Bu Blogda Ara

Sedef kabaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sedef kabaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Ocak 05, 2024

Küçük kızdan büyük sözler…




Sedef Kabaş’ın  Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla nezarete götürülüp gözaltına alınışı, tutuklanışı (*) ve hapsedilişi, geride bıraktığımız yılın önemli olaylarından biriydi. 


-Neydi peki Sedef’in suçu? Bunu esaretteki ilk gününde o da kendine sormamış mıydı?


-…Sahi ben neden hapisteydim? Ne yapmıştım? Evet evet doğru bir atasözü kullanmıştım! Dünyanın her yerinde anonim olan atasözlerinden bile şahsi hakaret suçlaması çıkartılan bir ülkede hapislik bir “suç” işlemişim. Ülkenin ileri demokrasi diye diye ilerleyip geldiği son nokta burasıydı…


Ülkenin geldiği nokta Kabaş’a göre aslında neresiydi?


-…Mühürsüz oylar, denetimsiz sandıklar, atı alanın Üsküdar’ı geçtiği seçimler sonrasında “biz öyle ya da böyle seçildik, ötesini berisini fazla kurcalama, bundan sonra da bizim dediğimizin dışına çıkma” yöntemiydi bu… Milli iradenin tecelli etmiş hali diye dayattıkları böylesi bir rejim, bireysel özgürlükleri sonuna kadar budayıp ülkeyi açık hava hapishanesine dönüştürmüştü. Sokaklar sakıncalı, meydanlar yasaklıydı. Her türlü itiraz “devlet düşmanlığına” denk kabul ediliyordu; grev protesto, yürüyüş ve benzeri her toplu gösteri anayasal hakkın bile olsa seni “terörist” veya “hain” suçlamalarıyla karşı karşıya bırakıyordu…


-E, böyle bir ortamda “malum! atasözü cezasız bırakılır mı?” 


6 polis,  “nedense gecenin ikisinde!” hemen gidip, Kabaş’ı gözaltına alıyor…


Sedef Kabaş, hepimizin aklında yer eden bu süreci, “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” başlıklı kitabında detaylarıyla anlatıyor. Aslında bizler o sürecin baştan sona yakın tanığıyız, hatta televizyonlarda, gazete sayfalarında yer alan her detay, görüntü ya da fotoğraf hala aklımızda ama bu kitap, hukuk sistemimizin nasıl işlediğini, özellikle “gazeteci yargılamalarının kimlerin iki dudağı arasında şekillendiğini” simsiyah harflerle kayda geçiriyor.


Sedef, akıcı bir dil ve ilginç bir kurguyla kaleme aldığı kitabında, hapishane hücresindeki ilk anlarından çocukluğuna, “baba özlemine,” İzmir’de dede-babaanne evinde geçirdiği okul yıllarına gidiyor, Boğaziçi Üniversitesindeki öğrenciliğinden, ABD’de Fulbright bursu ile perdahlanan eğitimine uzanıyor, CNN International’da genç bir stajyer olarak edindiği deneyimleriyle döndüğü Türkiye’de iş ararken uğradığı “çekememezlikleri-haksızlıkları”  dile getiriyor, ülke sorunlarına bakış açısından, tutuklanışına, hakkında çıkarılan “polis, Kabaş’ı otelde evli sevgilisiyle bastı” dedikodusuna kadar, başından geçenleri açık sözlülükle anlatıyor. 


Sanıyorum, “yandaşlar” dışında pek çok gazeteci, özellikle de kadın gazeteciler Sedef Kabaş’ın meslekle ilgili anlatımını ilgiyle, hatta bir tür “de-ja-vu” gibi okuyacaktır.


-Peki bütün bu yaşanmışlıkların öznesi, bir tür otobiyografi niteliğindeki kitabın yazarı Sedef Kabaş acaba nasıl biridir?


Diye merak edenler vardır değil mi? 




İşte ben de onlardan biriyim aslında, bu nedenle kitabı büyük ilgiyle okudum. 


49 günlük tahliye sürecinin sonrasında Gazeteciler Cemiyetinin konuğu olarak Ankara’ya gelişinde yaptığımız söyleşi dışında Sedef Kabaş’ı “uzaktan” izlerdim. Söyleşi öncesinde kulağıma fısıldamıştı:


-Gördünüz değil mi hakkımda uydurulanları? 


O dedikoduyu duymuş ama “yok hükmünde” saymıştım… Belli ki çamur atmak istemişlerdi ona, ayrıca özel yaşamı kimi ilgilendirirdi ki?


Açıkça söylemem gerekirse bizim mahallede  “cam evlerde oturan erkek meslektaşlar,” karşı komşuya taş atmak isteseler, oturdukları o cam ev başlarına yıkılmaz mıydı? 


Ancak Sedef Kabaş, Balzac’tan yaptığı “Vicdanımız biz onu öldürmedikçe yanılmaz bir yargıçtır” alıntısıyla,  kendi vicdanıyla yetinmemiş, “Sisi lakaplı pek muteber birine -Adanalı zengin ve evli bir işadamı ile otelde yakalandı- haberini yaptırdılar. Kimmiş bu evli adam ben bilmiyorum. Hepsine tek tek dava açıyorum” diyerek bu dedikoduya da kitabında genişçe yer verip, çürütmüş. (**)


Sedef Kabaş’ın kitabında “malum atasözü” dediği sözle sonunda  bardağı taşırdığı, aslında cesur ve korkusuz eleştirileri yüzünden  “okkanın altına gittiği” herkes tarafından biliniyor. Neyse ki bu süreç şu anda hapishanelerde birer rehin olarak tutulan pek çok gazeteci ve siyaset adamına yapıldığı gibi aylar yıllar sürmeyip 49 günde tahliye ile sonuçlandı… Tabii şunu da kendimize sorsak mı acaba:


-Dört duvar arasında evimizde geçirdiğimiz bir kaç saat bile kimi zaman bize zor gelmez mi? Nerde kaldı 49 günlük bir hapishane serüveni?


——kitaptan alıntılar—-


İşte buyrun size Sedef Kabaş’in “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” kitabından kimi satır başları:


ÇOCUKLUĞU: Kabaş’ın annesi ile babası Londra’da evleniyor, orada dünyaya gelen kızlarını küçüklüğünde İzmir’deki dede ve anneannesine gönderiyorlar. Sedef, babasını ilk kez 6 yaşında İstanbul’a döndüğünde havaalanında görüyor:


-“…Kalbim pat pat atıyor, uçaktan korktuğun için değil, babamı ilk kez göreceğim için… Karşıdan gelenler var, anneme, -babam hangisi?- diye sordum, o ilk buluşmada nasıl kucaklaştık hiç hatırlamıyorum, ama bu soru akımdan hiç çıkmaz: -Babam Hangisi?- Küçüklüğümde babam var ama yok gibi… Baba kız birlikte katıldığımız bir aktivite, başka yaptığımız bir sohbet, aldığı ufak bir hediye… Yok bunların hiçbiri…”


EĞİTİMİ: Sedef Kabaş, “yalnız bir çocuk” olarak geçirdiği yıllarda, kendisini okumaya-çalışmaya vermiş, başarılı okul yıllarını Boğaziçi Üniversitesinin “Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü”nü kazanarak kanıtlamış… O yıllarda en etkilendiği isimlerden biri Nermin Abadan Unat…(Nermin Hoca, bizim SBF yıllarımızın en parlak isimlerinden biriydi diye düşünüyorum, Kabaş’a hak veriyorum) Boğaziçi sonrası, ilk iş deneyiminde, Power FM’de başarısını kanıtlayan Kabaş, Fulbright Bursu kazanıp ABD’ye gidiyor, ayrıca CNN International’da çalışarak televizyon haberciliğinin girdisini çıktısını öğrenme fırsatı yakalıyor.


-Ooo, Türkiye’ye döndüğünde bütün televizyonlar peşinde koşmuştur…


Diyeceksiniz değil mi? Ama hiç de öyle olmuyor:


İŞSİZ KALIŞI: “…1997 yılında Türkiye’ye döndüğümde işsiz kaldım. Sonrasında girdiğim her işten ya atıldım, ya istifa etmek zorunda kaldım. Haksız rekabet, torpil, adam kayırma, ayağını kaydırma, gıyabında yapılan dedikodular, nice entrika, siyasi baskı ne ararsan var…”


Bu sayfaları okurken, “Ah dedim Sedef, bu söylediklerin ne kadar tanıdık… Nedense hep de kadın gazetecilerin başına geliyor” diye düşündüm… Hele şu cümle Kanal D Ankara Bürosunun haber bültenine Ankara’da epey emek veren bana o kadar tanıdık geldi ki:


“…Kanal D Genel Yayın Koordinatörü Uğur Dündar ve Haber Koordinatörü Prof. Haluk Şahin benimle çalışmak istediler ancak haber müdürü koltuğuna yeni otur(tul)muş kişi, -Sen önce git benim MİT ile ilgili yazdığım kitapları oku (yani sonra belki haberci olursun) diyerek işe alınmama en baştan muhalefet etti…


ANNELİĞİ: Sedef’in yaşamı pek çok zorlukla “tek başına” mücadeleyle geçmiş, belki de bu deneyim onun “kusursuz anne olma” hedefini perçinlemiş, doktorların “sezaryen” ısrarını elinin tersiyle iterek dünyaya getirdiği oğlu Yavuz’u anlatıyor:



“…Kendim baktım oğluma, 18 ay emzirdim, yıkadım, pakladım, kremleyip masaj yaptım, ninniler söyleyerek koynumda yatırdım, sürekli öpüp kokladım, her anının tadını doya doya çıkarmaya çalıştım…”


Yavuz’u “çok özel bir hediye” diye niteleyen Kabaş, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite (DEHB) teşhisi konulan oğlu için Allah’ın bir anlamda, “Sana öyle bir meşguliyet vereceğim ki, geçmiş kederlerine takılıp kalmaya zaman bulamayacaksın” mesajı verdiğini aktarıyor, o zorlu süreci anlattığı sayfaları okurken, “Sedef’in yaşamının annelik döneminden alınacak ders de çok” diye düşündüm.


Peki Sedef’in “geçmiş kederler” dediği olay neydi? 


KARDEŞ KAYBI: Sedef’in çok sevdiği, kendisinden 10 yaş küçük olduğu için “anne gibi özen ve sevgiyle bir anlamda büyüttüğü kardeşi Yunus’u 26 yaşındayken bir trafik kazasında yitirmesi ve organlarını bağışladıkları 4 kişiye yaşam verişleri” kitabın en dramatik sayfaları..


MAPUSLUK KAHVESİ: Sedef bu kitabı kaleme almayı hapishane günlerinde tasarlamış… O günlerden pek çok anektoda kitabında “cezaevinde kız kardeşlik” başlığı altında yer vermiş. Hapiste,  kendisine en çok koyan olaylardan birinin Yavuz’dan ayrı düşmek, 30 Ocak’taki doğum gününde oğlunun yanında olamamak  olduğunu anlatıyor. “Kız kardeşlerim” dediği kadın mahkumlarla olan sevgi dolu diyaloglarını okuyanın gözleri doluyor. Kız kardeşlerinin, Sedef’in hapishane avlusunun üst katındaki hücresine ip-sepet yöntemiyle gönderdikleri ilk kahveyi içişini, lavaşın içine peynir koyup semaverde kızartarak hazırladıkları sigara böreklerini nasıl iştahla atıştırdığını okurken ise gülümsemekten kendinizi alamıyorsunuz…

 

Destek Yayınlarından çıkan “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” kitabını okumak düşündürmekle kalmıyor, sorular sorduruyor, haksızlıklar karşısında isyan ettiriyor…


Kitapta “Malum Söz!” Diye  “şifreli” geçen sözü ise ben açık edeyim:


“Çür Pşıvunem yihame pşı xuştep, pşıvuner çemeş xuşt.” (***)


(*)https://www.sozcu.com.tr/cumhurbaskanina-hakaretten-gozaltina-alinan-sedef-kabas-tutuklandi-wp6905568


(**) Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur (10. Bölüm, Sayfa 121)


(***) http://www.ozgurcerkes.com/?Syf=22&Mkl=1239348








-

Pazartesi, Aralık 04, 2023

Helal Sana Be Sedef!


Sabah kapım çalındı, gittim baktım kargo… Sedef Kabaş’ın son kitabı… “Yandığın Ateş Yoluna Işık Olur” Üstelik nasıl da nazik bir ithafla imzalamış… 



Hemen ve heyecanla açtım kapağını, içindekiler başlığı altındakileri, önsözde yazdıklarını incelemeye giriştim…Yaşam geçmişine de değinerek son dönemde başından geçenleri dile getirmiş Sedef. Öylesine içtenlikle, çekinmeden, korkmadan herşeyi, kendisine atılan iftiraları, hakaretleri bile örtmeden, gizlemeden yanıtlarını çatır çatır vererek  paylaşmış ki yaşadıklarını…


Helal sana be Sedef!


Dedim içimden, aslında hepimiz birebir tanığı olmadık mı Sedef Kabaş’ı topun ağzına getiren olayların? 


Bir televizyon canlı yayınında kullandığı “atasözü” nedeniyle geceyarısı evinin polislerce basılışı, ters kelepçe takılarak nezarete götürülüşü, 49 gün süreyle hapishanede tutuluşu…


Nedendi peki?


Hücresinde o da bunu kendi kendine sormuş:


“…Sahi ben neden hapisteydim? Ne yapmıştım? Evet evet, doğru bir söz kullanmıştım. Dünyanın her yerinde anonim olan atasözlerinden bile şahsi hakaret suçlaması çıkarılan bir ülkede hapislik bir suç işlemişim. Ülkenin ileri demokrasi diye diye ilerleyip geldiği son nokta burasıydı…”


Eğri oturup doğru konuşalım… 


Herkesin hafızalarına kazınan o söz, acı bir gerçeği ifade etmiyor muydu? 

Yıllardır sürgün edilen, soykırıma uğratılan, halen de Rus baskısıyla yaşamlarını özgürlükten uzak, eziyet altında sürdürme çabasındaki Çerkesler (*) atadan kalma bu sözü yıllardır “tepedelerinkilere söylerken” haksız mıydı?


“Öküz saraya çıkınca kral olmaz ama saray ahır olur…”


Sedef’in 49 günlük tutsaklıktan kurtuluşu hepimizi, hele biz kadınları ne kadar sevindirmişti  unutmadınız değil mi? 



Gazeteciler Cemiyeti olarak Sedef’i biz o günlerde Ankara’ya davet etmiştik, katılacağı söyleşide, soruları Sedef’e ben yöneltecektim…Sahnede yerimizi alırken kulağıma fısıldamıştı: 


“Yazılanlardan, atılan  iftiralardan haberin var değil mi? Sözde beni otelde basmışlar… Hem de evli bir adamla…” 


Bunları ben de önceden okumuş ama yok saymıştım, bizim için gündem, Türkiye’de zor koşullardaki gazetecilikti. Sadece, anneliğini de hesaba katarak söyleşimizin sonunda Sedef’e, “bu yaşadıklarınızı oğlunuz nasıl karşıladı?” Diye sormakla yetinmiştim. 


İşte Sedef, Destek Yayınlarından çıkan 399 sayfalık kitabında aile yaşamını, oğlunu anlatıyor,  hatta kendisine atılan iftiralar da dahil, pek çok konuya açıklık getiriyor…Sizin okuma zevkinize engel olmadan paylaşımımı burada noktalayayım… 


Bu cesur kitabı nedeniyle ben de Sedef’i kutluyor ve tekrar diyorum ki:


-Helal Sana Be Sedef!


Çarşamba, Mart 30, 2022

Sedef Kabaş: Bir canım kaldı, daha ne bedel ödeyebilirim?

 



Cumhurbaşkanına hakaret, Türkiye’de 4 yıla kadar hapis bedeli ödeten tehlikeli suçlardan biri, bu suçtan son yıllarda tam 128 bin kişi yargılandı. Pek çok gazeteci yazdıkları haberlerden, çizerler karikatürlerinden, gençler attıkları tweetten, göstericiler açtıkları pankarttan mahkemelere düştü, pazarcılar patlıcana koydukları etiketten bile sorgulanırken, pahalılıktan şikayet eden yaşlı teyzeler  gözaltına alındı. Sedef Kabaş ise “paylaştığı bir atasözü nedeniyle” tutuklanıp,  49 gün hapis yatarak bu zincire dahil oldu. 


Kabaş’la Ankara’da Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği konferansta bu 49 günün öncesi ve sonrasını değerlendirdik, “Bir canım kaldı” diyen Kabaş, “ama haksızlık karşısında asla susmayacağım” sözüyle korkmadığını dile getirdi.

Peki neydi Sedef’i bir gece saat 02.00’de gözaltı sürecine ve 49 gün hapiste yatmaya  götüren olay? Kabaş, Uğur Dündar’ın programında Cumhurbaşkanının birleştirici güç olması gerektiğini anlatırken, hani -taçlanan baş akıllanır- derler ya, bir de bunun tersini söylerler diyerek, bir atasözünü biraz değiştirmiş -büyükbaş saraya girince kral olmaz, saray ahır olur- demişti, yayından sonra yandaş medya ve trollerin hedefi oldu, tam da Sezen Aksu için,  Erdoğan’ın -dilini koparırız- dediği günlerde. O da bir tweet atarak  -bu sözler bana ait değil, bir Çerkes atasözüdür- dedi.

Sen misin bunu yapan? Savcılar hemen harekete geçti ve infaz süreci başlatıldı. Sonrasını söyleşimizden aktaralım. 


SORU: Herkesin merak ettiği şu: Sedef neden hedef oldu da böyle bir cezaya reva görüldü? 

KABAŞ: Gazetecinin hapsedilmesi artık Türkiye’de haber değeri taşımıyor. Sıradanlaştırıldı. Böyle bir dönemden geçiyoruz. Ama benim olayım neden istisna? Dünyanın hiçbir yerinde,  demokrasinin az buçuk işlediği bir ülkede bile bir atasözü hakaret değildir, olamaz. Karikatürler, atasözleri, fıkralar neden vardır? Yıllar öncesinden süzülür ve anonimdir. Dünyanın hiçbir yerinde bir atasözünden, bir masaldan dolayı biri hapsedilemez. Eğer herhangi biri hapsediliyorsa orada demokrasinin D’sinden, hukukun H’sinden, basın özgürlüğünün B’sinden bahsedilemez. Bir atasözünden gazeteciyi hapsetmiş ilk ve tek ülkeyiz. SORU: Sadece bir atasözü mü? KABAŞ: Bunun öncesi var. 2015’de 17-25 aralık sürecinde, pek çokları hatta basınımızın değerli üyelerinin duayenlerin bile sustuğu bir dönemde ben -bunca belge, bilgi, tape, ifade, varken, tek celsede delil yetersizliğini göstererek olayları sümenaltı edemezsiniz- dediğim için, ağır cezada yargılandım, 10 yıl hapsim istendi. Değerli basınımız bunu görmezden geldi, sustu. Ben o dönemde -Fetöcü- ilan edildim zerre umrumda olmadı, çünkü ben korkuyla susmayı tercih etmem çünkü herkes kendini bilir, suçum yok, vicdanım rahat… Ortada bir realite var. Rüşvet, yolsuzluk, kara para aklama, uluslararası çapta gizli altın ticareti, ambargoları delme ve Türkiyeyi çok zor duruma sokma gayreti var. Eğer böyle bir gerçek varsa neden susuyoruz? Yargılamadan beraat ettim ama bu yargılama süreçleri sistemli yapılıyor 49 ilde birden aynı anda hakkımda suç duyurusu yapıldı. Defalarca yargılandık. Geçen sene bu zamanlarda, ODTÜ’de, eğitmen kimliğimle -malum gazetecilikten para kazanılmıyor-, 2 bin kişilik salonda bir konuşma yaptım, iletişimin hangi teknikleri kullanılarak kara propaganda yapıldığı meselesini anlattığım bir konuşmaydı, siyasetin S’si yoktu. -Yalan haberler, manipülasyonlar nasıl zihinleri işgal ediyor ve biz teslim oluyoruz?- Bunu anlatmaya çalıştım 20 dakikalık bir konuşma. Hitlerin sözcüsü Goebbels'ten örnek veriyorum, -Büyük yalanlar söyleyin, sürekli tekrarlayın, sonunda size inanırlar- diye. AKP’nin adamları sanki bu sözleri ben söylemişim gibi montajlıyor ve Cumhurbaşkanı  Erdoğan bu montajı halka açık canlı yayında, grup toplantısında kullanıyor. Diyor ki, -bakın 128 milyar dolar sorusu varsa, bu yalan soruyu işte CHP’ye o bayan sundu- diyerek beni milyonlara hedef gösteriyor. Ben Erdoğan’a 128 kuruşluk tazminat davası açtım iftira edip beni aleni hedef gösterdiği için, yarın bir gün beynime birisi kurşun sıkarsa Türkiye müsebbibi bilsin diye…Yani benim durumum çok öncelere dayanıyor. —önce astılar sonra yargıladılar— 

SORU: Mapuslukta 49 gün nasıl geçti? 

KABAŞ: Tutuklu yargılama bahanesiyle, yani katalog suçu bile olmayan hakaret suçu iddiasıyla önceden cezalandırmayı seçerek beni hapsettiler. Önce astılar sonra yargıladılar. 49 gün ne yaptım? Bence hapis, mekandan ziyade mental bir durum. Bedenin hapistedir zihnen özgürsün. Ben moralimi hiç bozmadım. Desteğim çoktu, birilerinin arkamızda durduğunu bilmek çok büyük güç veriyor. Vicdanım özgürdü, orayı inzivaya çekilmek gibi gördüm. Bol bol okumak yazmak ve morali sağlam tutmak…49 gününün sonunda şunu gördüm içerde çok büyük dram yaşanıyor. Korkunç orası. Herkesin göğüsleyebileceği yerler değil. Adalet kan ağlıyor. —Adalete ters kelepçe— SORU: Bir de ters kelepçe tartışıldı? 

KABAŞ: Ben ne zaman mağduru oynadım? Polisin dediğini yaptım, asıl bu ülkede adalete ters kelepçe takıldı. 49 günü söylemeye ile utanıyor insan, çünkü orada  öyle örnekler gördüm ki. Aralarında avukat görmemiş, bugüne kadar doğru dürüst savunma yapamamış olanlar var. Ben de sizler, kamuoyu sahip çıkmasanız siyasi rehin olarak hala hapiste kalmaya devam ediyordum. Enteresan olan şu. Çağlayan Adliyesinde önce savcıya ifade verirken, etrafımda polisler var, avukatım var, dostlar meslektaşlar var ama ben gıyabımda ters kelepçe manipülasyon haberleri yapıldığını görmüyorum. Polislerden biri geldi, dedi ki -algı yaratmaya çalışıyorlar, ters kelepçe yapıldığı iddiasıyla-  o polis,  -buradan çıktıktan sonra( benim serbest bırakılacağımı sanıyorlardı çünkü)  polisin size bunu söylediğini söyler misiniz?- dedi. Onlar bile bu çirkin algı ve kara propagandadan rahatsızlık duydular yani, o polislere selam ediyorum. 


SORU: Halen de bu eziyeti çeken gazeteciler ve siyasetçiler var hapislerde ne yazık ki… Bakırköy’den çıkarken -haksızlık karşısında susmayacağım- dediniz. Bu sizin kamuoyuna ve basına çağrınız olarak da değerlendirilebilir, ama ya size bedel ödetmeye devam ederlerse? Belki bazıları -nush ile uslanmayanın hakkı kötektir- atasözünü bile akıllarından geçiriyordur?


KABAŞ: Hapse girdim,  bir can kaldı, daha nasıl bir bedel öderim bilmiyorum. Peki biz niye korkuyoruz? Aslında bir suçumuz var mı? Suçlular korkar. Adam mı öldürdük, cinayet mi işledik, uyuşturucu ticareti mi yapıyoruz? Terör örgütü üyesi miyiz, terör ele başlarına övgü mü düzdük, silah ticareti mi yapıyoruz? Biz bu ülkenin dürüst, işini yapmaya çalışan vatandaşlarıyız. Suç işlemiyoruz. Ama tepki göstermezsek, suskunluk sarmalına mahkum ediyoruz bu toplumu çünkü sen susuyorsun, o susuyor, sonra herkes susuyor. Diktatöre sormuşlar -nasıl diktatör oldun diye? Kimse olamayacağını söylemedi- demiş. Susmak, her türlü haksızlığa rıza göstermek. —49 günü kim geri verecek?— 


SORU: Bu ceza o atasözünün bedeli miydi? KABAŞ: İronik olan şu, atasözünden 2 yıl 4 ay hapis cezası aldım ben, hüküm giydim ama tutuklanmama bakmayın, tutuksuz yargılanmam gerektirdi, çünkü hakaret suçu, katalog suçlardan değil, yatarı bile yoktu. Onun için mesele yapıyorum ama bu üst mahkemelere gidecek, Yargıtay’a, orası onaylarsa Anayasa Mahkemesine, eğer o da  onaylarsa kendi varlığını inkar etmiş olacak. Sonra sırada AHİM var, tazminat diyecek, Bir TC vatandaşı olarak üzülüyorum çünkü o tazminatı Türkiye ödeyecek bana, yani bizim vergimizle ödenecek. Aslında TCK 299 yok hükmünde bir madde, yani şu anda hukuku göz göre göre çiğneyerek fiili durum yaratıyordular. Tıpkı İstanbul Sözleşmesini oldu bittiye getirip 1 gecede yok ettikleri gibi…Bu sürece dur demek lazım. 


SORU: AYM’ye de giderim dediniz ama, geç gelen adalet adalet olmuyor sonuçta, siz yattınız çıktınız, peki sonuçta -bu ceza haksızdı- deseler bile o 49 günü size kim geri verecek?


KABAŞ: Onu geri veremeyecekler ama ben onu bir çeşit mezuniyet olarak gördüm, oradaki kızkardeşlerimin derdine ortak olmayı bir mesleki kazanç gördüm. Aslında bu hapis mevzusu zihinle ilgili, dışarda bir sürü özgür olduğunu sanan insan var ama vicdanları hapiste… —Hepimiz birimiz için— 

SORU: Sizce gidişatın yeterince farkında mı kamuoyu? 


KABAŞ: Erkan Baş (TİP Başkanı) bana dedi ki, -sen içerideyken bizi o kadar kenetledin ki… Seni içeride tutmanın (onlar için) maliyeti arttı -dedi… Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için…Ben içeriye alındığım sırada, Murat Ağırel, Barış Pehlivan ve  Hülya Kılınç’a da o kadar üzüldüm ki… İnanın içerideyken hiç gözyaşı dökmedim ama sadece bir tek an oldu, o Hülya’yı polisler tek başına ahlak polisleri eşliğinde aldılar ya… Çok içerledim arkadaşlar. Hiçbirimiz bunu hak etmiyoruz. Kim olursa olsun kim olursa olsun hiçbirimiz yalnız kalmamalı. 


https://gc-tr.org/ 

https://youtu.be/y_28bZGYsAc




Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...