Çocukluğumu anımsıyorum, çok küçüktüm, babam güncel gelişmeleri hiç kaçırmazdı, salondaki büfemizin üstünde duran radyo gün boyu açıktı. Babam kimi zaman radyonun ibresiyle Hilversum’dan Sydney’e kadar pek çok istasyonda gezinir, farklı dillerden yayınlara kulak verir, ben de o yayınları “anlamadan dinlerken” Jules Verne’nin “80 Günde Devr-i Alem”inin sayfalarında hayali gezilere çıkardım.
Radyonun ibresi, arada bir, akşam saatlerinde Moskova’dan Türkçe! yayın yapan “Bizim Radyo”ya denk düştüğünde, kadın spiker, madeni sesi, zor anlaşılan tuhaf Türkçesiyle konuştukça tüylerim ürperirdi. Kadının anlaşılmaz anonslarından, arada bir “geliyüür, gidiyüür, yapıyürler” gibi tanıdık sözcükler çalınırdı kulağıma…
Babam bir gün radyoyu dinlerken sinirle söylenmeye başladı:
-Yine yapacaklar… Memleketle oyun oynuyor bu yobazlar…
Radyodaki yayın üzerine yorum yapan babam, bilmediğim bir olaydan, “Milli Nizam Partisi” diye bir partinin kapatılması sonrasında kurulan yeni partiden söz ediyormuş meğer. O parti kapatıldıkça ardından yenileri kuruldu, bugünlere geldik.
2000 yılı başlarında, Refah Partisi için kapatma davası açılmıştı, yerine bu kez Fazilet Partisi kurulsa da onu da aynı son bekliyordu. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Paris’ten, “güncel gelişmeler” üzerinde röportaj için randevu istemiştim, televizyonda (Kanal D haberleri) için çalışıyordum, bir sabah erkenden telefonum çaldı:
-Nursun Hanım, Büyükelçi size randevu vermeyi kabul etti, çekim de yapabileceksiniz…
-A, öyle mi? Hangi gün?
-Yarın, fakat randevuyu size İzmir yakınlarındaki bir Devlet Üretme Çiftliğinde veriyor, gelebilir misiniz?
-Evet ama bu adresin seçilmesinin sebebi, anlamı nedir?
-Büyükelçi, ABD’nin sperma hibesiyle üretilen damızlık danaları görmeye, çiftliğe gidecek, sizinle de orada görüşmek için 1 saat ayırdı.
Böyle fırsat kaçırılır mıydı? Tabii ki kameramanla birlikte yollara düştük, İzmir’e uçakla gidip oradan bir taksiyle Menemen’deki çiftliğe ulaştık, biraz sonra büyükelçi Paris de geldi, selamlaştık, düvelerin (dana yavrusu) beslenip bakıldığı bölmeleri gezmeye başladık. Puslu mavi gözlerle (yavruyken gözleri bu renk olurmuş!) bize bakan düveler bana ne kadar sevimli görünmüştü, betonlaşmış şehirlerde doğadan uzak yaşayan bizlere büyükbaş hayvanlar çok yabancıydı çünkü.
Neyse, biraz sonra Büyükelçi Paris, “ABD hibesi spermle” yetiştirilen düvelerden mutlu, bana döndü:
-Buyrun, sorularınız neydi?
O sırada siyasi ortam çok çalkantılıydı, 28 Şubat’a gidişin ayak sesleri duyuluyordu, Refah Partisi için kapatma istemiyle dava açılmıştı, sorularımı bu konular üzerinde yoğunlaştırdım, Büyükelçi, özellikle Refah Partisinin kapatılması üzerinde son derece sert söylemlerde bulundu, hatta “Gerçek demokraside parti kapatma filan olamaz, insan hakları, ifade özgürlüğü, siyasi özgürlükler açısından böyle bir gidişatı çok sakıncalı buluruz” şeklinde konuştu. Mark Paris’le söyleşimiz o akşamki TV bülteninde yayınlandı, çok da yankı buldu.
Şimdi biliyorum:
-Bu olay aklına nereden geldi?
Diyeceksiniz…
İran sınırından her gün akın akın Türkiye’ye gelen genç (ne hikmetse eşleri, çocukları, yakınları olmaksızın art arda sökün eden!) Afgan’lıları gördükçe kabus görür gibi oluyorum da ondan…
Çünkü ABD hep bunu yapıyor, “hibeler, krediler, vaatler” yoluyla avucunun içine aldığı ülkelere, kimi zaman, “mal varlığını açıklarım haa!” Diye tehdit ettiği liderleri aracılığı ile kabul edilemez planlarını dayatıyor.
Acaba “ABD, Afganlıları gerçekten kendi ülkesine almak istediyse neden Afganistan-Pakistan sınırındaki Hayber Geçidini veya Peşaver’i tercih etmedi?” Sorusu kafamda yankılanıyor, bir türlü karşılığını bulamıyorum.
Haydi Amerikalılardan geçtim, kendi ülkemin yetkilileri şu sorulara neden yanıt vermiyor?
“-Biz sizin tebanız mıyız? Kaderimiz için söz hakkımız yok mu?
-Bu Afgan göçü neyin nesi? Hangi anlaşmanın parçasıdır?
-Daha kaç kişi gelecek?
-ABD’ye başka hangi gizli tavizleri verdik?
-Sizin Eş Başkanı olmakla böbürlenip durduğunuz Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye’yi yok etmeyi mi hedefliyor?”