-Gelecek misin toplantıya?
-Henüz kitabı alamadım, neydi değerlendirilecek olan kitap?
-Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi... Alberto Manguel...
Evet, o gün kitabın adını duymuştum ama sonra unuttum... Kitapçıya girince bilmece çözer gibi googıllamak gerekti. Hangi ülkeden selam gelmişti? Selam mıydı haber mi? Hay allah, yazarı Güney Amerikalıydı galiba... Bingo! Buldum...
Sonra günlük işler, seyahatler, ziyaretler derken ara ara kitabı ele almalar... Kitap ne kadar da sakin açılmıştı öyle! Kartpostal gibi uzanıp giden deniz, kum, kayalar filan... O küçük kızın sakin duruşu, Josie ile olan sevimli dostlukları, kumsalda koşuşturmaları... Ama küçük kızın annesi neden hiç konuşmuyordu ki?
Derken, gümmmm! Olayların perde arkası geri dönüşlerle sökün ediyor, faşizmin kol gezdiği o ülkelerde yaşananlar, kadının suskunluğuna yol açan olaylar, Kaptan’ın bunca yıl sonraki sessizliği, sanki “sükut ikrardan gelirmiş” sözü bir kez daha doğrulanırmışcasına...
-Ama çevirmen ona neden Kaptan demiş? Ben önceleri onun yüzbaşı olduğunu farkedemedim, uzun yol kaptanı sandım.
-Yok canım, Yeşim Seber’in olağanüstü çevirmenlik başarısını teslim etmek gerekir aslında... Of of of şu paragraflarca uzanıp giden cümleye ne demeli?
-Yazarın ne kadar ilginç saplantıları var, 57. Sayfadaki hemoroid operasyonu mesela... Ne gerek vardı bu kadar ince ince detayları anlatmasına? Aaaa, hatırlamıyor musun Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ında da doktorun kuşkonmaz yediği zaman idrarının nasıl koktuğunu gözümüze soktuğunu?
-Kitaptaki Cezayir ve Arjantin işkencelerini hiç aklından çıkaramıyorsun ama değil mi? E, bizde de alası oldu bunların, hala da var, hele 12 Eylül’de yaşananlar... Ondan öncekiler, ondan sonrakiler... Dışkı bile yedirmediler mi köylülere? Hangi babayiğit romanlaştıracak bu süreci bakalım? Herhalde Orhan Pamuk değil tabii... Ooo hatırlasana İlhan Erdost, kendisine yapılan işkenceleri paylaştığında kitabı elinden bir türlü bırakamamıştın hani. Ya Erendiz Atasü’nün Açık Oturumlar Çağı nasıldı? O ortamı aynen yaşatmıyor muydu?
Dur bakayım, yazılanları okurken, o ortamı hayalimde canlandırabilmek adına Brahms’ın Ein Deutches Requiem’ini de bir yandan çalayım, ha, bir de şu Albrecht Durer’in meşhur tablosu... Onu Louvre’un sayfasından bulup masaüstüne yerleştireyim. Hayret, Louvre’u kaç kez gezdim, hiç ilgimi çekmemişti o tablo, ama bizim Manguel Beyefendi “Kız”a sayfalar ayırmış...
Bir de şu cümlesi: “Fransa’da geçen yeni yetmelik yıllarında Etretat’ın çarpık çurpuk kayalıklarının altında okuduğu...”
Ben mi abarttım acaba Etretat kayalıklarının muhteşem güzelliğini? Ama burada Manguel’e inancım çok sarsıldı. Çarpık çurpuk kayalıklarmış... Yoksa oraları görmeden mi yazdı bunu?
Kitap bitti, notlarım da tamam, sohbet sırasında isteyen olursa Requiem’i çalar, Dürer’in tablosunu da laptopla gösteririm, belki benim gibi merak edenler olmuştur, haydi toplantıya...
Aman aman aman o ne güzel, ne sıcak bir ev, nasıl samimi bir karşılama:
-Hoşgeldin Nursun.
-Merhaba Demet (*) Hanım.
Sonra kapı art arda çalınır, diğer kitapseverler sökün eder, Şelale, Erendiz, Akın ve ilk kez karşılaştığım diğer dostlar... Sofra ise ayrı bir şölen. Fırından şimdi çıkarılıp tabağa dizilmiş poğaçaların kokusu bütün odayı sarmış, Çıtır çıtır simitler bir kenarda, peynir tabağındaki çeşitlilik insanın başını döndürüyor... Ceviz ve kayısının birlikteliği muhteşem, derken kocaman bir tabakta trileçe masaya geliyor, yahu bu damak çatlatan lezzet kraliçe mi trileçe mi? Sıra şimdi tavşan kanı çaylarda... Sonrasında ise gelsin şaraplar...
Acaba ilk sözü kim alacak? Demet Hanımın zarif sunuşunun ardından sohbet açılıyor, Akın Atauz ne hoş anlatıyor:
-Yahu, ben ilk başta bu Alberto Manguel’den nefret ettim...
-Aaaa neden?
-Neden olacak adam bir de gelip Türkiye’yi gezmiş ve “Beş Şehir” diye de bir kitap yazmış, ben bunca yılın mimarı, şehir plancısı, asıl ben yazmalıydım o kitabı, hep hayalimdeydi...
Sohbet derinleşir, kitabın kurgusu, çevirisi, adı, olay örgüsü, yazarın deneyimleri enine boyuna masaya yatırılır. Sadece kitap mı? Ülkenin sürüklendiği karanlık, endişeler, herkese yayılan umutsuzluk konuşulur, saatler su gibi akıp geçer, kitabın bitişi ise herkesi aynı yorumda buluşturur:
-Adamın onbir yaşındaki kızıyla dertleşmesi, itiraflarda bulunup ondan onay beklemesi iyi hoş da, kızın babasını reddetmesinin ardından o saatte ıssız yolda tek başına bırakılması inandırıcı geliyor mu Allahaşkına? Yok canım... Bitiş aslında kitabın kusursuz olay örgüsünü biraz sarsmamış mı?
-Peki bir sonraki kitabımız hangisi?
Şelale öneriyor:
-Finzi-Contini’lerin Bahçesi olsun mu?
Eh, artık veda vaktidir... Peki ama yardımcısı da çıktı, tamam, biz biraz olsun yardım ettik ama, Demet Hanım bu masayı, evi toparlama işinin altından nasıl kalkacak? Ahh, işte o herkes için bir yürek yükü... Ama o değil mi bu kitap kulübünü kuran, cömert ve kucaklayıcı tavrıyla on yılı aşkın süredir sürdüren?
İyi ki varsınız sevgili Demet Hanım, umalım ki bu beraberlik uzun yıllar sürsün...
(*)Demet Işık, aralarında yazarlar, çevirmenler editörlerin de yer aldığı Ankara’daki kitap kulübünün kurucusu. 10 yılı aşkın süredir devam eden kulüpte bugüne değin yüzlerce kitap okundu, yazarlarla buluşulup söyleşiler yapıldı. Demet Işık bütün bu toplantılara kendi evinde ev sahipliği yaptı.
Ben mi abarttım acaba Etretat kayalıklarının muhteşem güzelliğini? Ama burada Manguel’e inancım çok sarsıldı. Çarpık çurpuk kayalıklarmış... Yoksa oraları görmeden mi yazdı bunu?
Kitap bitti, notlarım da tamam, sohbet sırasında isteyen olursa Requiem’i çalar, Dürer’in tablosunu da laptopla gösteririm, belki benim gibi merak edenler olmuştur, haydi toplantıya...
Aman aman aman o ne güzel, ne sıcak bir ev, nasıl samimi bir karşılama:
-Hoşgeldin Nursun.
-Merhaba Demet (*) Hanım.
Sonra kapı art arda çalınır, diğer kitapseverler sökün eder, Şelale, Erendiz, Akın ve ilk kez karşılaştığım diğer dostlar... Sofra ise ayrı bir şölen. Fırından şimdi çıkarılıp tabağa dizilmiş poğaçaların kokusu bütün odayı sarmış, Çıtır çıtır simitler bir kenarda, peynir tabağındaki çeşitlilik insanın başını döndürüyor... Ceviz ve kayısının birlikteliği muhteşem, derken kocaman bir tabakta trileçe masaya geliyor, yahu bu damak çatlatan lezzet kraliçe mi trileçe mi? Sıra şimdi tavşan kanı çaylarda... Sonrasında ise gelsin şaraplar...
Acaba ilk sözü kim alacak? Demet Hanımın zarif sunuşunun ardından sohbet açılıyor, Akın Atauz ne hoş anlatıyor:
-Yahu, ben ilk başta bu Alberto Manguel’den nefret ettim...
-Aaaa neden?
-Neden olacak adam bir de gelip Türkiye’yi gezmiş ve “Beş Şehir” diye de bir kitap yazmış, ben bunca yılın mimarı, şehir plancısı, asıl ben yazmalıydım o kitabı, hep hayalimdeydi...
Sohbet derinleşir, kitabın kurgusu, çevirisi, adı, olay örgüsü, yazarın deneyimleri enine boyuna masaya yatırılır. Sadece kitap mı? Ülkenin sürüklendiği karanlık, endişeler, herkese yayılan umutsuzluk konuşulur, saatler su gibi akıp geçer, kitabın bitişi ise herkesi aynı yorumda buluşturur:
-Adamın onbir yaşındaki kızıyla dertleşmesi, itiraflarda bulunup ondan onay beklemesi iyi hoş da, kızın babasını reddetmesinin ardından o saatte ıssız yolda tek başına bırakılması inandırıcı geliyor mu Allahaşkına? Yok canım... Bitiş aslında kitabın kusursuz olay örgüsünü biraz sarsmamış mı?
-Peki bir sonraki kitabımız hangisi?
Şelale öneriyor:
-Finzi-Contini’lerin Bahçesi olsun mu?
Eh, artık veda vaktidir... Peki ama yardımcısı da çıktı, tamam, biz biraz olsun yardım ettik ama, Demet Hanım bu masayı, evi toparlama işinin altından nasıl kalkacak? Ahh, işte o herkes için bir yürek yükü... Ama o değil mi bu kitap kulübünü kuran, cömert ve kucaklayıcı tavrıyla on yılı aşkın süredir sürdüren?
İyi ki varsınız sevgili Demet Hanım, umalım ki bu beraberlik uzun yıllar sürsün...
(*)Demet Işık, aralarında yazarlar, çevirmenler editörlerin de yer aldığı Ankara’daki kitap kulübünün kurucusu. 10 yılı aşkın süredir devam eden kulüpte bugüne değin yüzlerce kitap okundu, yazarlarla buluşulup söyleşiler yapıldı. Demet Işık bütün bu toplantılara kendi evinde ev sahipliği yaptı.
Keşke aklınızdan geçenleri burada paylaşsanız, ne kadar sevinirim
YanıtlaSil