Bu Blogda Ara

Nilgün Vural etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nilgün Vural etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Ocak 19, 2021

Katillerle, tecavüzcülerle yargılandık!



Gazetecilik “çileli iştir” demiştik. (*) 

-Müyesser Yıldız, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Murat Ağırel gibi başarılı gazeteciler, acaba bu eziyete neden reva görülür? 
-Kamuoyunu aydınlatma görevini çok ciddiye aldıkları için olmasın? (**)

Kimileri de gazeteciliği şöyle görüyor:

-Ne güzel işte, imzanız var, kamuoyunda tanınıyorsunuz, bol bol seyahat, devletin tepesindeki isimlerle samimiyet...Daha ne olsun?

Oysa işin içyüzü öyle mi?

Milliyet Gazetesindeydim. Büroda olağanüstü sıcak bir gün yaşıyorduk, pencerem açıktı ama kavak ağacının yapraklarında en ufak kıpırdanış bile yoktu, şeytan beni kolumdan çekip uykuya götürme çabasındaydı! Derken telefonum çaldı, beni adeta yerimden sıçratan bir bilgi ulaştı. 

Iraklı bir işadamı (Jamal Tahir) Ankara’da, tam da Genelkurmay Başkanlığı önündeki kavşağın inşaatına talip oluyor... Büyük paralar  söz konusu, ortada doğru dürüst ihale mihale yok. Üstelik Milli İstihbarat Teşkilatı, bu işadamının lanetli RABITA örgütü (***) ile irtibatlı oluşunu, zararlı faaliyetlerini tespit ederek Türkiye’deki ikamet ve çalışma izinlerini kaldırmış...

“İşin sahibi kimdi?” Derseniz, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı. Yani Melih Gökçek

-Ne var bunda?

Demeyin, devletin gizli istihbarat servisi, bu adam için “sakıncalı” diyor, siz adama Genelkurmay Kavşağı işini ikram ediyorsunuz.

Gelen bilgi kırıntıları üzerinde günlerce çalıştım, MİT damgalı “gizli istihbaratın belgesini” buldum, taraflarla, hatta Melih Gökçek’le, Jamal Tahir’in ortakları ile görüştüm. Gökçek ne dese beğenirsiniz?

-Ne demek sakıncalı? Bana böyle bir bilgi filan gelmedi. Madem bu adam sakıncalıymış, niye gizli belge ile bilgilendirme yapıyorlar? Açık açık söyleselerdi.

Uzatmayayım, haberi Milliyet’te bir kaç gün, farklı açılarıyla yayınladık, olayların püf noktasını oluşturan MİT Belgesi de haberimizde yer aldı. 

-Ama sen arı kovanına çomak sokmuşsun. Gizli belge, Rabıta örgütü... Ne oldu peki sonra?
-Ne olacak, hakkımızda suç duyurusu yapıldı ve 8 yıl hapis istemiyle, Bakırköy’deki Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandık.
-Peki suçun neymiş?
-Gizli belgenin ifşası...

Bir kaç yıl sürdü dava... Önceleri ben durumu fazla önemsemedim, çünkü o sırada geçerli olan yasalar, basın yoluyla işlenen suçlarda “zincirleme sorumluluk” öngörüyordu. Kendi kendimi:

-Ne yani? Benimle birlikte genel yayın müdürü (Derya Sazak’tı o sırada) ve gazetenin sahibi (Aydın Doğan) da mı hapse atılacak? 

diye rahatlatıyordum.

Aradan bir kaç yıl geçti, Milliyet’ten ayrılmış, Kanal D’de çalışıyordum. İstanbul’dan gazetenin avukatı aradı:

-Nursun Hanım, siz bu davayı ciddiye almıyorsunuz ama basın suçlarında zincirleme sorumluluk hükmü kaldırıldı. Yani siz davada artık tek başınıza kaldınız. Duruşmalara mutlaka katılın, bu iş ciddi, mahkumiyet alabilirsiniz.

İlk şoku atlatıp sordum:

-Peki  mahkemede nasıl bir savunma yapayım? 
-Buradaki en ciddi suçlama, gizli belgenin ifşası. Siz meslektaşlarınızla görüşün, -o belge bize de gönderilmişti, herkeste vardı, yani yaygınlaşmıştı- desinler, bu sizi kurtarabilir.

Hemen yerimden fırlayıp, soluğu TBMM’de aldım, basın koridorundaki arkadaşlarla birer birer konuşup ricada bulundum ama, genellikle aldığım cevap şu oldu:

-Nursun seni severiz ama, işin içinde MİT olunca akan sular durur, öyle ifade verirsek biz de okkanın altına gideriz. Kusura bakma...

Duruşma yaklaştıkça, giderek telaşlanıyordum. Tam o günlerde bir tanıdığım, “özel ve önemli bir konu” diyerek beni Milliyet’in bitişiğindeki pastaneye davet etti:

-Büroda konuşmak istemedim. Konu hassas. Bak, senin yargılandığın dava var ya...
-Evet?
-Seni tanıdığımı bilen bir istihbaratçı aradı bugün beni... Nursun Hanım 8 yılla yargılanıyor, bu iş ciddi, kendisi çoluk çocuk sahibi. Sonunda mahkumiyet alırsa çok üzülür. Şu mesajı ilet. Bize o belgeyi kimden aldığına dair bilgi versin, yani kaynağını açıklasın, davadan çekilelim...

Donup kalmıştım. Yasal hakkımız, hatta “namusumuz” olan “kaynağı gizli tutma” hakkımız pazarlık konusu yapılıyor, bir anlamda rüşvet teklif ediliyordu. Ziyaretçiye derhal olumsuz cevap verip yanından ayrıldım.

Bu süreç devam ederken, sıkıntılı durumumu gören meslektaşım, Metin Işık beni rahatlattı:

-Ne lazımsa yapayım. Nasıl bir ifade verilecek? Sen yaz, ben altına imzamı atarım...

Bir kaç gün sonra Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşma için İstanbul’a gittim... 
Cinayetten, tecavüzden yargılanan, jandarma-polis eşliğinde, hatta zincirli-kelepçeli kimi tutuklularla birlikte mahkemeden içeri girdik... O gün hakim karşısına “iyi hal” ile çıkmak istiyordum, saçımı topuz yapıp, tayyörümü giymiştim, elimde dosyayla beni gören mübaşir, “cübbe ister misiniz?” Diye sordu, galiba beni avukat sanmıştı. Gülümsedim, kelepçeli sanıkların karşısındaki tek boş yere geçip duruşma sıramı beklemeye başladım, ismim okununca duruşma salonundan içeri girdim... Hakim, gizli belge ifşasının nasıl ciddi bir suç olduğuna dair savcı mütalasını okuyup, savunmamı istedi... Günlerce  çalışıp hazırladığım savları bir solukta aktardım. Bu arada çocukluğumdan beri beni utandıran huyum heyecandan yine depreşmiş, kulaklarımda başlayan kızarıklık bütün yüzüme ve boynuma yayılmıştı... Derken karar açıklandı... Beraat etmiştim... Sevinçle ayrıldım duruşma salonundan...

MİT üst yargıya gitmedi ve bize yıllardır sıkıntı veren dosya böylece kapandı... 

O günü yakın arkadaşlarım Yaprak Uras ve Nilgün Vural’la birlikte, Karaköy’deki Liman lokantasında geç bir öğlen yemeği ile kutladık... Onca sıkıntı ve heyecandan alev gibi yanan kulaklarım ve yanaklarıma bir kadeh buz gibi beyaz şarap nasıl da iyi gelmişti...

-Peki o Iraklı adam ne oldu?
-A, onu hiç sormayın... Yıllar sonra öğrendim. Meğer bu adam devlet adamlarımız için ne kadar kıymetliymiş ki, öldüğünde Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle ulu bir caminin bahçesine özel izinle defnedilmiş. 

Cumartesi, Mart 21, 2020

Corona... Dünyanın sonu mu yoksa?

Yahu ne felaketmiş  şu eve tıkılıp kalmak? Zaman zaman;

- “Yok canım, bu bir kabus, bal gibi kabus, gerçek olamaz, nasılsa uyanırım yakında”

Diyorum kendi kendime,  ama binlerce, milyonlarca insan, ya da  tüm dünyalılar aynı anda, aynı kabusun bir parçası olabilir mi?

Düşünüyorum da, acaba bugüne kadar buna benzer bir durum yaşamış mıydık hiç?

-Hımmm bir düşüneyim bakayım...  Bir kere nüfus sayımları vardı, o Pazar günü itirazsız sabahtan akşama değin sokağa çıkmak yasaktı. Ne saçma uygulamaydı, neyse ki sonunda vazgeçtiler.
-Peki başka?
-Bunun dışında galiba 12 Eylül Döneminin Sıkıyönetimlerce ilan edilen  sokağa çıkma yasakları vardı...  “İkinci bir emre kadar sokağa çıkılması yasaklanmıştır...”  anonsları filan.... Ama dur, bir dakika, onlar galiba hep gece 24.00 itibarıyla yürürlüğe giriyordu öyle  değil mi? Gençlik yıllarımızın en güzel günleriydi de çok takmazdık ama, şu ”mecbur olmak” var ya...   Diyelim ki arkadaşlarla buluşulacak veya özel birisiyle! Hani saatler uçar gider, sen çok mutlusundur, sonra ding-dang-dong, bir bakmışsın  geceyarısı... Haydi Cinderella, evine...

İşte aklıma  üşüşen yasaklar bunlar...

Başka?

Yasak değil ama aklıma o korkunç gün ve sonrası geliyor...

8 Nisan 1976, çiçeği burnunda üniversite öğrencisiyiz... Okulda bir tören mi vardı? Onun için mi toplanmıştık? SBF, ön avlu, hepimiz oradayız... Ve aniden yaşanan o büyük felaket, Hakan Yurdakuler öldürülüyor... Hemen  büyüyen olaylar, iki öğrenci daha öldürülüyor, okulun kapısına tam 9 ay kilit vuruluyor...

O günlerde “okulsuz yaşam olur mu?” diye düşünüyorduk doğal olarak. Önümüzde uçsuz bucaksız uzanan bir okyanustu okul... İşte her gün aşkla, heyecanla, binbir hayal kurarak içeri girdiğimiz okulun kapısı duvardı artık... Nasıl olabilirdi o hayranlık duyduğumuz hocaların yokluğunda yaşam? Mümtaz Soysal, Bedri Gürsoy, Cemal Mıhçıoğlu, Feyyaz Gölcüklü, Cahit Talas, İlber  Ortaylı, Mahmut Tali Öngören...

Mıhçıoğlu fantastik bir lugat oluşturmuştu kendine... Televizyon “uzgöreç”miş mesela... Gülüşsek de mecbur tutardı bizi de “ari Türkçe” kullanmaya...
Mümtaz Hoca, bir Pazartesi günü “Kurtuluşçular” (Sahi, amma çok sol fraksiyon vardı, ne işe yarıyordu ki bu ayrımlar?)  büyük anfideki Anayasa dersini basmıştı da, nasıl çınlatmıştı ortalığı  haykırışıyla

 -Hayır, boykot filan yok, izin vermiyorum, defolun gidin, 9 ay yetmedi mi miskinliğinize?... 



İlber Hoca bir alemdi, derse Konya’dan başlar, Hanya’dan çıkardı... Takip etmek zordu.
Mahmut Tali Hoca radyo efektlerini  Serpil Akıllıoğlu’nun ne kadar güzel kullandığını anlatmıştı bir derste... Ağustos’ta mı geçiyor hikaye? Ağustos Böceğini koy gitsin, cır cır cır...
Serpil Akıllıoğlu için Sıdıka (Yılmaz)  ile Milli Kütüphanede soğuktan  donarak haftalarca uğraştığımız arşiv çalışmasını hatırladıkça hala içim ürperir.

Okul açıkken de sanki derslerden çok çevredeki kahvehanelerin müdavimi değil miydik? Bir keresinde Bedri Gürsoy tam arka sokaktaki “Babanın Yeri”nde  king oynayanları eliyle toplayıp sınıfa geri getirmemiş miydi? Nermin Abadan (Unat) da dağınık anlatırdı dersi... Güner Sarıoğlu’na hele Süha Arın’a hayrandım... Pazartesileri 3 ders üst üste  Sinema Tarihi vardı. İlkbahar dalları çiçeklendiğinde sıkılırdık,  sıvışmanın yollarını arardık derslikten. Bir keresinde Ayşegül (Köker) (**) henüz bizim okulda değildi, beni ziyarete gelmişti, ama hoca ikimizi karşısında bulunca saatlerce ders anlatıp durmuştu ... Ne günlerdi, düşünüyorum da, o alt kattaki en küçük derslikte, sinema perdesi filan yok karşımızda ama Alim Bey  (Şerif Onaran) öyle bir ders anlatırdı ki ağzımız açık dinlerdik... Yilmaz Güney filmleri (***)  favorimizdi, Sürü, Yol, Umut...  Habire sansür edilen sahneler bizi nasıl isyana  sürüklerdi...

Ooo, okul anılarına girildiğinde çıkmak zordur.

Sahi ne diyorduk biz? Corona esaretiydi değil mi hepimizin ortak eziyeti?
İyi de bu işin sonu nereye varacak böyle? İtalya’da ölüm o kadar yaygın halde ki, cenazelere  krematoryumlar yetmez olmuş, askeriye devreye girmiş definler için...  Şu işe bak, insanlar en sevdiklerinin ölümünü bile sıradanlaştırmak durumunda kalabiliyor demek ki...




Eh, o halde evlerde hapis yaşasak da sağ kalabilirsek şükredeceğiz demek ki.

Dün zorunlu sağlık kontrolümüz vardı, hastaneye gitmeye korktuk “virüs bulaşır” diye, hemşire geldi eve, üstünde özel dezenfekte edilmiş kıyafetiyle, ağzı burnu maskeli...

-Haydi yiyecek içecek işlerini de sanal marketten karşıladık diyelim, birbirimizden, sevdiklerimizden nasıl uzak kalabileceğiz böyle? Issızlığa mı mahkum olacağız? Yoksa dünyanın sonu geldi de biraz biraz geciktirmeye mi çabalıyoruz hepimiz?

Ha, bir de aklımızdan geçen saçma sapan düşünceler...

-O elbise ne işime yarayacak ki? Bu işler henüz ortada yoktu da, dikilmişti...  Bırak giyinip kuşanıp, keyifle gezip tozmayı, acaba  sağ kalabilecek miyiz?

(*) https://t24.com.tr/amp/haber/hakan-yurdakuler-35-yil-once-olduruldu,137842
(**)Ayşegül Köker benden 2 yıl sonra okula girdi ve çok başarılı öğrenci olarak mezun oldu.
(***) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1lmaz_G%C3%BCney



Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...