Bu Blogda Ara

60'ların Ankarası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
60'ların Ankarası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Mart 13, 2022

Acıbadem kurabiyesi




Namık Kemal Ortaokulu yıllarında okul çıkışlarında dadandığımız bir pastane vardı, bağıra çağıra tezgahın arkasında sıraya girerdik:


-Amca bana bi sosisli, ama hardal koyma

-Bi kaşarlı tost yapsana  amca

-Amca şu poğaçayı verir misin?


Benim isteğim hep aynıydı, “amca bir acıbadem kurabiyesi!”


O yıllarda annem birgün elimden tutup, “gel seninle bir yere gideceğiz” demiş, beni Maltepe’de, Gölbaşı Sinemasının bulunduğu Gölbaşı Apartmanına götürmüştü. Üst katlara çıktık, bir dairenin kapısını çaldık, epey bekledik, sonra beli bükülmüş, saçları bembeyaz olmuş bir ninecik açtı kapıyı, bizi içeri buyur etti:


-Hoşgeldin kızım, içeri girin, bak çay ve şeker şurada, haydi güzel bir çay demle de içelim.


Tek gözden ibaret odada yalnız yaşadığı anlaşılan sevimli ninecik, benim başımı okşayıp, koltuğuna oturdu. Annemle sohbetlerine kulak kabarttım:


-Masume’ciğim Vedat hiç görünmedi bu aralar, sağ olasıca, geldiğinde de karşımda 10 dakika ya oturur ya oturmaz, ateş alır gibi çıkar gider. Sevdiğimi bilir de kerata bana bir acıbadem kurabiyesi getirmeyi bile aklına getirmez.


Annem, çayla birlikte çantasından çıkardığı acıbadem kurabiyelerini tepsiye yerleştirip, nineciğe  sundu. 


O ziyaret için Yeşilırmak Sokağının yokuşunu yavaş adımlarla tırmandığımız sırada annem bana anlatmıştı babamın Ziraat Bankasındaki Müdürü Vedat Beyin annesine gitmekte olduğumuzu…


O yaşlarda annemin bu anlattıklarından pek etkilendiğimi söyleyemem ama, o “tek odalı ev” ve bembeyaz saçlı ninecik bir şekilde hep aklımda kaldı. Üstelik acıbadem kurabiyesini ben de çok seviyordum. İşte annemle o nine çay içip sohbet ederken, ben sıkılıp, odadan dışarı çıktım, apartmanda dolaşmaya başladım, birtakım sesler kulağıma çalınınca o tarafa gittim, karanlık ortamda bir ışık huzmesi gözümü aldı, yaklaşıp, duvardaki çatlağa uydurdum gözümü, bir baktım duvarın arkasında dev perdede bir film oynuyor. Bir kaç dakika görüntüyü izledim, demek o zamanlar Gölbaşı Sinemasının bulunduğu binada ayrıca kirayla oturulan odacıklar da vardı ve biz bunu bir ziyaret nedeniyle farketmiş olduk (Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur romanını burada otururken mi kaleme almıştı?) 


Sonra beyaz saçlı nineciğin evine geri döndüm, annem, “haydi artık kalkalım” deyince yanından ayrıldık, kendi evimize döndük.


Aradan yıllar geçti, oğlunun ziyaretini dört gözle bekleyen nineyi de, onun  acıbadem sevgisini de hiç aklımdan çıkaramadım.


Yıllar içinde acıbadem kurabiyeleri nedense eski lezzetini yitirdi, pek çok pastanede vitrinlerde yer almasına karşın kurabiyelerin eski tadları artık yoktu. Bunun nedeninin “badem unu” yerine “fındık unu” kullanılmasından kaynaklandığını söyleyenler var, ben de ta Osmanlı Mutfağına dayanan bu kadim lezzetin arayışına giriştim. 


Acıbadem kurabiyesinin pek çok tarifini ve inceliklerini uzun süredir araştırıyordum ama hamurun “hafif ateşte karıştırılarak hazırlanması” fikri beni ürküttüğü için denemeye hiç niyetlenmedim. Oysa epey önce aldığım badem unu kiler dolabımda durup duruyordu. Bugün denemeye karar verdim. Okuduğum tariflerdeki malzemeyi kullandım, püf noktalarını aynen uyguladım ama fırınımın azizliği galiba beni biraz düş kırıklığına uğrattı. Aslında lezzet yine aynı lezzetti ama sanki benim kurabiyelerimin görüntüsü biraz farklı oldu.


Neyse işte, benim için bugün “o gün”dü ve güzel bir çay demleyip, bir kadeh acıbadem likörü (Amaretto)  eşliğinde acıbadem kurabiyelerini tatmak beni çoook eskilere götürdü, sizlerle paylaşayım istedim, keşke ikram da edebilseydim.


NOT: İsteyenler kurabiyenin tarifini bloğumda https://bennursunerel.blogspot.com/  bulabilir. Hepinize afiyet olsun… Likör de nasıl mis gibi koktu değil mi? ŞEREFE…





Perşembe, Ağustos 26, 2021

HAZİNE BULDUM!


İsmet Köker’in yeni  kitabı elime geçtiğinde “hazine bulmuş” gibi oldum, hatta daha ötesinde duygular yaşadım. Kitabın adı “Hazine,” Andres Yayınlarından bir kaç ay önce çıkmış, İsmet Köker bana ve eşime imzalı olarak göndermiş.

“Bismillahirahmanirahim…” sözüyle başlattığı ilk sayfada, İsmet Köker bu kitabı yazmayı 11yıldır kafasında kurguladığını ve geçen yılın Mayıs ayında, kendisi 95 yaşında iken ortaya çıkardığını anlatıyor, ve “Allah bana, bir kula verebileceği bütün nimetleri verdi diye düşünüyorum ve buna şükrediyorum” diyor.


Yalnız İsmet Köker’in okurlarından bir isteği var:


-Bu kitabı okumadan önce bir ricam olacak. Lütfen okumaya başlar başlamaz, kendi dillerinde bir adet Tevrat, bir adet İncil ve bir adet Kur’an-ı Kerim edinsinler…


Tam koltuğuma yerleşmiş ve “Hazine”yi elime almışken bu cümleleri okuyunca kitabımı “şimdilik” başucuma koymaya ve Tevrat ile İncil’i edindikten sonra okumaya karar verdim. Kur’an-ı Kerim ise tam da İsmet Köker’in dediği gibi, yani Yaşar Nuri Öztürk’ün mealinden zaten kitaplığımızda var. “Hazine”yi, tekrar ele alıp okuyacağım ve hatta hem sizlerle hem de İsmet Köker ile aklımdakileri paylaşacağım. 


Yalnız, kitabın ilk sayfalarında yaralan şu alıntıyı şimdi aktarmasam olmaz:


“…Üçüncü kitabı (Tevrat ve İncil’in ardından Kur’an) da okumayı bitirdikten sonra siz de kemale ermiş olursunuz. Böylece dünyayı ve bütün kainatı yaratanın ulu tanrı olduğuna ve gerçek varlığın yaratan olduğuna inanacaksınız. Bu inanç sizi huzurlu ve rahat yaşatacak.Ne zaman olursa olsun, Allah’a inanancaksınız, çünkü dünyadaki tek gerçek Allah’tır. Her şey gelir geçer. O bizim aklımızın alamadığı ezelden gene aklımızın varamadığı  ebede kadar her yerdedir, her şeydedir ve bütün kainatı yarattığı gibi yaşamına devam etmektedir…

…Sizin yapacağınız tek şey Allah’a inanmak ve ona sadece şükretmektir. Allah’a güveneceksiniz. O ne yaparsa iyisini yapar, o ne ederse iyisini eder. Kendinizi Allah’a teslim ettikten sonra çok huzurlu, çok rahat, çok iyi bir hayat yaşayacaksınız…

…Bugüne gelmiş bir insan olarak izafi yaşınız yüzlerce yılı geçecektir. Benim yaşım 95, ama ben yüzlerce yıl yaşamış kadar kendimi Allah’a şükrederek getirmiş bulunuyorum. Darısı bütün insanların başına…”



Şimdi sizi biraz geriye götürmek istiyorum, İsmet Köker kimdi?


O Ankara Hukuk Fakültesinin en başarılı mezunlarından biriydi. Aslında sanırım “armut, ağacının diline düşermiş” sözünü de kanıtlayan bir isimdi, çünkü 42 yıllık hakimlik yaşamını belki de babası eski Yargıtay Başkanı Bedri Köker’in (**)  dillere destan mesleki deneyiminden etkilenerek seçmişti.


Ama benim için İsmet Köker, çocukluk yıllarımın en mutlu zamanlarının geçtiği Gaybi Yatır Apartımanı”ndaki sevgili komşumuz, “Hakim Amca” idi. Oğlu Mehmet Köker benim oyun arkadaşlarımdandı, kızı Fulya Köker ise henüz okuma yazmayı bilmediğim yıllarda okuldan dönüşünü özenerek izlediğim, kızıl saçlarına hayran olduğum ve yaşamımdaki ilk İngilizce sözcüğü, bana ezberleten Fulya idi, “Nursun bak elimdeki çiçeğe, buna İngilizcede flower deniyor, hadi tekrarla” demişti.


O yıllarda Hanımeli Sokak’taki huzurlu yaşamımız 1960 Darbesi (***) ile kesintiye uğradı. Küçük bir çocuk olarak yaşananları anlamaktan uzak olsam da halam Şadiye Alev’in holde bir şiltenin altında sakladığı gazete kupürü hala hafızamdadır. Aylarca süren Yassıada Yargılamalarının (*****) ardından Başbakan Adnan Menderes (****)  ve iki bakanının asılarak infaz edildiklerini gösteren fotoğraflar gazetenin ilk sayfasını boydan boya kaplıyor, ben gizlice bu kupüre baktığımda tüylerim diken oluyordu.


Tam o günlerde, sokakta oyun oynadığımız sırada, biraz sertçe iterek Mehmet’i alçak bir duvardan aşağı yuvarladım, o ağlarken beni aldı mı bir korku?


-Ben ne yaptım? Hakim Amca buna benim sebep olduğumu öğrenirse ne ceza verir? Asmazlar mı şimdi beni?


Hemen koşup bodrum katta, karanlık bir köşeye saklandım, yukarıdan gelen sesleri dinleyip, beni asmaya götürecekleri anı beklerken, dakikalarca korku içinde ter döktüğüm bugün gibi aklımda. Sonunda sesler kesildi, ben de eve dönmeye cesaret ettim. Sofraya oturduğumuz sırada, kapı çalındı ve aynı apartmanda oturduğumuz sevgili arkadaşım Ayşegül Köker (Mehmet’in kuzeni)  seslendi:


-Nursun, İsmet Amca seni çağırıyor, çabuk gel…


İşte infaz anı gelmişti, kaşığımı  kenara bırakıp, boğazımda kocaman bir yumruk, gözümde yaşlarla çaresiz Ayşegül’ü takip ettim, İsmet Amca bizi görüp, yüzümün de bembeyaz kesildiğini fark edince durumu anladı:


-Nursun, bak güzel kızım, sen Mehmet’i isteyerek düşürmedin mutlaka  ama bunun ne kadar tehlikeli olduğunu fark ettin mi? Ya düştüğünde bir yeri kırılsaydı? Hatta ölebilirdi de. Bir daha sakın böyle tehlikeli oyunlar oynamayın olur mu? Haydi bakalım, şimdi evlerinize…


İsmet Amca bu öğüt sonrasında bir de başımı şefkatle okşamaz mı?


İdamdan son anda!  kurtulan mahkum gibi, derince  bir “oh” çekip, omuzlarımdan  tonlarca yük kalkmış da rahatlamışcasına sevinçle koşarak evimize döndüm… 


İşte yaşamımda hakim karşısına ilk çıkışım bu oldu…


(*) https://www.kitantik.com/product/EMEKLI-HAKIMDEN-ANILAR-VE-DUSUNCELER_0z8kgltjyzt77ns11ny


(**) https://www.yargitay.gov.tr/documents/acilisKonusma/1953-1954.pdf


(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/27_May%C4%B1s_Darbesi


(****) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Adnan_Menderes

(*****) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Yass%C4%B1ada_Yarg%C4%B1lamalar%C4%B1

Çarşamba, Ekim 06, 2010

Portre: Melih Gökçek



Melih Gökçek (Biz İ'sini kullanmayalım da Emin Çölaşan, Metin Uca meslektaşlarımıza olduğu gibi astronomik tazminatlara kurban gitmeyelim!) tam 3 dönemdir Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve şimdi 4. döneme talip.

Bunu kendisi, Belediyecilik, yapılarak ögrenilen bir iş, okulu yok, 3 dönem bu işi yaptım, hala öğrendim diyemiyorum, bu yüzden bir döneme daha talibim” diye izah ediyor. 


Aslında onu siz de çok iyi tanıyorsunuz, 

“Kuğulu Parkı kuşa çevirme”, Türkiye'nin yüz akı “Ortadoğu Teknik Üniversitesi arazisini yok etme” gibi düşmanca! girişimlerine tanık oldunuz. Başkentin havasını,  sözde yardım için fakir fukaraya usulsüz dağıttığı kömürle nasıl zehirlediğini, başkentlileri Kızılırmak'tan şip şak getirtiverdiği arsenikli suya nasıl mahkum ettiğine tanıklık ettiniz.




Peki şöyle biraz daha geriye gidip, Gökçek son 3 dönemde başkan olarak Ankara'da neler denemiş? Neleri başarmış? Nelerde yanılmış? Bir hatırlayalım mı?


1-Ankara ve yeşil alanlar


Melih Gökçek, Ankara'da yeşil alan bırakmadı gibi bir şey, tersine ne kadar yeşil alan varsa traşlayıp Ankara'yı ranta teslim etti. Basit bir örnek vermek gerekirse, Ankara'nın 20 kilometre uzağındaki küçük, sevimli banliyösü Çayyolu'nda artık yeşil'in y'si bile kalmadı.
Bir zamanlar çağıl çağıl akan derelerle bezeli, tepelerinde tilkilerin dolaştığı, leylek yuvalarıyla ünlü, bu güzelim semtteki kır evleri ve villalar artık azınlığa düştü, şimdi 20-30 katlı gökdelenler, devasa AVM'lerle (bu deyim de yeni çıktı, kakavanlar tarafından alışveriş merkezi lafı yerine kullanılıyor) komşu oldular.
Bu nasıl mı oldu? 2004 yılında belediye meclisinden anında geçiriliveren bir imar planı değişikliği ile.
2-Şehir Planı Rafa Kalktı:
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk'ün ileri görüşlülügü ve bu konuda rüştünü ispat etmiş batılı mimarlar öncülüğünde modern ve 100 yıl sonrasına endeksli bir şehircilik anlayışıyla inşa edilen başkentte artık plandan söz etmek mümkün değil. Çünkü bol sıfırlı maliyetlere ulaşan devasa projeler bile “o anda akla gelen” fikirlerle dizayn ediliyor, “istim arkadan gelsin” mantığı ile Genelkurmaydan tutun da yabancı ülke elçiliklerine kadar her kesimle mahkemelik olmak, plan yapımına yeğ tutuluyor. İşte Eskişehir Yolunun en önemli kavşagı durumundaki Çaglayan Kavşağı... Milli Savunma Bakanlıgı ile aylarca süren mahkeme nedeniyle Ankaralılara hala çektirilen eziyet...
Ya Atatürk Bulvarındaki durum? Rus Buyukelçiliği ile bahçeye tecavüz nedeniyle süren anlaşmazlık daha yeni çözülmedi mi? “4 metrelik bir geçiş hakkı yüzünden Ruslara her ay Ankara Büyükşehir Belediyesi 
tam 80 bin ABD doları kira ödeyerek bu sorunu sözde çözmüş olmadı mı?”
3-Savurganlığın dik alası:
Ankara Büyükşehir Belediyesi Ankaralılardan yıllardır çatır çatır tahsil ettiği doğal gaz paralarının tek kuruşunu bile BOTAS'a yatırmaz. Bu yüzden bu kuruma olan borcu 4 katrilyon lirayı aşmıştır. Bu herkesin bildiği ama çözmek için kimsenin kılını kıpırdatmadığı bir gerçek. Peki Ankaralılardan tahsil edilen bu paralar nereye gider? Bunu kimse bilmez... Soralım:
Metroya mı? Hayır, çünkü koskoca metropoldeki metro hattı 3 dönem önceki başkan
 Murat Karayalçın döneminde realize edildiği kadarıyla kalmış, ne uzamış ne de kısalmıştır. Şu anda sözü edilen metro hatlarının en önemli aşaması olan trenlerle ilgili bolümün henüz ihalesi bile yapılmamıştır.

Buna karşılık paraların nereye harcandığına dair 2 çarpıcı örnek:
a-Eskişehir Yolunda son 10 yılda gerçekleştirilen 3 önemli inşaat. Bu ana arter, kaldırımları, üst geçitleri, aydınlatma ve sulama sistemleri, ile tam 3 kez yıkılıp yeniden inşa edilmiştir.
b-Kentin bütün önemli bulvarlarına, Avrupadan ithal edilen yetişkin ağaçlar (sayıları binlerle ifade edilen) dikilmiş ama akabinde bunlar tamamen sökülmüştür. (Eskişehir Yolu ve Ataturk Bulvarı örnekleri ve daha pek çoğu)
4-Kentin tarihi dokusu:
Kentin tarihi dokusundan geriye neredeyse hiçbirşey bırakılmamıştır.

a-
 Atatürk'ün başkentlilere armağanı olan Gençlik Parkı, sözde bir renovasyonla tamamen betonlaştırılmıştır.
b- Atatürk tarafından dizayn edilen Ankara'nın en önemli yeşil alanı durumundaki Atatürk Orman Çiftliği de aynı akıbete hızla yol almaktadır. Heryerinden didik didik edilen arazide gökdelenler, benzin istasyonları, orduevleri, oteller hatta özel yerleşim siteleri boy göstermektedir. Bu didik didik edilme süreci, AOÇ arazisinin Ankara Buyukşehir Belediyesi yetkisine devredilmesiyle daha da hızlanmış görunmektedir.
BAZI SORULAR:
  • Peki butun bu başarısızlık, yogun söylentiler, ve belediyenin inanılmaz borçları ortadayken Melih Gökçek acaba AKPtarafından yeniden aday gösterilebilir mi?
  • Eğer aday gösterilirse. AKP de bu başarısızlıgın ve yolsuzluk söylentilerinin altına kendi imzasını atmış olmaz mı?
  • Hakkında ayyuka çıkmış söylentiler varken Melih Gökçek'in Uğur Dündar'a TV programı öncesinde, 'kesinlikle mal varlığım konu edilmesin' deyişi nasıl yorumlanabilir?
  • Savcılar kanıtlanmış bilgileri, haberleri yorumları neden ihbar kabul edip harekete geçmezler?
30 Ekim 2008

Pazar, Eylül 05, 2010

HANIMELİ APARTMANI





Eskiden, çok eskiden hani, bizim çocukluk yıllarımızın sonbaharları nasıldı?
Havaların soğumaya yüz tuttuğu günlerde bir kamyon ya da hatta bir at arabası dayanırdı küçük apartmanın önündeki dar sokağa. Kamyon damperini kaldırır, ya da at arabasından kürekle sokağa indiriliverirdi kömür. Gelen kok kömürü ise büyük olasılıkla, evin beyinin nüfus kağıdının arka sayfasındaki "1 tonluk alım izni" kullanılmış olurdu. Devlet memurlarına böyle bir hak tanınmıştı çünkü.
Hanımeli Apartmanının kapıcısı İsmail Efendi ile kömürün geldiği 5 nolu dairede oturan Servet Bey, ellerinde birer kürek, sokağı kazıyarak kömürü en fazla bir saatte el arabasına yükleyip, arka bahçedeki kömürlüğe çekiverirlerdi. Asfalta sürtünüp duran küreklerin çıkardığı ses, sonbahar sokaklarının en akılda kalan efekti değil miydi?

Bir de, okul çıkışı çantalarını bir kenara fırlatıp sokakta yakantop oynayan çocukların neşeli çığlıkları...
Evin hanımı hala güneşli ama epeyce serinlemiş öğleden sonralarda, iki oda bir salonlu evin mutfağında ne yapardı peki?
Günlerden Pazartesi ise, akşamüstü gittiği Sıhhiye Pazarından eve çoktan dönmüş olurdu eli kolu filelerle dolu...Gazeteden yapılmış kese kağıtlarını bir bir boşaltır, sebzeyi meyvayı dolaplara yerleştirirdi.
Küçük, loş mutfağın ucuz kurşuni renkli mermer tezgahında, koyu yeşil, körpe salatalıkları iğneyle sık sık delerek, cam kavanozlara basardı. Salatalıkların aralarına ayıklanmış keskin kokulu sarmısak dişleri ile kereviz saplarını da yerleştirir, en son bolca tuz ve biraz da sirke eklediği suyu boca ederdi kavanoza... Özenle dizilmiş bu malzemenin en üstüne bir kaç üzüm tanesi konulup, kapağı sıkıca kapatılır ve balkonun bir köşesine kaldırılırdı kavanoz.

-"Menekşe Kokulu Yarim'in makamı hüseyni miydi hanım?"

Evin hanımı balıklı ellerini musluğun altında köpürterek yıkadığı Puro sabununun mis gibi kokusundan mutlu, ertesi gün ve sonrasında yapılacak işleri kafasında sıraya dizerdi mutfak taburesinde huzurla dinlenirken:

-Yarın Sakine Hanımla eltisi bize çaya gelecekler. Üzümlü cevizli düdüklü keki yapılacak. Ispanaklı böreğim dünden hazır. Oh, iyi ki pazara gittim. Ceviz de aldım, kuru üzüm de, yumurtaları çoktan frijderin rafına dizdim bile.

-Kışlık erişteyi hangi gün yapsam acaba? Allah vere de, bizim Gülseren verdiği sözü tutup Cumaya gelse bari erişte kesmeye. Bu yıl eriştenin yarısını fırınlayıp kaldırsam daha iyi olacak. Çocuklar öylesini daha çok seviyorlar, peynirle...Öbürünü hem bizim bey, hem kaynanam sever, yeşil mercimek çorbasının da yakışığıdır.
-Sümerbank'tan aldığım kumaşı Çarşamba günü biçeyim bari de eteğimi dikip bir an önce hazır edeyim. Yoksa, gelecek hafta Cemilelerin nikahına ne giyeceğim ki başka?
-Şu torikleri yavaş yavaş unlamaya başlayıp bir yandan kızartsam iyi olacak.
-Servet balığın yanında bira sever, aaaa buzdolabında yok...Geçen gün saçımı sararken birazını kullanmıştım da kapağı açılınca bira bozuldu diye kızmıştı bana. 

Neyse kıza söylerim, bir koşu gider bakkaldan alır.

-Emineeeeee, kızım babandan 10 lira alıp bakkala gider misiiiiin? Bir pişkin francala, iki şişe Tekel Birası al, bir de Gelincik sigarası. Hadi yavrum...


-Ama anneee, yarın İngilizceden yazılım var. İlk yazılı hem de...Çalışıyoruuuuum. Hem niye hep ben gidiyorum bakkala, biraz da abimi göndersenize?

Ne güzeldi o eski sonbaharlar...Ne mutluyduk hepimiz...Öyle değil mi?


NURSUN EREL 13 EKİM 2009

Pazartesi, Mayıs 24, 2010

Sekiz silindirli 66 Buick ve yaşamımızdan yitip gidenler


Kimdi o komşular? Nereye gittiler? Oğullarının ismi Gürbüz, kızlarınınki Gülten miydi? Karşımızdaki Saadet Apartmanının sokağa bakan birinci katında otururlardı, evlerinin balkonunu çepeçevre saran mor salkımlı evde. Nisanda mı Mayısta mı açardı mor salkımlar? Ortalık nasıl bir yağlıboya resim şölenine dönüşürdü? 

İlk taşındıklarında onlara “mahalleye hoşgeldiniz” demeye gitmiştik annemle. 

Evin hanımı Gönül Teyze biz pırıl pırıl temizlenmiş, limon kolonyası kokan salonda misafir etmişti. Ev iki oda bir salondu, pardon salon salomanje... Duvarda, Saatli Maarif Takviminin hemen yanında duran saatin sarkacıyla, uzayıp giden kurma zincirinin ucundaki siyah abanoz kozalaklar nasıl da hoşuma gitmişti. Yakınına gidip, ayaklarımın ucunda yükselerek incelemiştim saati:

 “Tik tak, tik tak...” sesleri arasında yelkovan ilerliyordu, birden üstteki minik pencere açılmış ve mavi minik kuş çıkıp “guguk guguk” diye dört kez öterek saatin dört olduğunu haber vermişti. Hiç beklemediğim için irkilmiştim kuşun hareketinden. 

Kolonya ikram edilmişti anneme ve halama, benimse başıma döküvermişti damlaları Gönül Teyze. 

Çocukluğumuzda bunu bize hep yaparlardı, bir keresinde gözüme kaçmıştı da nasıl canımı yakmıştı kolonya. Sonra bizleri beyaz Amerikandan (*) kolalı, çepeçevre dantelli örtü serilmiş masaya buyur etmişlerdi. 

Peçetem boynuma iliştirilmişti. Fırından yeni çıkmış, mis gibi kokan bademli kurabiyeleri, şekerli “paşa çayıma” bana bana yemiştim. Hala damağımda hissettiğim o lezzet muhteşemdi. Kayık tabaklarda çıtır çıtır susamlı simitler, beyaz peynir ve çilek reçeli detayı tamamlıyordu... 

Sonra köşedeki divana oturmuş, hele elime bir cilt “Çocuk Haftası” (**) verilince nasıl kopmuştum dünyadan, hanımların sohbetinden:

-İşte böyle Emine Hanımcığım. Merzifon’dan tayinimiz çıkar çıkmaz bizim bey Ankara’ya gelip kiralık ev aradı ama öyle zor bulduk ki, ancak 100 lira havaparası (***) ile tutabilmiş burayı. 

-İnsaf yok ki ev sahiplerinde Gönül Hanım, biz de havaparası ile girmiştik eve beş yıl önce. Ne yapalım, çocukların okuluna yakın, Pazartesi pazarına da. Kasabımız, bakkalımız hep ayak altı. 

-Kasaptan memnun musunuz? Tavuk, sakatat filan da bulunuyor mu? Görümcemler gelecekler yarın, güzel bir karaciğer, kuzu gömleği filan bulabilirsem bir ciğer sarma yapayım diyorum. 

Ben divanda Çocuk Haftasının sayfalarını büyülenmişçesine çeviriyor da çeviriyordum. Bir macerada Yıldırım Kaptan uzay gemisiyle gezegenler arasında mekik dokuyor. Bir diğerinde Süperman uçarak enselerine bindiği kötülerin hakkından geliyordu. 

Annemler yemek faslını bırakıp çoktan saksıda çiçek yetiştirme bahsine geçmişlerdi: 

-Ah şekerim o kadar severim ki begonyayı, sobadan uzak bir yere, pencere kenarına koyacaksın. Haftada bir sulayacaksın, bak görürsün nasıl güzel çiçek verir hemen. Canım her ayın beşleri kabul günüm, beklerim tamam mı ben de? 

Sonra fısıltıyla konuşmalarından, benim duymamı istemedikleri bir konuya geçmişlerdi: 

-Vallahi kardeşim, pek görüşülmüyor o hanımla. Nasıl anlatsam, nikahsız oturuyorlarmış Sadi Beyle. Metresiymiş yani. Aslına bakarsan Sadi Beyin nikahlı karısı ile evi Emek taraflarında bir yerdeymiş, buraya haftada iki gün geliyor. 

-A, nasıl görüşülsün ki kardeş. Kızlarımız var, hiç olur mu? Sizin bey ne diyor bu işe? 

-Ah şekerim, bir cürmümeşhut (****) olayı olur da mahallede rezalet filan çıkar diye korkuyor. Aslına bakarsan bizim bey pek karışmaz sağda solda ne olduğuna. Malum bankacılık zor iş, hele yıl sonlarında devamlı mesaiye kalır. Neredeyse geceyarısına doğru gelir zavallım eve. Amaan, geçinmek kolay mı bu zamanda?

Nikahsız oturmak”, “cürmümeşhut” laflarını kafamda evirir çevirir, bir türlü “yedi” numarada oturan o güzelim Suzan Hanımla bağdaştıramazdım. Dalgalı sarı saçları aklıma gelirdi. Balkonda oturup, bacak bacak üstüne atarak sigara içişi, kırmızı ojeli, uzun tırnaklı o güzelim elleri hayalimde canlanırdı. Hep akşamüstleri çıkardı balkona, duvara gerilmiş iplere bir frenk gömleği, bir fanila asar, dalgın hülyalı bakışlarıyla Sadi Beyin gelişini beklerdi. Mahallenin çocukları sokakta “yakantop oynarken” Sadi Beyin gelişi hemen duyulurdu sekiz silindirli siyah Buick arabasının homurtusundan.

Saadet Apartmanının biraz ilerisine park eder, elinde paketlerle inerdi arabadan. Bir keresinde annemle Kızılaydaki Trakya Şarküterisinde alışverişteydik, Sadi Bey girdi içeri:


 -“Merhaba Mahmutcuğum” dedi, “bir şişe Kulüp Rakısı, biraz Rus Salatası, füme dil, Rokfor peyniri ve lakerda ver. Ha, karışık turşuyu sakın unutma, kadınbudu da koy biraz” 

Diye isteklerini sıraladı. 66 model siyah Buick çalışır durumda şarküterinin hemen önünde duruyordu. “Annemle niye hiç selamlaşmazlar?” diye hayıflanırdım hep. Birgün, bir dakikacık da olsa o arabaya binebilsem ne olurdu sanki? 

Annem beyaz peynir ve sele zeytinini sardırıp 
çantasından çıkardığı bir mor bin lirayla ödemişti parayı. Paranın üstünü alıp, elimi sıkıca tutmuştu, aceleyle çıkmıştık dükkandan. 

-Anne, niye o amcayla selamlaşmadın? 

-Sen bilmezsin böyle şeyleri. Sus, yürü bakalım. 

Manavın önünden geçiyorduk, kiraz yeni çıkmıştı, minicik can erikleri ve henüz tam olgunlaşmamış domatesler de. O kadar yalvarmıştım anneme ama kiraz almamıştı: 

-Hayır, daha mevsimi gelmedi. Hem çok pahalı. Bak eve gidelim sana kedidiliyle muzlu pasta yapacağım tamam mı? Ama bak, söz verirsen uslu olacağına. Eve gider gitmez dersinin başına oturacaksın. 

-Biliyorum biliyorum, zaten yarın matematikten imtihanım var, çalışacağım. Ama önce mandolin çalacağım yarım saat tamam mı? Aaa, anne sol teli alacaktık hani? Hadi Kocabeyoğlu Pasajının arkasındaki dükkandan alalım mı n’olur.

Alışveriş sonrası eve dönmüştük. Annem radyonun düğmesini çevirmişti, odayı “Yurttan Sesler”den nağmeler doldurmuştu, sonra “Şimdi de Zeki Müren’den Bir Demet Yasemen şarkısını dinleyeceksiniz” anonsu yapılmıştı. 

Annem önlüğünü bağlayıp, kızartma tavasını ocağa koymuş, yağı kızdırırken şarkıya keyifle eşlik etmeye başlamıştı. 

Ne güzel, ne güzel bir gündü. Günler sonra bir akşam babam eve gelmiş, elindeki Akşam gazetesini salondaki sehpaya bırakıp, anneme anlatmıştı: 

-Hanım meğer Sadi Bey züccaciyeci değilmiş. Uyuşturucu kaçakçısıymış, Marsilya’da geçen gün tutuklanmış. 

Annem hayretler içinde babama bakmış: 

-A, aman yarabbi. Demek kadıncağızın apar topar taşınması bu yüzdenmiş ha? Biz de komşularla “bir allahaısmarladık bile demedi” diye dedikodusunu etmiştik. Sanki biz ona “hoşgeldin” demişiz gibi... Yazık. 

Koşup gazeteyi almıştım, 10.sayfada Marsilya mahreçli tek sütuna üç santimlik haberi okumuştum: 

“Türk işadamı baz morfin kaçakçılığından yakalandı. Arabasının bagajında şüpheli bir paket ele geçirilen işadamı S. B. “paket benim değil” dese de Fransız makamları tarafından tutuklanarak cezaevine konuldu. Mahkemesi önümüzdeki günlerde başlayacak olan işadamı S. B. Türkiye’de cam eşya ticareti ile iştigal ediyordu.” 

Tuh, demek bir türlü ön koltuğuna oturamadığım 66 Buick artık iyiden iyiye hayal olmuştu. O sayfayı kapattım, 3. Sayfayı çevirdim, Hoş Memo bandının karikatürlerine neşeyle bakmaya başladım. Annemle babamın sesi geliyordu içerden?

-Ooooo, hamsi tava ha? Aman hanım biraz da pastırma dilimleyeyim mi? Ama bu mükellef sofraya bir kadeh rakı olmadan oturulur mu? 

-Seni gidi seniii. O zaman bana da bir kadeh Papazkarası koy olmaz mı? (*****) 


(*)Amerikan Bezi de denilen patiska kumaş. 
(**) 60’lı yıllarda zirveye oturan haftalık yayınlanan çocuk dergisi. 
(***) Konut kıtlığı çekilen yıllarda ev sahiplerinin ev kiralarken kiracıdan bir defaya mahsus aldığı para. (****) Medeni Kanunda zinanın suç sayıldığı yıllarda, kolluk gücü eşliğinde düzenlenen suçüstü yakalama hareketi.         
(*****)O yılların sepetli şişede satılan kırmızı şarabı.                               

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...