Bu Blogda Ara

Türk Basını etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk Basını etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Temmuz 16, 2024

PORTRELER Rauf Denktaş




-Devlet Adamı diyebilmek için  bir siyasetçinin kaç fırın ekmek yemesi gerekir sizce?

Bu sorunun yanıtını ben de bilmiyorum ama Rauf Denktaş (*) o adamlardan, hem de onların en önde gidenlerinden biriydi…

Ne demek istediğimi  sıcak bir olayla kıyaslayarak anlatayım… 

Aslında devlet adamlığından  çok “showman”liğe yakışan eski ABD başkanına yönelik suikast girişimini hepimiz saniye saniye izledik. Kulağını sıyıran kurşun sonrası, Gizli Servis elemanlarının koruması altında kürsüden indirilirken Donald Trump’ın söylediklerini duydunuz değil mi:

-Fight fight fight… (Kavga-dövüş-savaş) 

Sıkılı dudaklarının arasından tıslar gibi  çıkıyordu sözler, kanlı yüzünde nasıl bir nefret ifadesi vardı…

——Referandum gecesi——

Aklım yıllar öncesine gitti. BM Genel Sekreteri Kofi Annan dahil, Avrupa’sıyla ABD’siyle 7 düvel bir araya gelmiş, Türkiye’deki AKP iktidarını da kafaya almış, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ı devirme çabasına girişmişti;

-Kullandıkları silah neydi? 

-KKTC sayfasını kapatıp, Türk kesimini Rum Cumhuriyetine iliştirmeye çalışan bir planın  (**) referandumla kabul ettirilmesi idi… O tarihte henüz bizim basın bu kadar siyah-beyazlara ayrışmış değildi, bu yüzden hepimizin adeta nutku tutulmuştu:

-Ada’yı Rum egemenliğine sokacak bir plan TC’nin desteğini nasıl alabilmişti? Kıbrıs Adasının tarihi geçmişi, TC’nin garantörlük hakkı, oldu bittilere, Enosis’e karşı 20 Temmuz 1974’de verilen mücadele, Barış Harekatında verilen onca kayıp,  Bülent Ecevit’in yıllarca sürdürdüğü siyasi-diplomatik çabalar, bunların hepsi yok mu sayılacaktı?

İşte o referandum gecesi sandıklardan ezici çoğunlukla çıkan “evet” oyları Lefkoşa sokaklarında sevinç naralarıyla çılgınca kutlanırken ben Rauf Denktaş’ı merak ettim, dikenli teller, beton bloklarla geçici olarak korumaya alınmış konutunda gece yarısı ziyaretine gittim… Aslında sonucu tahmin ediyordu, şaşırmamıştı ama buna rağmen kırgınlık okunuyordu yüz ifadesinde… Sordum:

-Bu dikenli teller, barikatlar… Neden son anda korumaya aldılar sizi? Ahaliden mi koruyorlar?

Gülümsedi, “farketmedim” demekle yetindi… Hangi lider vakarını koruyup, suskun kalabilirdi böyle bir durumda?

——korumasız gezen lider——

BM Genel Sekreteri  Kofi Annan ise, adanın iki inatçı liderini Glafkos Klerides ile Rauf Denktaş’ı bir araya getirme çabasındaydı, olmadı, ikisi de yanaşmadı çünkü. Ben bu işe kendime özgü bakışla, o sırada çalıştığım televizyon kanalında  soyundum, iki lidere aynı soruları yöneltecek, iki röportajı, montajsız,  olduğu gibi verecektim. İlk randevum Denktaş ile oldu. Bize sabah 10.00 için randevu vermişti Lefkoşa’daki “Başkanlık Sarayında…” Saray dediğime bakmayın, orta halli bir villadan söz ediyorum…

Neyse işte, kameramanımla birlikte verilen saatte Saraya gittik, ortama sessizlik hakim, görünürde koruma filan bulunmadığı gibi, sarayın kapısı bile aralıktı… Bizim meslek bir bakıma “zamanla yarışma” işidir, bir an önce Denktaş’la olan röportajı tamamlayıp, Ankara’ya dönecek, haber merkezine görüntüleri teslim edecek, ardından ertesi gün Klerides ile olan randevumuza yetişmek için Ankara-Atina-Larnaka maratonu yapacağız. Bu yüzden acele ediyoruz. Kapıyı bir kaç kez çaldık, kimseden ses çıkmadı, aralık kapıyı itip girdik, sessizlik içindeki koridorda ilerleyip, Denktaş’ın konuklarını kabul ettiği küçük salona ulaştık, aaaa bir de ne görelim, Rauf Bey kanepeye uzanmış uyuyor, sırtı bize dönük…Şaşırdık, kameraman Mustafa Güvenç’le fısıldaşıyoruz:

-Ne yapalım Mustafa?

-Abla uyandıralım, öksürelim filan… Yoksa dönüş uçağına yetişemeyiz…

Aynen öyle yaptık, Rauf Bey uyandı:

-Ooo, hoşgeldiniz… Uzanmıştım biraz…

Ardından, kalktı, yandaki koltuktan kravatını aldı, bana döndü:

-Nursun şu gömlek yakamı sen ilikler misin?

Uğraştım epeyce çünkü gömlek yakası dar, Denktaş kilolu, sonunda ilikledim ama ter içinde kaldım, o da kahkahayı patlattı:

-Yahu Nursun, hiç erkek giydirmemişsin anlaşılan, bir düğmeyi iliklemek bu kadar mı sürer?

 -Başkası olsa çok soydum hiç giydirmedim- deyiverirdi belki, bu düşünce geçti aklımdan, tabii sustum, kendimi tuttum…

Bu kadar esprili, mütevazı, insan ilişkilerinde sıcak bir Cumhurbaşkanı var mıydı acaba dünyada? Korumasız, konvoysuz, kasılmadan hareket eden? Eğitimiyle, zekasıyla, diplomatik birikimiyle aslında kimselerle kıyas kabul etmeyen bir lider var mıydı?

——sorudan korkmayan devlet adamı——


Denktaş’la hem Cumhurbaşkanı olduğu, hem sade vatandaş olarak yaşadığı yıllarda öyle çok görüştük, konuştuk ki, tavrına tarzına hayran olmamak mümkün değildi. Kıbrıs’ta çözüm için sürdürdüğü çabaları, diplomatik girişimleri, siyasi arayışlarını kimbilir kaç kez kaleme aldık ama  onun “esprili-kompleksten uzak” kişiliğine, meraklarına, hobilerine yeterince değinebildik mi? 

-Adaya özgü, kuzu gömleğine sarılı şeftali kebabını ne çok sevdiğini, Ankara’da Camlı Köşkteki bir sohbetimizde “şu sizin şeker fasulyesini niye bu kadar geç keşfettim?” Diye çocuksu yakınışıni, üşenmeyip dostlarına mevsiminde  kargoyla sepet sepet “taze hurma” gönderişini anlatmış mıydık? Ya Denktaş’ın gazetecilerle olan komplekssiz, üstencilikten uzak diyalogu hangi liderde vardı? 

Bir yaz sıcağında elimdeki mikrofon güneşten kızmış, elimi yakıyordu, “gölgeye geçelim mi biraz?” Demiştim de, “O, ne çabuk pes ettin, ya biz ne yapalım? Şapka bile takmıyorum bak” diye saçsız başını işaret edip gülmüştü. Ya Beş Parmak Dağlarına çizili KKTC Bayrağından yakınan Klerides’e, “Sıkıysa gel indir” diye meydan okuyuşu? 

The New Anatolian gazetesinde, siyasi ağırlıklı haftalık röportajlar yapıyordum. Hazırlık safhası ve sonrasıyla (bandın deşifresi, İngilizceye çevrilmesi, son düzeltmeleri) derken  kapsamlı ve yorucu bir iş yükü altındaydım. Bir keresinde söyleşi yapacağım konuk randevuyu son anda iptal edince öyle güç duruma düştüm ki, çareyi Denktaş’ı telefona aramakta buldum:

-Efendim sizden bir ricam var?

-Nedir?

-Röportaj… Enine boyuna Kıbrıs konuşalım…

-Tamam, iyi sor bakalım?

-Yalnız bir ricam daha olacak?

-Söyle?

-Benim bu röportajı deşifre edip, İngilizceye çevirip, bizim Amerikalı editör Marc’a düzelttirip en geç 24 saat içinde gazeteye teslim etmem gerekecek, o yüzden röportajı İngilizce yapsak nasıl olur?

-Oh Nursun Hanım, hem şip-şak hem hazır lop röportaj, gel keyfim gel desene… Haydi sor sorularını da  yetiştirelim şu işi…

Ya işte böyle… Böylesine donanımlı, entellektüel, mükemmel eğitimli, deneyimli üstüne üstlük komplekssiz, esprili, kendine güvenen, adam gibi adamlar geldi geçti siyaset sahnesinden… 

Onları siz de özlediniz mi?

(*) https://www.kitapyurdu.com/kitap/rauf-denktas-yeniden-yasasaydim/92157.html

(**) https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1957010


Pazar, Kasım 08, 2020

İstifa üzerine notlar...


-Ülke ekonomisinin sorumluluğunu üstlenmiş bir Damat! Pardon Bakan (Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak) Instagram hesabından istifa ettiğini duyuruyor...

SAATLER GEÇİYOR SESSİZLİK

-Aynı anda resmî Twitter hesabı kapalı, ne kendisine, ne bürokratlarına ulaşılamıyor.

SESSİZLİK

-Amiral Gemisi (!) dahil, ana akım medya sus pus...

SESSİZLİK

-Bakanın istifa açıklaması korkunç imla hatalarıyla dolu... Acaba doğru mu bu istifa olayı? Yoksa hesap hacklendi mi?

SESSİZLİK

Peki bir devlet adamının kamuoyuna açıklama yaparken “At izi it izine karıştı” cümlesini kullanması, hele hele bizlere “ümmet” diye hitap etmesi nasıl değerlendirilebilir?

SESSİZLİK

-Muhalif TV’lerde yayınlar yapılıyor ama körün fili tanımlaması gibi... Konuşmacılar kem küm etmekte! Acaba haber doğru mu? Bir dönem AKP hükümetinde ekonomi görev alan, şimdi CHP’de milletvekili Abdüllatif Şener’e bağlanıyorlar:

-Efendim sizde bilgi var mı?

-Hayır bilgim yok, ben de sizi izliyordum... 

Bir kahkaha kopuyor bizim evde... Peki sonra?

SESSİZLİK

Nihayet sağlam ama çok sağlam kaynaktan bir bilgi geliyor, Cumhurbaşkanının yeğeni istifayı doğruluyor... 

Oh, öğrendik işin aslını... Peki doğru mu?

SESSİZLİK🤣



Çarşamba, Kasım 04, 2020

İlk Manşet!






İmzalı ilk manşetimdi 4 Haziran 1981 tarihli Tercüman gazetesinin 1. Sayfasındaki Turgut Özal Röportajı. 


Gazetenin taşra baskılarında imzam Nursen Alev diye yayınlanmış, sonra düzeltilip Nursun Alev’e çevrilmişti. Yani evlenmemiştim henüz.


Bizler için bir efsane olan istihbarat şefimiz Erkan Yiğit demişti ki:


-Üzülme Nursun’cum bu editörler, sayfa sekreterleri biraz ukaladır. Her şeyin doğrusunu onlar bilir. Bir keresinde dünyaca ünlü kemancı Yehudi Menuhin İstanbul’da konser vermişti, yıkılmıştı salon alkıştan... Bu haber nasıl girdi gazeteye biliyor musun? Musevi Menuhin’in Aya İrini’deki konseri muhteşemdi... Bizim sekreter aklı sıra Yehudi Menuhin demek kabalık olur diye tutmuş haber metninden Yehudi’leri çıkarıp, Musevi Menuhin yapmış adamcağızın adını...


 Sonraki yıl evlendiğimde  istihbarat şefim Kemal Işık’a sormuştum, 


-“İmzamı acaba Nursun Alev Erel yapsak olmaz mı?” Diye... 


O da dedi ki: 


-Yok yahu, o da Yahya Kemal Beyatlı der gibi çok uzun olur, sıkıntı yaratır, gel Nursun Erel diyelim sana...


Yıllar sonra kütüphane temizliği sırasında bu gazete kesiği elime geçince ilk aklıma gelen şu oldu:


-Bu Katar neymiş yahu? Amma meraklıymış siyasiler ikide birde Katar’a gitmelere...


Özal’la olan siyasetçi-gazeteci bağlantımız inişli çıkışlı bir yol izledi. Geçenlerde paylaşmıştım, Özal’ın bana bir haberimden dolayı kızdığı, “sizi çağırmamıştık, neden geldiniz?” Dediği gün, karşısında gayet suratsız biçimde oturduğum fotoğrafı. Aslında Özal her şeye rağmen çok zeki, olayları önceden gören ve genelde iyi insan ilişkileri kurabilen bir yaradılışa sahipti. Kendisine seçimden 1. Parti olarak çıkmasına rağmen hükümeti kurma görevini haftalar sonra veren darbeci Başkan Kenan Evren’i kucaklaması unutulmaz.


Ekonomi alanında yoğunlaştığım için onu takip etmek görevi gazetede bana verilmişti. 12 Eylül sonrası, Türkiye siyaseti, darbeden-demokrasiye yönelirken, Özal büyük bir sürpriz yaparak Başbakan Yardımcılığından istifa etti. 


O günlerde cep telefonu filan yok. Bize göre sakin bir gün, istifa henüz duyulmamış, meslektaşım Nur Batur’la uzun bir öğlen yemeği yemişiz dışarıda. Gazeteye bir döndüm ki, Özal istifa etmiş, yer yerinden oynuyor. Kemal Işık bana:


-Yahu Nursun neredesin? Heryere baktırdım Saygılar Kebapçısına  bile... Saat 3 olmuş (15.00)  sen ortada yoksun...


Azarı yiyince kıpkırmızı oldum, hemen masama geçtim, ilk işim özel kalem müdürü Mehmet Perçin’i aramak oldu. Bana “bacım” diye hitap ederdi, karşılıklı sempatimiz büyüktü... Onu defalarca aradım, sonunda ulaştım:


-Bacım nasılsın?

-Nasıl olayım Mehmet Bey... Nedir durum böyle? Ortalık toz duman oldu... Neden istifa etti sayın Özal?

-Önümüzdeki günlerde açıklayacağız, takip edersin

-Ama Mehmet Bey, görmüşsünüzdür Milli Güvenlik Konseyi açıklamasını, Başbakanlıktan yapılan açıklamaları... “Büyütülecek bir olay değil” demeye getiriyorlar. Hatta bazı meslektaşlarımdan da duydum, “haberi sakın büyütmeyin, iç sayfalarda geçiştirin” diye baskı yapılıyormuş.


Bunu söyleyince Mehmet Perçin, “gel bir dertleşelim” diyerek beni Başbakanlığa çağırdı. Koşarak gittim tabii, konuşmalarımız sırasında ısrarlarım üzerine bana, “Özal’ın hiç de öylesine geçiştirilemeyecek, zehir zemberek istifa metnini” vermeye razı oldu. O anda nasıl sevince boğulduğumu  anlatamam.  Elimdeki bomba müthişti, ilk biz patlatmalıydık. Teşekkür edip tam odasından çıkarken, telefonu çaldı, telefonun ahizesini kapatıp bana “Barış Kaşıkçı arıyor” demesin mi? O anda aklım başımdan gitti... Anadolu Ajansı’nın en önemli kıdemli gazetecisiydi Barış Kaşıkçı. Evet, onu çok sever ve sayardım, hatta sözde “mektepli” ama aslında tam bir “çömez” olarak Ajansa girdiğim günlerde, Barış bana sahip çıkarak  mesleği öğretmişti, hatta beni yetiştirmişti demek daha doğru olur. Ama bu defa iş başkaydı, göze göz dişe diş bir haber atlatma sürecindeydik... Üstelik böylesine önemli bir haberin Ajans’tan geçilmesi demek, bütün gazetelere ulaşması demekti.


Aceleyle Başbakanlık Binasının merdivenlerini üçer beşer atlayarak indim, gazeteye koşturdum:


Kemal Işık bütün yüzümü kaplayan gülümsemeden anlamıştı elimde bir bomba olduğunu.


-Hadi çabuk, çabuk otur daktiloya... Taşra baskıları kaçmak üzere, bari İstanbul Ankara’yı, şehir baskılarını yakalayalım...


Zaten o yıllarda meslektaşlarım benimle “daktilo şampiyonu” diye dalga geçerdi, daktiloya oturup haberi bir solukta yazıp tamamladım, telekscimiz Erdoğan Bey de anında “tıkır tıkır” yazıp İstanbul’a geçti...


Ertesi gün haber sadece bizim gazetede “Sekiz sütuna manşet” olarak yayınlandı. Bir de sanıyorum, Cüneyt Arcayürek, Barış’tan bilgi alarak o sırada yazarı olduğu  Güneş Gazetesinde istifa mektubunun bir bölümünü yayınlamıştı... O gün, yaşamımın en neşeli günlerinden biriydi desem acaba tahmin edebilir misiniz mutluluğumun derecesini?


A, şimdi biliyorum aklınızdan geçen soruyu:


-E, peki Kaşıkçı’nın haberi ne oldu? 

-“O bizim meslek sırrımız olarak basın tarihinin tozlu sayfalarına gömüldü...” dersem bana kızmayın olur mu? Belki birgün Barış Kaşıkçı anlatır bunu...

 


2023 YILINDA BASIN SEKTÖRÜ

  Türk Basını , 2023 yılı boyunca  usulsüzlük ve yolsuzluk haberlerini büyüteç altına almakla birlikte, çoğu kez bu haberlere yayın yasağı g...