- “Yok canım, bu bir kabus, bal gibi kabus, gerçek olamaz, nasılsa uyanırım yakında”
Diyorum kendi kendime, ama binlerce, milyonlarca insan, ya da tüm dünyalılar aynı anda, aynı kabusun bir parçası olabilir mi?
Düşünüyorum da, acaba bugüne kadar buna benzer bir durum yaşamış mıydık hiç?
-Hımmm bir düşüneyim bakayım... Bir kere nüfus sayımları vardı, o Pazar günü itirazsız sabahtan akşama değin sokağa çıkmak yasaktı. Ne saçma uygulamaydı, neyse ki sonunda vazgeçtiler.
-Peki başka?
-Bunun dışında galiba 12 Eylül Döneminin Sıkıyönetimlerce ilan edilen sokağa çıkma yasakları vardı... “İkinci bir emre kadar sokağa çıkılması yasaklanmıştır...” anonsları filan.... Ama dur, bir dakika, onlar galiba hep gece 24.00 itibarıyla yürürlüğe giriyordu öyle değil mi? Gençlik yıllarımızın en güzel günleriydi de çok takmazdık ama, şu ”mecbur olmak” var ya... Diyelim ki arkadaşlarla buluşulacak veya özel birisiyle! Hani saatler uçar gider, sen çok mutlusundur, sonra ding-dang-dong, bir bakmışsın geceyarısı... Haydi Cinderella, evine...
İşte aklıma üşüşen yasaklar bunlar...
Başka?
Yasak değil ama aklıma o korkunç gün ve sonrası geliyor...
8 Nisan 1976, çiçeği burnunda üniversite öğrencisiyiz... Okulda bir tören mi vardı? Onun için mi toplanmıştık? SBF, ön avlu, hepimiz oradayız... Ve aniden yaşanan o büyük felaket, Hakan Yurdakuler öldürülüyor... Hemen büyüyen olaylar, iki öğrenci daha öldürülüyor, okulun kapısına tam 9 ay kilit vuruluyor...
O günlerde “okulsuz yaşam olur mu?” diye düşünüyorduk doğal olarak. Önümüzde uçsuz bucaksız uzanan bir okyanustu okul... İşte her gün aşkla, heyecanla, binbir hayal kurarak içeri girdiğimiz okulun kapısı duvardı artık... Nasıl olabilirdi o hayranlık duyduğumuz hocaların yokluğunda yaşam? Mümtaz Soysal, Bedri Gürsoy, Cemal Mıhçıoğlu, Feyyaz Gölcüklü, Cahit Talas, İlber Ortaylı, Mahmut Tali Öngören...
Mıhçıoğlu fantastik bir lugat oluşturmuştu kendine... Televizyon “uzgöreç”miş mesela... Gülüşsek de mecbur tutardı bizi de “ari Türkçe” kullanmaya...
Mümtaz Hoca, bir Pazartesi günü “Kurtuluşçular” (Sahi, amma çok sol fraksiyon vardı, ne işe yarıyordu ki bu ayrımlar?) büyük anfideki Anayasa dersini basmıştı da, nasıl çınlatmıştı ortalığı haykırışıyla
-Hayır, boykot filan yok, izin vermiyorum, defolun gidin, 9 ay yetmedi mi miskinliğinize?...
Mahmut Tali Hoca radyo efektlerini Serpil Akıllıoğlu’nun ne kadar güzel kullandığını anlatmıştı bir derste... Ağustos’ta mı geçiyor hikaye? Ağustos Böceğini koy gitsin, cır cır cır...
Serpil Akıllıoğlu için Sıdıka (Yılmaz) ile Milli Kütüphanede soğuktan donarak haftalarca uğraştığımız arşiv çalışmasını hatırladıkça hala içim ürperir.
Okul açıkken de sanki derslerden çok çevredeki kahvehanelerin müdavimi değil miydik? Bir keresinde Bedri Gürsoy tam arka sokaktaki “Babanın Yeri”nde king oynayanları eliyle toplayıp sınıfa geri getirmemiş miydi? Nermin Abadan (Unat) da dağınık anlatırdı dersi... Güner Sarıoğlu’na hele Süha Arın’a hayrandım... Pazartesileri 3 ders üst üste Sinema Tarihi vardı. İlkbahar dalları çiçeklendiğinde sıkılırdık, sıvışmanın yollarını arardık derslikten. Bir keresinde Ayşegül (Köker) (**) henüz bizim okulda değildi, beni ziyarete gelmişti, ama hoca ikimizi karşısında bulunca saatlerce ders anlatıp durmuştu ... Ne günlerdi, düşünüyorum da, o alt kattaki en küçük derslikte, sinema perdesi filan yok karşımızda ama Alim Bey (Şerif Onaran) öyle bir ders anlatırdı ki ağzımız açık dinlerdik... Yilmaz Güney filmleri (***) favorimizdi, Sürü, Yol, Umut... Habire sansür edilen sahneler bizi nasıl isyana sürüklerdi...
Ooo, okul anılarına girildiğinde çıkmak zordur.
Sahi ne diyorduk biz? Corona esaretiydi değil mi hepimizin ortak eziyeti?
İyi de bu işin sonu nereye varacak böyle? İtalya’da ölüm o kadar yaygın halde ki, cenazelere krematoryumlar yetmez olmuş, askeriye devreye girmiş definler için... Şu işe bak, insanlar en sevdiklerinin ölümünü bile sıradanlaştırmak durumunda kalabiliyor demek ki...
Eh, o halde evlerde hapis yaşasak da sağ kalabilirsek şükredeceğiz demek ki.
Dün zorunlu sağlık kontrolümüz vardı, hastaneye gitmeye korktuk “virüs bulaşır” diye, hemşire geldi eve, üstünde özel dezenfekte edilmiş kıyafetiyle, ağzı burnu maskeli...
-Haydi yiyecek içecek işlerini de sanal marketten karşıladık diyelim, birbirimizden, sevdiklerimizden nasıl uzak kalabileceğiz böyle? Issızlığa mı mahkum olacağız? Yoksa dünyanın sonu geldi de biraz biraz geciktirmeye mi çabalıyoruz hepimiz?
Ha, bir de aklımızdan geçen saçma sapan düşünceler...
-O elbise ne işime yarayacak ki? Bu işler henüz ortada yoktu da, dikilmişti... Bırak giyinip kuşanıp, keyifle gezip tozmayı, acaba sağ kalabilecek miyiz?
(*) https://t24.com.tr/amp/haber/hakan-yurdakuler-35-yil-once-olduruldu,137842
(**)Ayşegül Köker benden 2 yıl sonra okula girdi ve çok başarılı öğrenci olarak mezun oldu.
(***) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1lmaz_G%C3%BCney
Harika nostaljiden bugüne dek gelen anlatım. Tebrikler
YanıtlaSilTeşekkürler, keşke sizi tanısaydım.
SilBelki de sira insandadir. Karnini doyuracak diye milyonlarca masumu tikti kafeslere. Ve yine karnini doyurmak icin binlercesi, milyonlarcasi katlediliyor her gun. Insanin bu izolasyonu birkac hafta icinde dogada olumlu degisiklikler yapmaya basladi.
YanıtlaSilPeloooooo sağ kalırsak görüşüp neler neler paylaşacağız... İnsanoğlu bu işte...
Sil😍😘🥰
SilUzun bir yorum /not yazdım, ancak gönderirken uçtu gitti , yakalayamadım. Sadece son cümleyi hatırladım ortak: " kalemine sağlık usta"
YanıtlaSilSevgili ortağım, çok teşekkür ederim...
SilYunanistan da sokağa çıkma yasağı ilan etti.Ama sabah saat 06.00 da başlattı,bizim gibi gece saat 24.00 demedi.
YanıtlaSilBizim genlerimiz de var galiba bu "Gece yarısından itibaren."lik.