Bu Blogda Ara

İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Haziran 10, 2024

“Bir kadın!” Fatma Aliye



Huzurlu bir yaz tatilinde  “kitap okumak” gibisi yok, ne var ki benim kitap seçimlerim çoğu kez bağımsız olamıyor, kimi nedenlerle başkalarının taleplerine uymak zorunda kalıyorum. 


-Peki, bundan şikayetçi miyim?

-Değilim, çünkü okumak başlı başına bir keyif


Şu anda Bodrum’da tatildeyiz, buradaki kitaplıkta bir ayıklama yaptım, kimi kitapları Ankara’ya götürmek istiyordum, derken uzun süre önce alıp henüz okuyamadığım bir kitap geçti elime… Fatma Aliye’nin (*) “Udi”si… Kitabın kahramanı Bedia, çocukluk ve gençlik yıllarında müziğe tutku duyan bir kadın, babası Nazmi Beyin teşvikiyle merak sardığı çalgılara çalışıyor, keman ve kanunu kusursuz çalmayı öğreniyor, ama en sonunda sesine-tınısına hayran olduğu udda karar kılıyor. Bedia yaşamını Şam’da sürdürürken yakışıklı bir yüzbaşı Mail ile “gözü kapalı” bir evlilik yapıyor ama eşinin çapkınlığı nedeniyle evlilik sarsıntıya uğruyor, büyük acı ve eziyet  çekiyor. Kederini ve gözyaşlarını herkesten saklayarak, en büyük dostu olan udu ile paylaşıyor, onun nağmelerinde teselli arıyor. Sonuçta yaşadıklarını, “ilk kadın romancımız” kabul edilen Fatma Aliye’ye aktarıyor ve bu roman ortaya çıkıyor. 



Fatma Aliye ilk romanını dönemin “kadınları haklarından mahrum bırakan” koşulları nedeniyle  kendi ismiyle değil “Bir Kadın” rumuzuyla yayınlatmış, Udi romanı ise İkdam Gazetesinde 35 gün tefrika edildikten sonra kitap olarak 1899 yılında basılmış. Fatma Aliye’nin romanı dil ve kurgu açısından günümüzde “çağdışı” diye nitelendirilebilir ama doğrusu ben Udi’nin sayfalarında gezinirken Şam’daki sosyal yaşamı, roman kişileri arasındaki diyalogları ve betimlemeleri çok sevdim. İşte kitabın giriş cümlesi;


“-Mehtabın yansımasıyla parlak bir aynaya dönüşen havuza, yeşil-kızıl damarlı mermer  şadırvandan sular dökülüyor, ayın ondördüncü gecesinin pırıltısı, elektrikle ışıklandırılan fıskiyelerden akan sularla ortalığı zarif bir şekilde aydınlatıyordu…” 


O yıllarda Şam’da köleliğin devam ettiğini, evdeki temizlik işlerinde veya mutfakta çalışan kadınların, “ikinci sınıf” sayıldığını, erkeklerin “işret” (içki) ve “leylilik” (gece) alemlerine epey düşkün olduklarını, sadece müslüman kadınların değil, yahudi-hıristiyan tüm kadınların çarşaf giyerek dışarı çıkabildiklerini de romandan öğreniyoruz.

 


Fatma Aliye Hanımın  “Arap Harfleriyle, Osmanlıca”  kaleme aldığı romanı yeniden elden geçirip basıma hazırlayan Turkuvaz Yayınevi, orijinal metne sadık kalarak yeniden basmış ama günümüz Türkçesine çevirmeyip, metindeki Osmanlıca sözcüklerin anlamını her sayfanın altına yerleştirmiş. Udi’yi okurken bu durum insanı epey zorluyor, yazılanları kendiliğinden keyifli bir akış içinde okumak yerine ikide birde durup, alttaki sözlüğe bakmak zorunda kalıyorsunuz, kimi zaman alttaki sözlüklerin sayısının kimi sayfaların yarısını kapladığını söylersem, sıkıntıyı anlarsınız sanırım.

Uzunca bir süre ben de uda merak sarmış, epey de ilerletmiştim, o yüzden Bedia’nın ud tutkusunu, kusursuzluğa ulaşma çabasını, daha önce meşk usulü ile öğrenip mızrap vurduğu udu, İstanbul’a gelince nota üzerinden daha da ilerletme çabasını anlıyorum. 

Fatma Aliye, romanında meşk ve aşk tutkusunu çok iyi anlatmış. Yüzbaşı Mail’in aşka düşüp bir türlü elinden kurtulamadığı, üstelik karısının  elmas broşlarını, altın bileziklerini bile götürüp taktığı musevi metresi Helvila ile Bedia arasında geçen bir diyalog var ki, ancak bu kadar güzel kaleme alınabilir, kadının ekonomik bağımsızlığına ilişkin bir yergiyi de dolaylı olarak dile getiren o satırların hakkını teslim etmek gerekir:


“…Bedia acı bir tebessümle:

-Zavallı Helvila, seviyorsun öyle mi? Ah, tuhaf. Siz insan sever misiniz? Bir adamın zatına şahsına olunan muhabbet nedir onu bilir misiniz? Siz aşktan muhabbetten anlar mısınız?…Siz aşıklarınızı yalnız para ve mallarını alarak soymakla bırakmazsınız. Artık soyulacak paraları malları kalmayınca onları namus ve haysiyet denilen feizailden dahi tecrit edersiniz. Onları dolandırıcılığa, düzenbazlığa, sirkate kadar isal eylersiniz…

Helvila mosmor kesilerek:

-Oh sitti (kızkardeş) bu hakaret çoktur. Evet! Sizin daima bileğinizde taşıyıp herkesin tanıdığı bilezikleri kabul etmekle kabahat etmiş olduğumu anlıyorum.Lakin bence bu bileziklerin makbul olması bir tamah eseri olmayıp ancak kendisini sevdiğim bir adam tarafından verilmiş olmasındandır…Fakat bunların hepsi kazanmak, geçinmek, dul validemi, benim küçüklerim olan yetim kardeşlerimi beslemek için değil midir?

Bedia (ekşi yüzle):

-Oh! Bedbaht! Yalnız böyle mi geçinilir? Yalnız Böyle mi kazanılır? Bohçacılık da edilir, dikiş de dikilir, çamaşıra da gidilir…”


Dikkatimi çeken diğer bir konu ise neredeyse bir asır önce sosyal yaşamda müziğin çok ön planda oluşu, o kadar ki, Fatma Aliye Hanım, klasik Türk müziği makamlarını, usullerini oldukça iyi bilen roman kahramanlarına yer vermiş, Bedia’nın babası Nazmi Bey, romanda “rast makamı”nı şöyle anlatıyor:

-Kızım, iptida (bütün incelikleriyle) perde-i rasttan başlayıp dügah, segah, çargah, neva, hüseyni evc, gerdaniye basarak, muhayyere kadar çıkıp badehu (sonra)  muhayyerden gerdaniye, acem-i hüseyni, neva, çargah, segah, dügah, rast, ırak, aşiran perdesiyle bir yegah açıp tekrar yegah, aşiran-ı ırak, rast, dügah açarak yine rastta karar eder…”


Bu satırları okurken, Türk Sanat Müziğinin okulu kabul edilen  TRT’nin bir kaç yıl önce pop-star yarışmaları açtığını anımsayıp, “Acaba rast makamını bu kadar iyi anlatacak uzmanlar hala kurum bünyesinde kaldı mı?” Diye merak ettim doğrusu.

 

Bir başka konu ise, Şam’dan İstanbul’a taşınan Bedia’nın kendisini aldatan eşi Mail’den boşanmak (talak) istemesi ve bir avukat tutarak bunu başarması. Oysa ben Medeni Kanunun adının bile duyulmadığı o yıllarda Türkiye’de ilk boşanma talep edip bunu başaran kadının Halide edip olduğunu düşünüyordum…


Fatma Aliye Hanımı doğumundan 162 yıl sonra kendi satırları ile anmak hoş bir duygu, iyi ki yaşamış ve yazmış.  Yalnız, eğer onun Udi romanını  alıp okumak isterseniz, üzerinde Fatma Aliye Hanımın resmi bulunan 50 liralık banknot (**) yetmeyecek bunu da dikkatinize sunmak isterim…


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Fatma_Aliye_Topuz

(**)https://www.cumhuriyet.com.tr/kultur-sanat/50-tlnin-uzerinde-fotografi-bulunan-fatma-aliye-topuz-kimdir-1957208


Pazar, Ocak 07, 2024

Dediğim dedikçi babaanne! Halide Edib




Topluma mal olmuş isimlerin “sade birer insan gibi” sürdürdükleri yaşamlarını merak edip, sorgulamaz mısınız?

Sayısız kitaba, makaleye imza atmış, savaşların, sürgünlerin acısını yaşamış, konferansların kongrelerin yıldızı olmuş, kocası tarafından aldatılma eziyetini yaşamış, Mustafa Kemal Atatürk’le görüş ayrılığına düşüp siyasi çevrelerden dışlanmış bir kadın yazar için şu sorular aklınızdan geçmez mi mesela?


-Babaanne olarak şefkatli miydi? Torununu elinden tutup okula yazdırırken 5 lira verip dolmakalem almak varken, neden onu ille de hokka-divit kullanmaya mecbur etti?


-Kendisinden 17 yaş büyük kocası tarafından aldatıldığını, üstelik Zeki Beyin o kadını da nikahına almak istediğini  öğrenmek ona nasıl bir azap yaşattı? Yüreğindeki acıyı hangi romanlarına döktü?


-Onu mandacı diye yaftalamak isteyenlere, hatta Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına  karşı nasıl bir direniş gösterdi?


Buna benzer o kadar çok soru vardı ki aklımda…


İlk kez sinemaya uyarlanmış “Sinekli Bakkal”la çocukluğumda tanıdığım, yıllar içinde giderek artan bir hayranlıkla, okyanusu andıran külliyatını parça parça okumaya çalıştığım  Halide Edib tutkum hiç tükenmedi, hele İpek Çalışlar’ın Halide Edib -Biyografisine Sığmayan Kadın’ıyla,bu saplantım daha da arttı… Kitabın ilk baskısını bir Paris yolculuğu öncesinde almış, altını çize çize okumaya başlamıştım ki, uçakta yanımda oturan adam, “o okuduğunuzu başkalarının okuma ihtimali yok mu? Onları satırları çizerek şartlandırmak haksızlık olmaz mı?” Diye sorunca, yol boyu sohbette, Halide Edib üzerine konuştuk, İstanbul’a sıkça gelen İngiliz işadamı ünlü yazarımızın adını ilk kez duymuştu, bense tüm dünyanın onu okumasını, bilmesini istiyordum… Biyografisine Sığmayan Kadını, büyük keyifle Paris’te parklarda, kafelerde, metrolarda yutarcasına okudum, Ankara’ya dönerken de yıllardır orada yaşayan arkadaşım Ayşegül’e bıraktım, onunla birlikte yaban ellerdeki dostların okumasını da gönülden istiyordum.


İpek Çalışlar, biyografinin genişletilmiş baskısını geçen yıl Ankaralılara bir imza gününde sundu, üstelik öncesinde düzenlenen söyleşide Halide Edib’in torunu Ömer Sayar da vardı, ikilinin anlattıklarını büyük ilgiyle, belleğime kazımak istercesine  dinledim… 


Ömer Sayar’la sonunda bir çay sohbetinde buluştuk, babaannesini konuştuk.


Ömer Bey çocukluğunu, babasının işleri nedeniyle Adana’da yaşamış, Köprülü’de bir hocanın dört sınıfı birden okuttuğu ilkokulu bitirince annesi, -oğlumu Galatasaray’a yazdıracağım, imkanlarımız yetmezse çamaşıra gider okuturum- diye ısrarcı olmuş. 


Küçük Ömer, Halide Hanım’ı ilk kez, Galatasaray’a kaydolmak üzere annesiyle geldiği İstanbul-Laleli’deki evinde (Antalya Apartmanı) tanımış:


-Şimdi bile  aklımda, kapıyı bize simsiyah tenli yardımcı kadın açtı, girdik. Birazdan oturduğumuz salona, gözünde -hani şişe dipli- denir ya, öyle kalın camlı gözlükleriyle, çatık kaşlı, babaannem olduğunu tahmin ettiğim kadın, (annemin teyzesi) girdi. Topuklarını yere sertçe vurarak yürüyordu, özenle taranmış topuz yapılmış beyaz saçları ve ağızlıkla içtiği sigarasıyla ilk anda, tahakküm etmek isteyen biri gibi göründü bana,  - nasılsın küçük?- diye sordu o kadar.

Ertesi gün Halide Edib, torununu kolundan tutup Galatasaray’a kayıt için götürüyor, okul kalabalık, herkes kayıt sırasında, ikili okul müdürü Behçet Gücer’in yanına çıkıyor, küçük Ömer’in “leyli”  (yatılı)  devam edeceği okula kaydı tamamlanıyor:


-Kayıt bitti, Behçet Bey, -hanımefendi bir dolmakalem lazım Ömer’e- dedi.. Babaannem nedense kabul etmedi, -ink-pot’la (hokka) yazar- dedi. Yıl 1945, Galatasaray’da herkesin dolmakalemi var, yalnızca ben hariç… 


Okuldaki talebeler çeşit çeşit, kimi İstanbul’un zengin ailelerinden, kılık kıyafet mükemmel, kimi taşradan vali çocuğu, kimi hali vakti yerinde eşraf aileden, bir de benim gibi leyliler (yatılılar) var…Önümdeki sırada oturan çocuğu annesi getirmişti, kılık kıyafeti mükemmeldi, benim mürekkep hokkam, sıram sallandıkça yerinden oynuyor, çocuk birden ayağa fırlayıp bağırdı: 


-Dökülecek, mürekkep üstüme dökülecek


-Nereden dökülecek?


-İşte şu hokkadan,  Ömer’in hokkasından…


O gün benim lakabım okulda -hokka- oldu. Galatasaraylılar bilir, herkes birbirini isimleriyle değil, lakaplarıyla anar… Benimki de 867 hokka. Oğluma vasiyet ettim, ölüm ilanımda 867 Hokka Ömer Sayar olarak adım yazılsın istedim…


Ömer Beyin yatılılık yılları acaba nasıl geçiyor, hafta sonları evci çıktığında babaannesi onu evde baklava börekle karşılayıp, öpüp severek bağrına basıyor mu?


-Pek öyle olmazdı, herkes okula gelir oğluna sarılır alır götürürdü, bir tek benle Harun Köknar kalırdık, hava neredeyse kararmaya yüz tutar, bizim siyahi yardımcı sallana sallana gelir beni alırdı. Antalya Apartmanındaki eve varırdık, Halide Edib pek bayılmazdı beni gördüğüne, zaten suratı hep asık olurdu… Kurabiye filan da yapmazdı, mide rahatsızlığı yüzünden yemekle hiç arası yoktu. Varsa yoksa ıhlamur içer, yulaf lapası yerdi.


Haziran ayında yaptırılan iki buçuk katlı eve taşınıldı.


-Merakları var mıydı? Yazma okuma dışında?


-O yıllarda İstanbul’da evlerde kanasta (bir tür iskambil oyunu) oynanırdı, kimi zaman pasyans (bugün solitaire deniliyor) açardı, hatta bir gün evde Adnan Bey de var, Halide Edib’in yine elinde iskambil destesi, ben lise sondayım, zelzeleyi hissettik, ben saniyeler içinde merdivenlerden aşağıya koşarak kendimi evden dışarı attım, Adnan Bey de öyle… Bir kaç saniye kapının dışında durduk, sonra Halide Edib’in gelmediğini farkettik, koşarak yukarı kata çıktık, bize şöyle küçümser gibi bir baktı:


-Ne korktunuz bu kadar? Ne vardı bu kadar korkacak?


Sonra sakin sakin elindeki iskambil kağıtlarını masaya sermeye devam etti…


——Halide Edib aldatıldığını anlıyor——


Halide Edib, Cumhuriyetin ilanından önce, yani şeriat hukukunun geçerli olduğu yıllarda “eşini boşayan ilk kadın” sıfatını taşıyor, “acaba bu nasıl oldu?” Diye sordum torununa, babasının tanıklığıyla detayları anlattı:


-Zeki Bey çapkın, şimdiki deyimle -libidosu yüksek- mi derler? Dışarıya ilgisi hiç bitmiyor, oysa Halide Edib’le aralarında 17 yaş var, matematik dersleri verdiği Halide’yi daha okurken etkiliyor, babası bu aşka şiddetle karşı çıkıyor, çünkü sadece yaş farkı değil mesele, o sırada Zeki Bey evli ama Halide’nin evlenme ısrarına karşı koyamıyor, sadece Zeki Beyin karısından boşanmasını şart koşuyor, ancak ondan sonra evlenebiliyorlar, o arada bir kağıt almış elinden Zeki Beyin, -erkek eğer 2. Hanım alırsa karısına boşanma hakkı doğar- diye.


-Sonra bir kadınla mı yakalıyor Halide Edib kocasını?


-Bu olayı ben babamdan dinledim. Halide Edib’in 31 Mart Vakasından sonra uzunca bir süre  Mısır’da kalış süreci var, oradan dönüşte ilk olarak kocasını ziyaret etmek istiyor, Galatasaray’daki lojmanına gidiyor, kapıdaki bekçi onu görünce:


-Sen kimsin hanım? Ne için geldin?


-Ben Salih Zeki Beyin eşiyim, onu ziyarete geldim


-Allah allah sen biraz önce gelmemiş miydin?


Diyor, o anda anlıyor ki, kendisinden önce içeri giren bir başka kadın…


Salih Zeki ile tartışıyorlar, o Halide Edib’in üstüne Münevver Hanımı eş olarak almakta ısrarlı, ama boşanmak da istemiyor, belki de Halide Edib’le evlenirken ilk eşinden boşanmasının şart koşulmasını içinden hala atamamış, belki bu evliliği onun rövanşı gibi düşünüyor, ama Halide Edib’in babasının elinden aldığı kağıt işe yarıyor, mahkemeye gidiliyor, Zeki Bey -boş ol- demek zorunda kalıyor, böylece Cumhuriyet öncesi kocasını ilk boşayan kadın oluyor Halide Edib.


—-Seviyye Talip, Handan romanları—-


-Salih Zeki’nin kendisini aldatması Handan romanında da geçer değil mi?


-Orada da vardır ama asıl Seviyye Talip romanında dile getirmiştir içindeki fırtınayı. Hatta romanda bu defa kocasını aldatan evli bir kadındır, o yüzden büyük infial yaratmıştır roman. 31 Mart Vakasının yobaz isyancıları, Halide Edib’i -çocuklarınla birlikte öldürürüz seni- diye tehdit etmişler, bunun üzerine babaannem çocuklarıyla önce Amerikan Kolejine sığınmış, ardından olaylar sürerken  Mısır’a adeta sürgün gibi gitmiştir…


Ömer Sayar’ın 13 yıl boyunca yaşadığı evde, Halide Edib’in ikinci eşi olan Adnan Adıvar ile olan ilişkileri acaba nasıldı?


-Adnan Bey, Almanya’da tıbbiyede okumuş, mükemmelin üç kat ötesinde, kusursuz, son derece mütevazı bir insandı, muayenehanesi de vardı ama o yıllarda doktorlar hep eve çağrılırdı, bizim ailenin hatta Salih Zeki’nin de doktoruydu. Her sabah ayakkabılarını kendisi pırıl pırıl boyar, parlatırdı, bir gün sormuştum, -yol üzerinde ayakkabı boyacısı var, neden ona boyatmıyorsunuz?- diye, cevabı şu oldu, -ayağımı sandığa koyacağım, boyacıya tepeden bakmak gibi olacak, içime sinmez- demişti. 


Ömer Sayar, Adnan Adıvar’ın 1956’daki ölümüyle Halide Edib’in tek başına kaldığını, yalnızlığa düştüğü yaşamının son yıllarını Vedat Günyol’un gölgesinde geçirdiğini anlattı. Babaannesinin okunaksız bir el yazısı olduğunu, daktilo kullanmayı bir türlü öğrenemediğini, kimi kitaplarını Vedat Günyol’a daktiloda dikte ettirerek kayda geçirdiğini söyledi. 


Acaba Halide Edib’in yalnızlığı biraz da “dediğim dedikçi” otoriter kişiliğinden kaynaklanıyor olabilir miydi? Ömer Sayar bir anektodla yanıt verdi:


-Haldun Taner’le birlikte bir roman seçim jürisinde bulunuyorlar, Halide Edib karar günü geliyor, -şu eseri birinci seçersiniz- diyor, jürideki kimseden tık yok, Haldun Taner bir başka roman için görüşünü soruyor, -şu eser için ne düşünürsünüz?- diye, Halide Edib, -eh onu da ikinci seçersiniz- diye cevap veriyor, Haldun Bey bunun üzerine  “dediğim dedikçi” lakabını kullanıyor Halide Edib için.


Sayar ile  sohbetimizde, Halide Edib ile aralarında pek babaanne-torun muhabbeti yaşanmadığı izlenimini aldım, ancak Ömer Bey buna üzülmek yerine Halide Hanımın “mandacılıkla itham edilmesine üzüldüğünü” anlattı, bu haksızlıkları kanıtlayan pek çok alıntı üzerinde durdu, onları da paylaşacağım.


Perşembe, Eylül 30, 2021

İstanbul’da başıma gelenler!




İstanbul’un en  kalabalık caddesinde (Büyükdere), üstelik de günün en civcivli zamanında, farkına bile varmadan cüzdan kaybetseniz, dakikalar sonra “altın kalpli insanlar” tarafından bulunan cüzdan size teslim edilse “bu ne şans?” Demez misiniz?


Dün başıma gelen olayı sizinle paylaşayım: 


24 saatliğine İstanbul’a gitmiştim, bir yakınımın cenaze törenine katılacak, ardından meslektaşlarımla  buluşacaktım. Cenaze töreni Büyükdere Caddesindeki camide, davetli olduğum yer ise 1.5 km ötedeydi. Akşamüstü adeta kilitlenen trafikte ne taksi bulmak mümkündü, ne de bulsam bile kim bilir oraya kaç saatte varacaktım? Yürüyerek gitmek en mantıklısıydı, elimde telefon, verilen adresi arıyordum, 15 dakika sonra telefonum çaldı:


-Nursun Hanım?

-Benim?

-İsmim Uğur Derviş, cüzdanınızı kaybettiniz sanırım, kızımla birlikte bulduk, siz neredeyseniz getirelim…


Tam deyimiyle şok geçirdim, çünkü henüz, cüzdanımı düşürdüğümden haberim bile yoktu, telefonumdaki sistemle adres ararken telefonumu çantama bir koyup bir çıkardığım sırada cüzdanım düşmüş olacaktı, içinde bütün kimliklerim, kredi kartlarım, ehliyetim biraz da param vardı. 


Böyle durumlarda hızlı düşünüyor insan:


-İyi de, cüzdanımı bulanlar benim telefonuma nasıl ulaşmış?Aman aman, ya bu işin içinde bir iş varsa?


Telefonum tekrar çaldı, bu kez öfkeli bir sesle konuşuyordu arayan:


-Nursun Hanım biz hırsız olsak size cüzdanınızı vermeye kalkışır mıyız? Güvenlikçiler buradan ayrılmamıza izin vermiyor, cüzdanı size teslim etmemiz için polisin gelmesi gerekiyormuş…Siz buraya gelemez misiniz?

-Geleyim ama siz neredesiniz?

-Terkedilmiş durumda iki siyah gökdelen var, Tatlıcı Binaları. Onların girişindeki merdivenlerde bekliyoruz.


Tam o sırada yağmur başladı, telaşla koşar adım yürürken “bir bu eksikti” dedim, neyse ki oğlumdan ödünç aldığım şemsiye çantamdaydı, çıkarıp açtım,  birer hayalet gibi göğe yükselen simsiyah kulelere ulaştım, baba-kız, binanın güvenlik görevlisiyle birlikte oradaydı, selamlaştık, isimlerini öğrendim, “nasıl oldu, cüzdanımı nerede buldunuz?” Diye sordum, Uğur Bey anlattı:


-Kızımı okuluna götürüyordum, baktım yerde yeşil bir şey, önce kumaş parçası sandım, elime alınca cüzdan olduğunu farkettim. Kızımla içine baktık, kartvizitinizdeki telefon numarasını görünce sizi aradık. Fakat o sırada binadan çıkıp yanımıza gelen  bir başka güvenlikçi, “Sen Suriyeli misin? O cüzdanı ne yapacaktın?” Diye bağırarak sormasın mı? Adeta beni hırsızlıkla suçladı, işte o sırada sizi tekrar aradım. Cüzdanı ancak polis ekibinin tanıklığında teslim edebileceğimi söylediler, ekibi çağırdılar, bekliyoruz…


Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Benim için “yaşamsal önem taşıyan” kimlikleri, ehliyeti, kredi kartını yeniden çıkartmak kim bilir ne kadar zor olacaktı. Üstelik İstanbul gibi yerde, akşam saatlerinde cebimde 5 kuruş para ve kimlik olmadan ne yapabilirdim?



Bekleyiş 15-20 dakika sürdü, sonra polisler geldi, kimliğimi görmek istediler, olayın detaylarını öğrendiler ve “cüzdanınıza bir bakın eksik var mı?” Diye sordular… Hayır, her şey tamamdı. Uğur Beyin kızına okul için bir şeyler alsın diye küçük bir harçlık vermek istedim, kesin bir dille reddetti.


O anda onların boynuna  sevinçle, minnet duygularıyla sarılabilirdim ama kendimi tuttum, ne de olsa pandemi ortamındaydık, art arda teşekkürler ettim. Benim için onca zahmete girmişler, üstelik hırsızlık suçlamasıyla bile karşılaşmışlardı. Güvenlikçiye tartışmaları ve gidecekleri yere geç kalmaları da cabasıydı…



Ne mutlu, insanlık ölmemiş daha değil mi?


Bazen durup düşünüyorum, “dünyanın şanslı kuluymuşum” diyorum kendi kendime… Dün bir kez daha bunu yaşamış oldum. 


Ha, unutmadan söyleyeyim, meslektaşlarımla sohbet sonrası eve metroyla döneyim dedim, çünkü trafik hala kilitlenmiş durumdaydı. O sırada yağmur yeniden başladı, metroya binip bir kaç istasyon  sonra indim, yağmur iyice şiddetlenmişti, “nasılsa şemsiyem var” diye seviniyordum, çantama baktım ama yoktu… Sanırım onu da metroda unutmuştum…


Ne olacak yahu benim bu halim?

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...