Ana içeriğe atla

Ölü Komünist! Sabahattin Ali



Gökçer Tahincioğlu’nun yeni romanı  “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” günlerdir  elimdeydi. Sayfalar boyunca okuyucuyu diken üstünde tutup, iki önemli öyküyü iç içe geçirerek işleyen Tahincioğlu,  “araştırmacı gazeteciliğini”  dört dörtlük konuşturmuş. 


Sabahattin Ali tutkusunu kendisine aşılayan ablasının genç yaşta ölüme sürüklenişini, dur durak tanımadan o cinayetin faillerini arayışını dile getiren yazar, geriye dönüşlerle çocuklukta Bursa’da geçirdikleri o mutlu günleri, rüzgara karşı koşup yarıştıkları anları, müzik ve kitaplar eşliğinde yaşadıkları o güzelim abla-kardeş ilişkisini öyle sürükleyici bir dille anlatmış ki…

Kendisini ne kadar ezmeye, değersiz, umarsız göstermeye çalışsa da ablasına bu ölçüde sevgi duyan bir adamın asla “kötü biri” olamayacağını düşünüp “kendisine niye bu işkenceyi yapıyor?” Diye soruyorsunuz.


-“İki öykünün iç içe geçmişliği” dedim, aslında kitap bir anlamda bu yüzden bir tür otobiyografi de sayılamaz mı? Sayfalarda gezinirken bunu sık sık düşündüm, çünkü Tahincioğlu, yaşamına dair kimi bilinmeyenleri de kimseye, hatta sevdiği kadına bile açmamışken bize o özel diliyle sunuyor. Yaşamının baharındaki genç kadının (abla)  kendi kullandığı arabayla bilinmeyen birileri tarafından düz yolda sıkıştırılarak ölüme sürüklenişi, Tahincioğlu’nun  bu cinayetin faillerini bulma çabası, okuru kitaba sıkı sıkıya bağlasa da, “asıl mesele”ye bir an önce ulaşmak için, sayfaları hızla tüketip Sabahattin Ali suikastinin arkasındaki gerçekleri öğrenme isteği” ağır basıyor. Hatta zaman zaman “keşke bu iki öykü, ayrı ayrı kitaplaştırılsaydı” diye düşündürüyor. 


Sabahattin Ali’nin ölümünden tam yetmiş yedi yıl sonra Gökçer Tahincioğlu’nun önümüze serdiği, ilk kez ortaya çıkan belgeler, tek tek incelenip düşünmeye, hatta üzerinde soru sormaya, yorum yapmaya değer. Milli Emniyetin fişleme belgelerinin ilk sütununda değerli yazar şöyle tanıtılıyor:


-Adı-soyadı:Sabahattin Ali

-Baba adı: Selahattin

-Doğum yeri ve tarihi:Ayvalık 1323, 

-Hakkındaki bilgi özeti: Ölü KOMÜNİST


O fişlemeyi kağıda döken resmi ünvanlı kişilerin yüzüne haykırarak bugün bile sormak istiyor insan:


-Sabahattin Ali’nin, yazarlığını, çevirmenliğini, öğretmenliğini bal gibi biliyordunuz da bu sıfatlarını övgü olmasın diye mi kullanmadınız? Fişte sadece “komünist” deseydiniz, yetmez miydi? Düşmanlık edip, “ölü komünist” diye yaftaladığınız, öldürülüşüne seyirci kaldığınız değerli yazarı böylece  “suçlu göstermek, değersizleştirmek” mi istiyordunuz?


Tahincioğlu, ilk kez ortaya koyduğu belgeler başta olmak üzere, daha önce yazılmış olanlarla sentez yaparak, kendi varsayımlarını da ekleyerek, yıllardır netlikle çözülemeyen bir cinayetin öyküsünü heyecan verici bir kurguda dile getirirken pek çok şey düşündürüyor:


-Komünist ideoloji suç mudur? Cezası ölüm mü?

-Gladyonun elini kana bulaması bu kadar kolay mıdır?

-Bunca yıl tanık olduğumuz faili meçhul cinayetler için resmi ünvanlı kişiler hiç mi pişmanlık duymaz da hepsi gizli kalır? Hatta yenileri bile hala yaşanır? (**)

-Bu cinayetlerin eğer gladyo tarafından işlendiği iddiası doğruysa, bizi yönetenlerin savunmasına nasıl bir dayanak teşkil eder?

-Bu  karanlık işler  hangi yaraya merhem olmuştur da, tezgahlayıcıları bunca yıl korunup sütre arkasında bırakılır?


Ahh! İşte böyle…


Kapağını gece geç saatlerde kapattığım kitabımı başucuma yerleştirdim. 


Bundan böyle kolay kolay uyuyamayacağını biliyorum. Her sayfada  altını çizdiğim satırları tekrar okumaya niyetliyim, zaten okuduklarımdan kaynaklı bir görüntüyü ne kadar uğraşsam da belleğimden silemiyorum, hani Gökçer tanımadığı birisi tarafından konumu çok gizli tutulan bir yerleşkeye götürülüyor. Orası istihbarata ait bir büro olmalı, bütün kayıtların dijital hafızada tutulduğu bir yer:


-Merdivenlerden inmeye başlıyoruz, bir kat daha, bir kat daha… Gün ışığı girmeyen katlardaki kapılardan birini anahtarla açıp bana bekle diyor, büyük bir salona giriyoruz, salonun en dip köşesindeki ekranın başına yürüyor. Açılan ekrana Sabahattin Ali yazıyor. İki ayrı klasör beliriyor ekranda. Birinin üzerinde büyük bir kilit resmi var. Bu diyor, sadece ve sadece başkan ve bir yardımcısı tarafından açılacak bir dosya, merak edip de açmamışlar bu tarihe kadar. 


Güya su basmıştı ve hiç evrak yoktu, aileye öyle söylemişlerdi diyorum…


İşte Sabahattin Ali’nin ölümüne ilişkin gizemi bu kitapta, Gökçer’in anlatımıyla ve açığa çıkardığı belgelerle az çok öğrenmiş olduk. Sözde katil Ali Ertekin’in, “milli hislerle öldürdüm” deyişinin boş laf olduğuna iyice inandık. Kitapçılar, “ölü komünist”in artık telif hakkı filan da kalmadığı için bütün romanlarını defalarca basarak zengin oldular. Genç kızlar “Madonna’yı kürk mantosu” için sevip okudular. Olsun, ekrandan biraz olsun koptular ya… 


Filiz Ali neden devleti dava etmedi? Babasının ölümü aslında “toplumsaaydınlanmaya” karşı bir insanlık suçu değil miydi? Zaman aşımına asla uğramazdı öyle değil mi? 


Peki o gizli arşivdeki bilgisayar ekranında açılan  diğer dosyada ne var? 


-Amann, dokunan yanar! Bunca yıl sonra bile gizli tutulmalı, asla kapağı açılmamalı…

-Sadece başkan ve yardımcısı tarafından görülebilen dosya ne anlatıyor? Bunca yıldır  neden merak edilip açılmadı? Sabahattin Ali’nin ölümü Ali Ertekin denen katilin elinden olmadıysa bu pis işi kim yaptı? Yoksa resmi görevliler tarafından sorgulanırken, işkenceyle mi yok edildi Sabahattin Ali?


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Sabahattin_Ali

(**) https://www.bbc.com/turkce/articles/cly474xlw0wo


Yorumlar

  1. Ahhhhh canım
    Benım babam Köy Enstıtüsu kurucularından Onları kapatıp babam ve benzerlerını oraya buraya sürdüler Yıl 1951. Babam Sınob’a gıttı Bız de annemle 2 yaz gıttık Sınop hapısanesını O zaman görmüştüm
    Babam 2 yaşlı Çerkez hanımın evınde” Pansıyon “kalıyordu
    Sabahattin Ali’nin “Denızde Deli dalağlar
    Gelır duvarları yalar”şiirini onlardan duymuştum
    Ayşegül Dora

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Külliye’ye içerden bakış: Erdoğan’a: “Sistem yürümedi, Türkiye’yi seçime götürmeli”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın  “Başdanışmanı” olarak Beştepe’de    7 yıl süreyle  görev yapan İlnur Çevik’le konuştuk. “ Bu sistem yürümedi ” diyen Çevik durumu, “Erdoğan’ın en kısa zamanda Türkiye’yi seçime götürüp sistemi rayına oturtması şart, eğer torunlarını şu kadarcık! bile seviyorsa bunu yapmalı, aksi halde eyvah! ” diye özetliyor.  DEM Parti ile yürütülen “çözüm süreci” için, ortada bir plan taslağı bulunmadığını savunan Çevik’e göre, her zamanki “Kervan Yolda Düzülür” mantığı yine ağır basıyor. …Acaba Külliye’de çalışma sistemi nasıl? Cumhurbaşkanı gündemini nasıl belirliyor? Yüksek İstişare Kurulu diye bir kurul var, orada ve  pek çok kişinin üye olarak yer aldığı diğer kurullarda neler görüşülüyor? Erdoğan, Atatürk ismini neden diline almak istemiyor?Beştepe’nin bodrumunda gerçekten tam teşekküllü bir hastane var mı?…  Gibi pek çok soru aklımı kurcalıyordu, “ İlnur Çevik nasılsa görevi bıraktı, artık belki konuşur ” diye düşün...

KONGRE TUFANI (1) Nazmi Bilgin: “32 yıl yetmedi”

Gazeteciler Cemiyetinde bir kongre geride bırakıldı, “ 32 yıl yetmedi, devam” diyen Başkan Nazmi Bilgi n yeniden seçildi.  Ancak başta OY’unu Beyaz Sayfa Kadro Hareketi için kullanan 295 değerli meslektaşımız olmak üzere aslında Cemiyetin yeni yönetim kuruluna ve  tüm üyelerine  olan sorumluluğumuz gereği, söylenecek çok şey var.  Bugünden itibaren bunları bir bir paylaşacağım:  1-32 (OTUZ İKİ) yıllık Başkan Nazmi Bilgin, benim bulunduğum her toplantıda “ Bu benim son dönemim, bir daha aday olmayacağım ” diyordu, Vakıf Senedi’nin mahkeme tarafından reddedilmesi üzerine haykırarak, “ Ben bu Vakıf Kuruluncaya kadar başkanlığa aday olacağım ” demedi mi?  Gazeteciler Cemiyetinin her türlü menkul ve gayrimenkul varlığının, üyelikleri ölünceye kadar sürecek 16 kişilik mütevelli heyete geçmesinden muradı neydi acaba da başkanlık koltuğunu terk etmemekte bu kadar ısrarcı oldu? Bu durumu sizlerin yorumuna bırakıyorum.  2- Yüzlerce üyesi olan bir Gazet...

KONGRE TUFANI (2) Alo 198’e sormuş!

  Gazeteciler Cemiyetinde yaklaşan kongre için, adaylığım üzerinde ısrarlar yoğunlaşınca epey düşündüm: -Kırk yıl emek verdiğim gazetecilik mesleği bana artık bir örgüt sorumluluğu yüklemiyor muydu?  -Gazeteciler Cemiyetinde yürüttüğüm çalışma sırasında gözlemlediğim ciddi yanlışlar için çaba göstermek gerekmez miydi? -Biz başımızdakileri, “ koltuğa yirmi üç yıldır yapıştınız, denetimden kaçtınız, adaletsiz davrandınız ” diye eleştirirken, “ tam otuz iki yıldır başımızda durmakta ısrar eden, denetime, adalete, eşitliğe kapalı yol yürüyen ” yöneticilere ne diyecektik? Uzun uzun düşündükten sonra kararımı verdim ve adaylığımı açıkladım. İstifa ettiğim gün başkan beni telefonla arayıp, dedi ki: - Nursun ben zaten senin ayrılacağını tahmin ediyordum. Belki de adaylık düşünüyorsun, e tabii, demokratik hakkındır. Bu sözler kulağımda çınlarken, elimde “ Cemiyetin aday listesini talep eden dilekçemle ” yola çıktım, Üsküp Caddesi 35 numaradaki cemiyetin bahçesinden içeri ...