Bu Blogda Ara

İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Ocak 07, 2024

Dediğim dedikçi babaanne! Halide Edib




Topluma mal olmuş isimlerin “sade birer insan gibi” sürdürdükleri yaşamlarını merak edip, sorgulamaz mısınız?

Sayısız kitaba, makaleye imza atmış, savaşların, sürgünlerin acısını yaşamış, konferansların kongrelerin yıldızı olmuş, kocası tarafından aldatılma eziyetini yaşamış, Mustafa Kemal Atatürk’le görüş ayrılığına düşüp siyasi çevrelerden dışlanmış bir kadın yazar için şu sorular aklınızdan geçmez mi mesela?


-Babaanne olarak şefkatli miydi? Torununu elinden tutup okula yazdırırken 5 lira verip dolmakalem almak varken, neden onu ille de hokka-divit kullanmaya mecbur etti?


-Kendisinden 17 yaş büyük kocası tarafından aldatıldığını, üstelik Zeki Beyin o kadını da nikahına almak istediğini  öğrenmek ona nasıl bir azap yaşattı? Yüreğindeki acıyı hangi romanlarına döktü?


-Onu mandacı diye yaftalamak isteyenlere, hatta Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına  karşı nasıl bir direniş gösterdi?


Buna benzer o kadar çok soru vardı ki aklımda…


İlk kez sinemaya uyarlanmış “Sinekli Bakkal”la çocukluğumda tanıdığım, yıllar içinde giderek artan bir hayranlıkla, okyanusu andıran külliyatını parça parça okumaya çalıştığım  Halide Edib tutkum hiç tükenmedi, hele İpek Çalışlar’ın Halide Edib -Biyografisine Sığmayan Kadın’ıyla,bu saplantım daha da arttı… Kitabın ilk baskısını bir Paris yolculuğu öncesinde almış, altını çize çize okumaya başlamıştım ki, uçakta yanımda oturan adam, “o okuduğunuzu başkalarının okuma ihtimali yok mu? Onları satırları çizerek şartlandırmak haksızlık olmaz mı?” Diye sorunca, yol boyu sohbette, Halide Edib üzerine konuştuk, İstanbul’a sıkça gelen İngiliz işadamı ünlü yazarımızın adını ilk kez duymuştu, bense tüm dünyanın onu okumasını, bilmesini istiyordum… Biyografisine Sığmayan Kadını, büyük keyifle Paris’te parklarda, kafelerde, metrolarda yutarcasına okudum, Ankara’ya dönerken de yıllardır orada yaşayan arkadaşım Ayşegül’e bıraktım, onunla birlikte yaban ellerdeki dostların okumasını da gönülden istiyordum.


İpek Çalışlar, biyografinin genişletilmiş baskısını geçen yıl Ankaralılara bir imza gününde sundu, üstelik öncesinde düzenlenen söyleşide Halide Edib’in torunu Ömer Sayar da vardı, ikilinin anlattıklarını büyük ilgiyle, belleğime kazımak istercesine  dinledim… 


Ömer Sayar’la sonunda bir çay sohbetinde buluştuk, babaannesini konuştuk.


Ömer Bey çocukluğunu, babasının işleri nedeniyle Adana’da yaşamış, Köprülü’de bir hocanın dört sınıfı birden okuttuğu ilkokulu bitirince annesi, -oğlumu Galatasaray’a yazdıracağım, imkanlarımız yetmezse çamaşıra gider okuturum- diye ısrarcı olmuş. 


Küçük Ömer, Halide Hanım’ı ilk kez, Galatasaray’a kaydolmak üzere annesiyle geldiği İstanbul-Laleli’deki evinde (Antalya Apartmanı) tanımış:


-Şimdi bile  aklımda, kapıyı bize simsiyah tenli yardımcı kadın açtı, girdik. Birazdan oturduğumuz salona, gözünde -hani şişe dipli- denir ya, öyle kalın camlı gözlükleriyle, çatık kaşlı, babaannem olduğunu tahmin ettiğim kadın, (annemin teyzesi) girdi. Topuklarını yere sertçe vurarak yürüyordu, özenle taranmış topuz yapılmış beyaz saçları ve ağızlıkla içtiği sigarasıyla ilk anda, tahakküm etmek isteyen biri gibi göründü bana,  - nasılsın küçük?- diye sordu o kadar.

Ertesi gün Halide Edib, torununu kolundan tutup Galatasaray’a kayıt için götürüyor, okul kalabalık, herkes kayıt sırasında, ikili okul müdürü Behçet Gücer’in yanına çıkıyor, küçük Ömer’in “leyli”  (yatılı)  devam edeceği okula kaydı tamamlanıyor:


-Kayıt bitti, Behçet Bey, -hanımefendi bir dolmakalem lazım Ömer’e- dedi.. Babaannem nedense kabul etmedi, -ink-pot’la (hokka) yazar- dedi. Yıl 1945, Galatasaray’da herkesin dolmakalemi var, yalnızca ben hariç… 


Okuldaki talebeler çeşit çeşit, kimi İstanbul’un zengin ailelerinden, kılık kıyafet mükemmel, kimi taşradan vali çocuğu, kimi hali vakti yerinde eşraf aileden, bir de benim gibi leyliler (yatılılar) var…Önümdeki sırada oturan çocuğu annesi getirmişti, kılık kıyafeti mükemmeldi, benim mürekkep hokkam, sıram sallandıkça yerinden oynuyor, çocuk birden ayağa fırlayıp bağırdı: 


-Dökülecek, mürekkep üstüme dökülecek


-Nereden dökülecek?


-İşte şu hokkadan,  Ömer’in hokkasından…


O gün benim lakabım okulda -hokka- oldu. Galatasaraylılar bilir, herkes birbirini isimleriyle değil, lakaplarıyla anar… Benimki de 867 hokka. Oğluma vasiyet ettim, ölüm ilanımda 867 Hokka Ömer Sayar olarak adım yazılsın istedim…


Ömer Beyin yatılılık yılları acaba nasıl geçiyor, hafta sonları evci çıktığında babaannesi onu evde baklava börekle karşılayıp, öpüp severek bağrına basıyor mu?


-Pek öyle olmazdı, herkes okula gelir oğluna sarılır alır götürürdü, bir tek benle Harun Köknar kalırdık, hava neredeyse kararmaya yüz tutar, bizim siyahi yardımcı sallana sallana gelir beni alırdı. Antalya Apartmanındaki eve varırdık, Halide Edib pek bayılmazdı beni gördüğüne, zaten suratı hep asık olurdu… Kurabiye filan da yapmazdı, mide rahatsızlığı yüzünden yemekle hiç arası yoktu. Varsa yoksa ıhlamur içer, yulaf lapası yerdi.


Haziran ayında yaptırılan iki buçuk katlı eve taşınıldı.


-Merakları var mıydı? Yazma okuma dışında?


-O yıllarda İstanbul’da evlerde kanasta (bir tür iskambil oyunu) oynanırdı, kimi zaman pasyans (bugün solitaire deniliyor) açardı, hatta bir gün evde Adnan Bey de var, Halide Edib’in yine elinde iskambil destesi, ben lise sondayım, zelzeleyi hissettik, ben saniyeler içinde merdivenlerden aşağıya koşarak kendimi evden dışarı attım, Adnan Bey de öyle… Bir kaç saniye kapının dışında durduk, sonra Halide Edib’in gelmediğini farkettik, koşarak yukarı kata çıktık, bize şöyle küçümser gibi bir baktı:


-Ne korktunuz bu kadar? Ne vardı bu kadar korkacak?


Sonra sakin sakin elindeki iskambil kağıtlarını masaya sermeye devam etti…


——Halide Edib aldatıldığını anlıyor——


Halide Edib, Cumhuriyetin ilanından önce, yani şeriat hukukunun geçerli olduğu yıllarda “eşini boşayan ilk kadın” sıfatını taşıyor, “acaba bu nasıl oldu?” Diye sordum torununa, babasının tanıklığıyla detayları anlattı:


-Zeki Bey çapkın, şimdiki deyimle -libidosu yüksek- mi derler? Dışarıya ilgisi hiç bitmiyor, oysa Halide Edib’le aralarında 17 yaş var, matematik dersleri verdiği Halide’yi daha okurken etkiliyor, babası bu aşka şiddetle karşı çıkıyor, çünkü sadece yaş farkı değil mesele, o sırada Zeki Bey evli ama Halide’nin evlenme ısrarına karşı koyamıyor, sadece Zeki Beyin karısından boşanmasını şart koşuyor, ancak ondan sonra evlenebiliyorlar, o arada bir kağıt almış elinden Zeki Beyin, -erkek eğer 2. Hanım alırsa karısına boşanma hakkı doğar- diye.


-Sonra bir kadınla mı yakalıyor Halide Edib kocasını?


-Bu olayı ben babamdan dinledim. Halide Edib’in 31 Mart Vakasından sonra uzunca bir süre  Mısır’da kalış süreci var, oradan dönüşte ilk olarak kocasını ziyaret etmek istiyor, Galatasaray’daki lojmanına gidiyor, kapıdaki bekçi onu görünce:


-Sen kimsin hanım? Ne için geldin?


-Ben Salih Zeki Beyin eşiyim, onu ziyarete geldim


-Allah allah sen biraz önce gelmemiş miydin?


Diyor, o anda anlıyor ki, kendisinden önce içeri giren bir başka kadın…


Salih Zeki ile tartışıyorlar, o Halide Edib’in üstüne Münevver Hanımı eş olarak almakta ısrarlı, ama boşanmak da istemiyor, belki de Halide Edib’le evlenirken ilk eşinden boşanmasının şart koşulmasını içinden hala atamamış, belki bu evliliği onun rövanşı gibi düşünüyor, ama Halide Edib’in babasının elinden aldığı kağıt işe yarıyor, mahkemeye gidiliyor, Zeki Bey -boş ol- demek zorunda kalıyor, böylece Cumhuriyet öncesi kocasını ilk boşayan kadın oluyor Halide Edib.


—-Seviyye Talip, Handan romanları—-


-Salih Zeki’nin kendisini aldatması Handan romanında da geçer değil mi?


-Orada da vardır ama asıl Seviyye Talip romanında dile getirmiştir içindeki fırtınayı. Hatta romanda bu defa kocasını aldatan evli bir kadındır, o yüzden büyük infial yaratmıştır roman. 31 Mart Vakasının yobaz isyancıları, Halide Edib’i -çocuklarınla birlikte öldürürüz seni- diye tehdit etmişler, bunun üzerine babaannem çocuklarıyla önce Amerikan Kolejine sığınmış, ardından olaylar sürerken  Mısır’a adeta sürgün gibi gitmiştir…


Ömer Sayar’ın 13 yıl boyunca yaşadığı evde, Halide Edib’in ikinci eşi olan Adnan Adıvar ile olan ilişkileri acaba nasıldı?


-Adnan Bey, Almanya’da tıbbiyede okumuş, mükemmelin üç kat ötesinde, kusursuz, son derece mütevazı bir insandı, muayenehanesi de vardı ama o yıllarda doktorlar hep eve çağrılırdı, bizim ailenin hatta Salih Zeki’nin de doktoruydu. Her sabah ayakkabılarını kendisi pırıl pırıl boyar, parlatırdı, bir gün sormuştum, -yol üzerinde ayakkabı boyacısı var, neden ona boyatmıyorsunuz?- diye, cevabı şu oldu, -ayağımı sandığa koyacağım, boyacıya tepeden bakmak gibi olacak, içime sinmez- demişti. 


Ömer Sayar, Adnan Adıvar’ın 1956’daki ölümüyle Halide Edib’in tek başına kaldığını, yalnızlığa düştüğü yaşamının son yıllarını Vedat Günyol’un gölgesinde geçirdiğini anlattı. Babaannesinin okunaksız bir el yazısı olduğunu, daktilo kullanmayı bir türlü öğrenemediğini, kimi kitaplarını Vedat Günyol’a daktiloda dikte ettirerek kayda geçirdiğini söyledi. 


Acaba Halide Edib’in yalnızlığı biraz da “dediğim dedikçi” otoriter kişiliğinden kaynaklanıyor olabilir miydi? Ömer Sayar bir anektodla yanıt verdi:


-Haldun Taner’le birlikte bir roman seçim jürisinde bulunuyorlar, Halide Edib karar günü geliyor, -şu eseri birinci seçersiniz- diyor, jürideki kimseden tık yok, Haldun Taner bir başka roman için görüşünü soruyor, -şu eser için ne düşünürsünüz?- diye, Halide Edib, -eh onu da ikinci seçersiniz- diye cevap veriyor, Haldun Bey bunun üzerine  “dediğim dedikçi” lakabını kullanıyor Halide Edib için.


Sayar ile  sohbetimizde, Halide Edib ile aralarında pek babaanne-torun muhabbeti yaşanmadığı izlenimini aldım, ancak Ömer Bey buna üzülmek yerine Halide Hanımın “mandacılıkla itham edilmesine üzüldüğünü” anlattı, bu haksızlıkları kanıtlayan pek çok alıntı üzerinde durdu, onları da paylaşacağım.


Perşembe, Eylül 30, 2021

İstanbul’da başıma gelenler!




İstanbul’un en  kalabalık caddesinde (Büyükdere), üstelik de günün en civcivli zamanında, farkına bile varmadan cüzdan kaybetseniz, dakikalar sonra “altın kalpli insanlar” tarafından bulunan cüzdan size teslim edilse “bu ne şans?” Demez misiniz?


Dün başıma gelen olayı sizinle paylaşayım: 


24 saatliğine İstanbul’a gitmiştim, bir yakınımın cenaze törenine katılacak, ardından meslektaşlarımla  buluşacaktım. Cenaze töreni Büyükdere Caddesindeki camide, davetli olduğum yer ise 1.5 km ötedeydi. Akşamüstü adeta kilitlenen trafikte ne taksi bulmak mümkündü, ne de bulsam bile kim bilir oraya kaç saatte varacaktım? Yürüyerek gitmek en mantıklısıydı, elimde telefon, verilen adresi arıyordum, 15 dakika sonra telefonum çaldı:


-Nursun Hanım?

-Benim?

-İsmim Uğur Derviş, cüzdanınızı kaybettiniz sanırım, kızımla birlikte bulduk, siz neredeyseniz getirelim…


Tam deyimiyle şok geçirdim, çünkü henüz, cüzdanımı düşürdüğümden haberim bile yoktu, telefonumdaki sistemle adres ararken telefonumu çantama bir koyup bir çıkardığım sırada cüzdanım düşmüş olacaktı, içinde bütün kimliklerim, kredi kartlarım, ehliyetim biraz da param vardı. 


Böyle durumlarda hızlı düşünüyor insan:


-İyi de, cüzdanımı bulanlar benim telefonuma nasıl ulaşmış?Aman aman, ya bu işin içinde bir iş varsa?


Telefonum tekrar çaldı, bu kez öfkeli bir sesle konuşuyordu arayan:


-Nursun Hanım biz hırsız olsak size cüzdanınızı vermeye kalkışır mıyız? Güvenlikçiler buradan ayrılmamıza izin vermiyor, cüzdanı size teslim etmemiz için polisin gelmesi gerekiyormuş…Siz buraya gelemez misiniz?

-Geleyim ama siz neredesiniz?

-Terkedilmiş durumda iki siyah gökdelen var, Tatlıcı Binaları. Onların girişindeki merdivenlerde bekliyoruz.


Tam o sırada yağmur başladı, telaşla koşar adım yürürken “bir bu eksikti” dedim, neyse ki oğlumdan ödünç aldığım şemsiye çantamdaydı, çıkarıp açtım,  birer hayalet gibi göğe yükselen simsiyah kulelere ulaştım, baba-kız, binanın güvenlik görevlisiyle birlikte oradaydı, selamlaştık, isimlerini öğrendim, “nasıl oldu, cüzdanımı nerede buldunuz?” Diye sordum, Uğur Bey anlattı:


-Kızımı okuluna götürüyordum, baktım yerde yeşil bir şey, önce kumaş parçası sandım, elime alınca cüzdan olduğunu farkettim. Kızımla içine baktık, kartvizitinizdeki telefon numarasını görünce sizi aradık. Fakat o sırada binadan çıkıp yanımıza gelen  bir başka güvenlikçi, “Sen Suriyeli misin? O cüzdanı ne yapacaktın?” Diye bağırarak sormasın mı? Adeta beni hırsızlıkla suçladı, işte o sırada sizi tekrar aradım. Cüzdanı ancak polis ekibinin tanıklığında teslim edebileceğimi söylediler, ekibi çağırdılar, bekliyoruz…


Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Benim için “yaşamsal önem taşıyan” kimlikleri, ehliyeti, kredi kartını yeniden çıkartmak kim bilir ne kadar zor olacaktı. Üstelik İstanbul gibi yerde, akşam saatlerinde cebimde 5 kuruş para ve kimlik olmadan ne yapabilirdim?



Bekleyiş 15-20 dakika sürdü, sonra polisler geldi, kimliğimi görmek istediler, olayın detaylarını öğrendiler ve “cüzdanınıza bir bakın eksik var mı?” Diye sordular… Hayır, her şey tamamdı. Uğur Beyin kızına okul için bir şeyler alsın diye küçük bir harçlık vermek istedim, kesin bir dille reddetti.


O anda onların boynuna  sevinçle, minnet duygularıyla sarılabilirdim ama kendimi tuttum, ne de olsa pandemi ortamındaydık, art arda teşekkürler ettim. Benim için onca zahmete girmişler, üstelik hırsızlık suçlamasıyla bile karşılaşmışlardı. Güvenlikçiye tartışmaları ve gidecekleri yere geç kalmaları da cabasıydı…



Ne mutlu, insanlık ölmemiş daha değil mi?


Bazen durup düşünüyorum, “dünyanın şanslı kuluymuşum” diyorum kendi kendime… Dün bir kez daha bunu yaşamış oldum. 


Ha, unutmadan söyleyeyim, meslektaşlarımla sohbet sonrası eve metroyla döneyim dedim, çünkü trafik hala kilitlenmiş durumdaydı. O sırada yağmur yeniden başladı, metroya binip bir kaç istasyon  sonra indim, yağmur iyice şiddetlenmişti, “nasılsa şemsiyem var” diye seviniyordum, çantama baktım ama yoktu… Sanırım onu da metroda unutmuştum…


Ne olacak yahu benim bu halim?

Pazartesi, Ağustos 16, 2021

Nunu’dan Leyla’ya










Piticik, sen ne zaman büyüdün de “iki” yaşına geliverdin bakiim? 


Oysa dün gibi aklımda, annenle babanın bize “bebek geliyor” müjdesi verdiği günler… 


Sen annenin karnında mışıl mışıl uyurken üçümüz Bodrum’da denize girmiş de, paparazziye bile yakalanmıştık.


Hele, İstanbul’da yaşama gözünü açtığın o 16 Ağustos 2019 günü nasıl da heyecanlıydık. Pespembe gülümsemenle minik yatağına koyuverdiler seni de, hepimiz sevinç gözyaşlarına boğulduk… Yaşamımıza mucize gibi girdin.


Sonra günler, aylar geçti, birlikte ne hoş, nasıl sevgi dolu zamanlar geçirdik di mi? 


Sen “babaanne” diyemiyordun da “nunu” ismini takmıştın bana, plajdaki kocaman şezlongda neşeyle zıplayıp dururken “pis sinek” (*)  şarkısını çaldırıyordun. Kumsaldaki  kedileri, “kopak”ları (Enecan Ablan köpeklere böyle diyordu!)  sarılıp sarılıp öpüyordun, ne çok sevdik seni, bağrımıza sıkıca bastık.


Dilerim yaşamın hep aydınlıklar, mutluluklarla geçsin Leyloş, gölgeler karanlıklar senden uzak olsun. Benim dileğim bu… 


Seni çok seviyorum ve senden 100 yıl önce doğmuş bir “büyük dede”, Kurt Vonnegut’un öğütleriyle sesleniyorum sana… Time Dergisi ondan 2088 yılı için bir mektup yazmasını istemiş, o da bunları yazmış. (Sen iki yaşında, olanlardan habersizdin Leyloşum, o sırada ülkemizde pek çok yangın ve sel yaşanıyordu!)


“2088’in bayanları ve bayları…


Umarım kör cahil optimistleri lider konumuna getirmekten vazgeçmişsinizdir. Şu an ihtiyacımız olan liderler, inatla yaşama tutunarak doğaya karşı nihai bir zafer kazanacağımızı iddia edenler değil, doğanın hırçınlığını ve makul ateşkes koşullarını dünyaya gösterecek kadar cesur ve zeki olanlardır.


Ateşkes koşulları şunlardır:


1. Nüfusunuzu azaltıp sabitleyin.

2. Havayı, suyu ve toprağı kirletmekten vazgeçin.

3. Savaşa hazırlanmayı bırakıp gerçek sorunlarınızla ilgilenin.

4. Hala yapabiliyorken çocuklarınıza ve elbette kendinize etrafınızdakileri öldürmeden küçük bir gezegende nasıl yaşayabileceğinizi öğretin.

5. Bir trilyon dolar harcarsanız bilimin her şeyi çözeceğine inanmayı bırakın.

6. Siz ne denli yıkıcı ve savurgan olursanız olun, torunlarınızın bir şekilde başka gezegenlere göç edip düzgünce yaşayacağını düşünmekten vazgeçin. Bu hem zalimce hem de aptalca.

7. Ve bunun gibi falan işte.”


Leyloşum, seni çok seviyorum.



(*)  https://youtube.com/watch?v=e8LMmqk6NZs&feature=share

Cuma, Nisan 05, 2019

Elveda Mukadder Teyze


Ne kadar çok severdim sizi, annemle babamın gençlik arkadaşıydınız... Anneme tavlayı siz öğretmişsiniz, bana da o öğretmişti, sizin tavla partilerinizde çaktırmadan  taş çalar ve çok eğlenirdim... Bursa Kemalpaşa’da gençlik yıllarınızı annemle birlikte geçirmişsiniz... Ağabeyime küçüklüğünde küfür etmeyi de siz belletmişsiniz... Sonra Ankara’da, Bade Sokakta oturduğunuz, TMO’da çalıştığınız yıllarda çok yakındık sizinle... Ne kadar güzel elleriniz vardı ve nasıl marifetli... Şapka gibi kapattığınız mantınız meşhurdu, sizin yaptığınız çiğ böreğe, aşureye, tavuklu pilava doyum olmazdı...
Yalnızlık zor, Bilecikli olduğunuzu bilirdim, kardeşiniz ve yeğeninizle nedense görüşmezdiniz, bir gün geldi 75. Yıl Huzurevine yerleştiniz, eviniz de açıktı, ara sıra uğrardınız, sonra Urla’ya Darüşşafaka’ya nakletmek istediniz, evinize birlikte gittik, sevdiğiniz bir kaç parça eşyanızı topladık, bana Prag’dan aldığınız kristal bardakları hediye ettiniz... Boğazım düğüm düğümdü...

En önemlisi de bir gün bana dediniz ki:

-Bak bu küpeleri sana vermek istiyorum... Çünkü onları bana anneciğin, tam altmış yıl önce, nişanımda takmıştı...

Urla’da ziyaret etmiştik sizi... Ne kadar mutluydunuz...

Ve bu akşam bizlere veda ettiğinizin haberini aldım... Gittiğiniz yerde mutlu olun, annem, babam ve halama sevgimi iletin...
Sizi hiç unutmayacağım, elveda♥️♥️♥️

Çarşamba, Şubat 04, 2015

Kuleli Ziyareti ve sürprizler




Kuleli Askeri Lisesini kaderine terk ettiler ya, insanın içi yanıyor... Boğaza muhteşem bir inci broş gibi iliştirilmiş bu zarif ama azametli binanın, “benim sonum ne olacak?” Dercesine orada sessizce duruşuna kimsenin kulak astığı yok... Acaba neyin intikamı diyorum? 

Gururla söylemem gerekir ki, eşim Feyzan Erel bu okuldan mezun... Kuleli anılarını, ondan hep keyifle dinledim,  okulun koridorlarında, dersliklerinde, spor salonunda, yatakhanesinde, bahçesinde yaşadıklarını... Çalışma masasının, ders yaptıkları sınıfın tam pencere kenarında olduğu ve ders dinlerken güzelim boğazı nasıl seyrettiği benim de hayalimde yer etti... Okul tabldotunda sıkça yer alan onun en sevdiği  Elbasan Tava ve Revaninin lezzetini sanki ben de damağımda duyumsar gibiyim...

Bunca yıldır Kuleli'nin önünden kim bilir kaç kez geçtik, Boğaz'ın öbür yakasından  nasıl keyifle seyrettik, hatta bir keresinde bahçesinde çay bile içtik ama görkemiyle insanı olağanüstü etkileyen bu gizemli binanın içine girmek bugüne kadar kısmet olmamıştı... Ta ki değerli dost, Kara Kuvvetleri eski komutanı emekli orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu (4 Ağustos 2011-23 Ağustos 2013) bizleri okulu gezmeye davet edinceye kadar... Tabii okula Kıvrıkoğlu'nun, sınıf arkadaşı olarak Feyzan'ın yanı sıra beni de davet etmesi, tamamen bir rastlantı... Ama ne rastlantı, bunun için sayın Kıvrıkoğlu'na ne kadar teşekkür etsem azdır...


İşte o gün Kuleli'de geçirdiğimiz saatler öyle unutulmaz iz bıraktı ki...  Okul komutanı Kurmay Albay Muammer Aygar bizi çok değerli bilgilerle donattı, okulun ta 19. Yüzyıla dayanan geçmişini, geçirdiği evrimi, şu anki durumunu, öğrenci yapısını, müfredat programını, sosyal etkinliklerini, dünyadaki benzerleri ile kıyaslayarak  anlattı...

Okulun  koridorlarında dolaştık, dersliklerine girdik, öğrencileriyle, öğretmenleriyle sohbet ettik. Kalemişi bezemeli duvarlarını, müzesini, kütüphanesini hayranlıkla inceledik ve Kuleli'yi daha yakından tanımış olduk...

Hele ben, o yıllarda henüz karşılaşmadığım eşim Feyzan'ın ders dinlerken Boğaz'ı seyrettiği sırayı gördüm, gecelerini geçirdiği yatakhaneyi, giysilerini sakladığı dolabı, saatlerce ders çalıştığı etüd salonlarını  inceledim, öyle farklı duygulara kapıldım ki...


Öğlen yemeğinde Kuleli'nin geleceğe umutla bakan gençleriyle buluşmaksa ayrı bir güzellikti... Patates oturtması, pilav, zeytinyağli taze fasulye, salata ve kabak tatlısına hep birlikte kaşık salladık, yaşama dair olguları paylaştık, dertleştik...
Kahvelerimizi ise Kuleli'nin Kulesi'nde içtik... Boğaz'ın mavi sularını Kulelerden kuşbakışı izlemek nasıl da dinlendiriciydi...

Ama bu muhteşem Kuleli ziyaretinin en unutulmaz sürprizi dönüş yolunda, bir koridorda karşımıza çıktı... Okulun geçmişteki başarılarını, spor karşılaşmalarından kazandığı kupaları, madalyaları sergileyen vitrinlerden birinde sevgili eşim Feyzan Erel'in fotoğrafı duruyordu... Kuleli Askeri Lisesi o yıl, Türkiye atletizm şampiyonu olmuştu, Feyzan'ın yüzündeki gülümseme o gururu anlatıyordu...

Mutluluğun resmi ancak böyle yapılabilirdi doğrusu... Sağolasınız Sayın Hayri Kıvrıkoğlu... Sana ve okul arkadaşlarına nice nice mutlu yıllar Feyzan'cığım...

NOT: Bu ziyaret ve yazının 1.5 yıl sonrasında  yaşanan 15 Temmuz Darbe Girişimi sırasında, Kuleli’nin o gün bizi konuk eden komutanı Muammer Aygar’ın Boğaz Köprülerini  ve yolları kapatmakla görevli bir “Kripto Fetöcü” olduğunu öğrenmek ise tam bir şoktu hepimiz için... “Kimbilir Kuleli’de kaç öğrenciyi ideolojik saplantılarıyla zehirlemiş, kaçını ideallerinden alıkoymuştu?” Diye düşündüm. Hele Aygar’ın Antalya’da yakalanmaktan korkup içine saklandığı bir gardropta yakalanmış oluşu, neler neler düşündürttü.

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...