-Eh, sözde müttefikin yanında ezeli-ebedi komşunun lafı mı olur?
Bizimkiler de hemen ABD’nin dümen suyuna girdiler. Oysa Bülent Ecevit’in “gazeteci kimliği” ile Bağdat’ gidip Saddam’la görüşüp, kapsamlı söyleşisini Milliyet’te (*) yayınladığı sayfalar tam bir ders niteliğindeydi. Dinleyen var mıydı ki?
Ok yaydan çıkacaktı yakında.
Irak uluslararası ambargo altında olduğu için havaalanları kapalı, Bağdat’a uçmak mümkün değil... Önce uçakla Amman’a gidiyoruz, sonra bölge temsilcileri aracılığı ile “güvenilir” bir şirketten şoförlü cip kiralayıp, bütün gece süren, duruma göre 10-15 saati bulan meşakkatli! yolculuğun ardından Bağdat’a ulaşıyoruz. O ıssız yollarda, derme çatma gümrük kapılarında ne olaylar yaşadık. Elinde kocaman şırıngayla “AIDS testi yapacağız” diye ısrarcı olan kirli gömlekli sağlık elemanını mı anlatsam? Kameramıza el koymak isteyen gümrükçüyü mü? Ambargo sözkonusu olduğu için cep telefonları çalışmıyor, şirketin üstümüze zimmetlediği uydu telefonunu ise rahat kullanamıyorduk çünkü farkedildiği anda Iraklıların el koyması işten bile değildi... Neyse ki bir kaç dolarlık “hediye” bütün kapıları açıyordu
“Saddam yönetimi kimyasal silah üretiyormuş. Bunlar öyle silahlarmış ki, taaaa Bağdat’tan ateşlense, Ankara’ya kadar ulaşabilirmiş...” tarzında haberler yapılmaya başlandı. Hele Hürriyet, krokilerle süslü uydurma manşetleriyle başı çekiyordu. Oysa pek çok batılı, hatta Amerikalı uzman (**) Birleşmiş Milletler’e kimyasal silah iddiasının doğru olmadığını kanıtlayan raporlar sunmuştu. Ama ABD kafaya koymuştu bir kere... Devirecekti Saddam’ı.
Yıllar sonra İngiliz Başbakan Tony Blair’den gelen, “Bağdat’ta gerçeğe aykırı davrandık” itirafı, Amerikan Savunma Bakanı Colin Powell’ın benzeri vicdan azabı, olayları tersine çevirebilir miydi?
O sıralarda çalıştığım kuruluş adına (Kanal D TV) bana da art arda Bağdat yolları gözüktü. Bir yıl gibi bir sürede belki on kez Bağdat’a gittim. Hem de ne gidiş...
Bu yaşadıklarımızı 2004 yılında yayınlanan “Hamamböceği Sendromu” başlıklı kitabımda detayları ile anlatmıştım... (***)
Şimdilerde kütüphanede haftalardır uğraştığım toz alma işini biliyorsunuz, o kadar uzun sürdü ki Arab’ın yalellisine döndü deseniz yeridir...
İşte temizlik sırasında elime geçirdiğim not defterime bakınca, boğazım düğümlendi, sizinle paylaşmak istedim.
Bağdat notlarımın bir sayfasında, tozlu ıssız çöl yollarından araba ile Kerbela’ya gidişimiz, orada yaptığımız çekimlerin “time-kod”ları, (kamera görüntülerinin dakika-saniyeleri) ve haber anons metinlerim var. Tam karşısındaki sayfaya ise “Mehmet’in Okul Durumu” diye not almışım. Belli ki yolunda gitmeyen okul meseleleriyle ilgili bu not, Ankara’ya döner dönmez oğlumun okuluna gitmem gerektiğini kaydetmişim.
Aynı günlerde ilginç bir durum daha yaşamıştık. Dünyanın her yerinden 100’e yakın kurtuluştan sayısız gazeteciyle birlikte Bağdat’taki basın merkezinde çalışıyoruz. Ambargo olduğu için telefonlar çalışmıyor, acil durumlarda servete mal olan canlı yayın linklerini kullanarak ailelerimizle haberleşmeye çalışıyoruz. Bu hatlar son derece pahalı olduğu için çok az kullanılıyor. Bir sabah erkenden merkeze geldim, CNN’in (international) Amerikalı kameramanı, rastlantı eseri bana gelen telefonlara bakmış, dedi ki:
-Sizi Ankara’dan oğlunuz aradı... Bir aşı meselesi varmış onu sormak istiyormuş... Ha, bir de eşiniz aradı, galiba o da Tokyo’daymış, sevgililer gününüzü kutlamak istiyormuş.
Sonra da gülerek ekledi:
-Nasıl ailesiniz siz böyle? Herkes dünyanın bir tarafında...
Hemen Ankara’yı aradım oğlumla konuştum, sordu:
-Anne bizim Hepatit B aşısının ikincisini olmamız gerekiyormuş galiba. Fadıl Bey (Prof. Dr. Fadıl Ertogan) aradı, ne yapalım?
Ne yazık ki yapacak bir şey yoktu, o sıralarda ilk ve ortaokulda olan oğullarımın ikinci aşıları bu zor koşullar nedeniyle yapılamadı. Biz de bu aşı meselesini unutup gittik.
O yıl ilkokulda olan Mehmet, yıllar sonra askerliğini yapmak için gittiği Antalya’da sağlık kontrolüne alınınca “Hepatit B’ye karşı antikor geliştirmediği” ortaya çıktı, böylece bu hatamız yıllar sonra kafamıza tekrar balyozla çakıldı.
Düşünüyorum da buna benzer o kadar çok olay yaşandı ki... Esasen bir tek ben miydim suçluluk duygularıyla savaşan anne, kim bilir diğer anneler neler yaşamıştı?
-Bu anneler arasında CNN’in ünlü sunucusu Christiane Amanpour da var mıydı?
Neden merak ediyorum biliyor musunuz? Bağdat’ta “yokluklar ve imkansızlıklar” arasında sürdürdüğümüz çalışmalar sırasında Christiane de oradaydı. Çekimler, montajlar ve canlı yayınlardan fırsat bulduğumuzda ayaküstü sohbetlere girerdik, basın merkezinin orta yerindeki montaj masasında Ürdün’lü teknik elemanla çalıştığım bir sırada görüntülerimiz dikkatini çekmiş olacak ki, Amanpour gelip yapmakta olduğumuz haberi dikkatle izledi, “savaş arifesindeki Irak’ta hızlanan düğünler ve Dicle nehrinin çamurlarında yapılan altın aramasına dairdi görüntüler…” Ayaküstü sohbet ettik, ertesi gün BM Genel Sekreteri Kofi Annan gelecekti, o önemli ziyaret sonrasında bir akşam yemeğinde buluşsak mı diye konuştuk. Annan geldi, görüşmelerini tamamlayıp ayrıldı Bağdat’tan. Savaş ortamı şimdilik askıya alınmıştı, ben de Amanpour’u aramaya başladım, Dicle kıyısındaki o salaş balık restoranlarından birine gideriz diye düşünüyordum... Irak parasının değeri yerlerde sürünüyordu, koca bir bavula istiflenmiş değersiz Irak dinarlarıyla ödeniyordu hesaplar.
Basın merkezinde bir de ne göreyim, karşımdaki ekranda Amanpour’un canlı söyleşisi var... Çoktaaan Londra’ya uçmuş, İngiltere Başbakanı Tony Blair’le konuşuyor... Üstelik Amanpour sözkonusu olunca, akan sular durmuş! ambargo filan geçersiz kılınmış, özel uçak gelip, Amanpour ve ekibini Bağdat’tan alıp Londra’ya uçuruvermiş...
-Bilmem o da annelik ve işi arasında bölünerek suçluluk duygularıyla savaşmış mıydı hiç?
(**)https://en.m.wikipedia.org/wiki/In_Shifting_Sands:_The_Truth_About_Unscom_and_the_Disarming_of_Iraq