaba? Bizim için alışveriş yapacaktı bugün...

Kapıyı açıyoruz, evet o gelmiş.

-Hoşgeldin canım, girsene içeri
-Yok yok girmeyeyim ben, paketleri torbaları şuraya diziyorum, ben gidince siz alırsınız
-Ya, olur mu?  Gir içeri, yemek hazır, senin sevdiğin şeyleri pişirmiştim, bir iki lokma yersin
-Olmaz, ben dışarıda dolaştım, markete girip çıktım, virüs bulaştıysa size geçer
-E peki, tepsiye hazırlasam, sen diğer odada yemek yesen olmaz mı?
-Yok olmaz, haydi ben gidiyorum,  size afiyet olsun.

Of, ne tatsız şu yaşadıklarımız.  Oğlumuzla günlerdir birbirimizi görmemişiz, konuşacaklarımız birikmiş ama Corona endişesi aramıza giriyor, kapının eşiğinde  üç beş kelimelik sohbet  bile zor. Çoktan çekip gitmiş.

Televizyon açık, 65 yaş üstü yasağıyla (**) ilgili görüntüler var ekranda. Polis kovalıyor,  beyaz sakallı bir adam kaçıyor. “Ne saçma şey” diyorum, eşitlik ilkesine aykırı bir kere... Neymiş? Yaşı 65 den yukarı insanların sokağa çıkması yasakmış,  üstelik şu kadar da para cezası varmış, neden mi? Çünkü onlar virüs karşısında en savunmasız olanlarmış. Virüse maruz kalırlarsa ölebilirlermiş... Yani yaşlıları Coronadan yasakla, cezayla koruyacaklar. Eee,  peki gençler bu virüse şerbetli mi? Onlar da virüsü kapabilir ve yaşlı-genç herkese bulaştırabilir öyle değil mi? Aslında eskiden olsa yasal itiraz yoluna gidilir ve uygulama iptal ettirilirdi, nerde o bağımsız mahkemeler, hakimler? İki dudak arasından bir KHK çıkıyor, tamam... İşin en komik yanı da bizi yönetenlerin neredeyse tamamının 65 yaş üstü oluşu...  Bu kararlar onları bağlamıyor herhalde.



Peki biz bu salgına nasıl oldu da hazırlıksız yakalandık böyle? Sınırlar kevgir gibi bir kere, giren çıkan belli değil. Boşuna mı övündük 4 milyon mülteci besliyoruz diye? Örneğin Van’da çok fazla vaka varmış, çünkü salgında binlerce kayıp veren İran’dan o kadar çok gelen var ki...

Zaten iş Umre’ye giden binlerce kişiyle zıvanadan çıktı. Bir rivayete göre toplam 21 bin giden olmuş Umre için ve dönüşlerinde sadece son gelen bir kaç bini karantinaya alınabilmiş.

Tesadüfi yaşadığımız bir gerçekti de böylesine göz göre göre yapılan yanlışlar isyan ettiriyor insanı....

Kapı tekrar çalınıyor

-A, kim acaba?
-Mehmet olabilir bir şey unutmuştur belki,
-Kim o?
-Kargonuzu getirdim.

Kapı mecburi açılacak. Çok önce verilmiş siparişle Bodrum’dan gelen mandalinalar...

-Biraz ağır bu paket, siz kaldıramazsınız belki, içeri bırakayım mi?
-Yok yok aman orada kalsın
-İmzanızı atar mısınız? Aldım demeniz için
-Aman evladım, sen atıver bir imza...

Kargoyu getiren genç yüzümüze şöyle alaycı bir bakış atıp gidiyor... Acaba Corona endişemiz ona komik mi geliyor?

Oysa ben hiç gülmüyorum, dilimde Yaşar Güvenir’in şarkısı var:

-Seni uzaktan sevmek...

https://youtu.be/ds3g0l94lqA

Niye öyle yazılmış ki bu şarkı? O zamanlar Corona mı vardı sanki... Madem seviyordu, sıkı sıkı sarılsaydı sevdiğine, kucaklasaydı, hatta öpücüklere boğmalıydı onu... Uzaktan sevmek mi olurmuş?

(*) https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-51238220
(**) https://m.sabah.com.tr/gundem/2020/03/21/icislerinden-65-yas-ve-ustu-kisiler-icin-flas-karar/

Çarşamba, Şubat 20, 2019

Yabancı Ülkeden Gelen Haber

Bir ay mı olmuştu Demet Hanımla o telefon konuşmasını yapalı:

-Gelecek misin toplantıya?
-Henüz kitabı alamadım, neydi değerlendirilecek olan kitap?
-Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi... Alberto Manguel...


Evet, o gün kitabın adını duymuştum ama sonra unuttum... Kitapçıya girince bilmece çözer gibi googıllamak gerekti. Hangi ülkeden selam gelmişti? Selam mıydı haber mi? Hay allah, yazarı Güney Amerikalıydı galiba... Bingo! Buldum...
Sonra günlük işler, seyahatler, ziyaretler derken ara ara kitabı ele almalar... Kitap ne kadar da sakin açılmıştı öyle! Kartpostal gibi uzanıp giden deniz, kum, kayalar filan... O küçük kızın sakin duruşu, Josie ile olan sevimli dostlukları, kumsalda koşuşturmaları... Ama küçük kızın annesi neden hiç konuşmuyordu ki?

Derken, gümmmm! Olayların perde arkası geri dönüşlerle sökün ediyor, faşizmin kol gezdiği o ülkelerde yaşananlar, kadının suskunluğuna yol açan olaylar, Kaptan’ın bunca yıl sonraki sessizliği, sanki “sükut ikrardan gelirmiş” sözü bir kez daha doğrulanırmışcasına...

-Ama çevirmen ona neden Kaptan demiş? Ben önceleri onun yüzbaşı olduğunu farkedemedim, uzun yol kaptanı sandım.
-Yok canım, Yeşim Seber’in olağanüstü çevirmenlik başarısını teslim etmek gerekir aslında... Of of of şu paragraflarca uzanıp giden cümleye ne demeli?
-Yazarın ne kadar ilginç saplantıları var, 57. Sayfadaki hemoroid operasyonu mesela... Ne gerek vardı bu kadar ince ince detayları anlatmasına? Aaaa, hatırlamıyor musun Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ında da doktorun kuşkonmaz yediği zaman idrarının nasıl koktuğunu gözümüze soktuğunu?
-Kitaptaki Cezayir ve Arjantin işkencelerini hiç aklından çıkaramıyorsun ama değil mi? E, bizde de alası oldu bunların, hala da var, hele 12 Eylül’de yaşananlar... Ondan öncekiler, ondan sonrakiler... Dışkı bile yedirmediler mi köylülere? Hangi babayiğit romanlaştıracak bu süreci bakalım? Herhalde Orhan Pamuk değil tabii... Ooo hatırlasana İlhan Erdost, kendisine yapılan işkenceleri paylaştığında kitabı elinden bir türlü bırakamamıştın hani. Ya Erendiz Atasü’nün Açık Oturumlar Çağı nasıldı? O ortamı aynen yaşatmıyor muydu?

Dur bakayım, yazılanları okurken, o ortamı hayalimde canlandırabilmek adına Brahms’ın Ein Deutches Requiem’ini de bir yandan çalayım, ha, bir de şu Albrecht Durer’in meşhur tablosu... Onu Louvre’un sayfasından bulup masaüstüne yerleştireyim. Hayret, Louvre’u kaç kez gezdim, hiç ilgimi çekmemişti o tablo, ama bizim Manguel BeyefendiKız”a sayfalar ayırmış...

Bir de şu cümlesi: “Fransa’da geçen yeni yetmelik yıllarında Etretat’ın çarpık çurpuk kayalıklarının altında okuduğu...
Ben mi abarttım acaba Etretat kayalıklarının muhteşem güzelliğini? Ama burada Manguel’e inancım çok sarsıldı. Çarpık çurpuk kayalıklarmış... Yoksa oraları görmeden mi yazdı bunu?
Kitap bitti, notlarım da tamam, sohbet sırasında isteyen olursa Requiem’i çalar, Dürer’in tablosunu da laptopla gösteririm, belki benim gibi merak edenler olmuştur, haydi toplantıya...

Aman aman aman o ne güzel, ne sıcak bir ev, nasıl samimi bir karşılama:

-Hoşgeldin Nursun.
-Merhaba Demet (*) Hanım.


Sonra kapı art arda çalınır, diğer kitapseverler sökün eder, Şelale, Erendiz, Akın ve ilk kez karşılaştığım diğer dostlar... Sofra ise ayrı bir şölen. Fırından şimdi çıkarılıp tabağa dizilmiş poğaçaların kokusu bütün odayı sarmış, Çıtır çıtır simitler bir kenarda, peynir tabağındaki çeşitlilik insanın başını döndürüyor... Ceviz ve kayısının birlikteliği muhteşem, derken kocaman bir tabakta trileçe masaya geliyor, yahu bu damak çatlatan lezzet kraliçe mi trileçe mi? Sıra şimdi tavşan kanı çaylarda... Sonrasında ise gelsin şaraplar...

Acaba ilk sözü kim alacak? Demet Hanımın zarif sunuşunun ardından sohbet açılıyor, Akın Atauz ne hoş anlatıyor:

-Yahu, ben ilk başta bu Alberto Manguel’den nefret ettim...
-Aaaa neden?
-Neden olacak adam bir de gelip Türkiye’yi gezmiş ve “Beş Şehir” diye de bir kitap yazmış, ben bunca yılın mimarı, şehir plancısı, asıl ben yazmalıydım o kitabı, hep hayalimdeydi...


Sohbet derinleşir, kitabın kurgusu, çevirisi, adı, olay örgüsü, yazarın deneyimleri enine boyuna masaya yatırılır. Sadece kitap mı? Ülkenin sürüklendiği karanlık, endişeler, herkese yayılan umutsuzluk konuşulur, saatler su gibi akıp geçer, kitabın bitişi ise herkesi aynı yorumda buluşturur:

-Adamın onbir yaşındaki kızıyla dertleşmesi, itiraflarda bulunup ondan onay beklemesi iyi hoş da, kızın babasını reddetmesinin ardından o saatte ıssız yolda tek başına bırakılması inandırıcı geliyor mu Allahaşkına? Yok canım... Bitiş aslında kitabın kusursuz olay örgüsünü biraz sarsmamış mı?
-Peki bir sonraki kitabımız hangisi?


Şelale öneriyor:

-Finzi-Contini’lerin Bahçesi olsun mu?

Eh, artık veda vaktidir... Peki ama yardımcısı da çıktı, tamam, biz biraz olsun yardım ettik ama, Demet Hanım bu masayı, evi toparlama işinin altından nasıl kalkacak? Ahh, işte o herkes için bir yürek yükü... Ama o değil mi bu kitap kulübünü kuran, cömert ve kucaklayıcı tavrıyla on yılı aşkın süredir sürdüren?
İyi ki varsınız sevgili Demet Hanım, umalım ki bu beraberlik uzun yıllar sürsün...

(*)Demet Işık, aralarında yazarlar, çevirmenler editörlerin de yer aldığı Ankara’daki kitap kulübünün kurucusu. 10 yılı aşkın süredir devam eden kulüpte bugüne değin yüzlerce kitap okundu, yazarlarla buluşulup söyleşiler yapıldı. Demet Işık bütün bu toplantılara kendi evinde ev sahipliği yaptı.

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...