Gökçer Tahincioğlu ’nun yeni romanı “ Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm ” günlerdir elimdeydi. Sayfalar boyunca okuyucuyu diken üstünde tutup, iki önemli öyküyü iç içe geçirerek işleyen Tahincioğlu, “araştırmacı gazeteciliğini ” dört dörtlük konuşturmuş. Sabahattin Ali tutkusunu kendisine aşılayan ablasının genç yaşta ölüme sürüklenişini, dur durak tanımadan o cinayetin faillerini arayışını dile getiren yazar, geriye dönüşlerle çocuklukta Bursa’da geçirdikleri o mutlu günleri, rüzgara karşı koşup yarıştıkları anları, müzik ve kitaplar eşliğinde yaşadıkları o güzelim abla-kardeş ilişkisini öyle sürükleyici bir dille anlatmış ki… Kendisini ne kadar ezmeye, değersiz, umarsız göstermeye çalışsa da ablasına bu ölçüde sevgi duyan bir adamın asla “ kötü biri ” olamayacağını düşünüp “ kendisine niye bu işkenceyi yapıyor? ” Diye soruyorsunuz. - “İki öykünün iç içe geçmişliği ” dedim, aslında kitap bir anlamda bu yüzden bir tür otobiyografi de sayılamaz mı? Sayfala...
Mürekkep kokan sayfalarda şimdilerde bize yer yokmuş, eh, ne yapalım? Açılsın bari hayali sayfalar... Oysa onlara yazmak tıpkı suya yazmak gibidir. Kayboluverir gider.