Bu Blogda Ara

Buick etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Buick etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Temmuz 27, 2014

Nice bayramlara




Nice Bayramlara

Sevgili dostlar, kimi zaman ben de çok kızıyorum  yeni mecralara, twitterdı facebooktu instagramdı filan... 

-Yüzyüze konuşup birbirimizin sesini kokusu duymanın yerini tutar mı?" Diye. 

Ama ne yapalım ki bu da çağın bir gereği, öyle değil mi?

Ankara’da yıllardır devam eden “dikey kentleşme ve betona yatırım” çılgınlığı kenti öylesine büyüttü ki, altyapı ve ulaşım imkanları artık yetişemez oldu. 

E, şimdi bayram da olsa, hangi babayiğit kalkıp ta Gölbaşına gelecek, oradan Çayyoluna geçip, Gaziosmanpaşaya, Aşağı Ayrancıya uğrayıp eşiyle dostuyla yarımşar saatliğine hasret giderip hoşbeş edecek? Kolay mı bu?

Oysa eskiden öyle miydi? Apartmandaki herkes ilk gün mutlaka ziyaret edilip, el öpülür hatır sorulurdu... Kalan günlerde önce mahalledeki, sonra da uzak semtlerdeki dostların, hısım akrabanın kapısı çalınır, bayramı kutlanırdı... 

Ha, ikramlar mi? Önce kahve getirilir, yanında çoğu kez likör de bulundurulurdu... Ahududu, nane, gül ya da muz likörü... Ne hoştu Tekel likörlerinin hem lezzetleri, hem renk ve kokuları...

Sigara bu kadar “tü kaka” edilmemişti o zamanlar... Bir tepsiye özenle dizilmiş Yaka, Yeni Harman, Bahar, Gelincik sigaraları, gülümsemelerle misafire tutulurdu... 

Salondaki neşeli sohbete, havada dalgalanan mavi dumanlar eşlik ederdi... Arka odadaki radyo açıksa, Yurttan Sesler Korosunun şarkıları duyulur, evin güzel sesli hanımı kimi zaman nakarata eşlik bile ederdi...

Şimdi hepimizin arasına mesafeler girdi... Likör mikör yok artık, alkolle biraz keyif filan demeyin, aman ha!yasak!!! Devletin tepesindekiler filanca, diğerleri falanca tarikatlerde hu çeker dururken zinhar! Kutsal bayramda hiç alkol sunulur mu? 
Zaten 10 yıl önce değil miydi? Kimimiz Ergenekoncu, kimimiz Balyozcu olduk... Kimimize  Ulusalcı yaftası yapıştırıldı... Ayrı düştük... Kuş uçmaz kervan geçmez mahallelere taşındık, falanca loftlara,  bilmemhangi lifelara, twinlere  towerlara filan yerleştik.... Böyle olunca “çat kapı” ziyarete gitmek imkansiz, eh, dayan bakalım klavyeye o zaman...

Merak etmeyin, ben şimdi “Nerde o eski bayramlar?” diye, size klişeler sıralayacak  değilim, tam tersine  neşeli şeyler paylaşmak istiyorum bugün...



Bir bayramda komşumuz Ali Boyluoğlu (genellikle mütevazı memur ailelerinin kiracı olarak oturduğu Gaybi Yatır Apartmanının otomobil sahibi tek sakini idi) hepimizi gıcır gıcır siyah Buick Arabasina doldurup,  Gençlik Parkı'na götürmüştü... İnanmazsınız belki ama hayatımda ilk kez sosisli sandviçi orada tatmıştım... Ne güzel bir gündü... Sonra hepimiz yine neşe içinde  Buick'e doluşup Gaybı Yatır Apartmanına geri dönmüştük... 
Hava kararıyordu, arka bahçede "dalya" ya da "yakantop" oynanabilirdi biraz... Az sonra herkes evine dönecekti... Bayram sofrasına oturup, tavuklu pilavla (bütün tavuk o yılların gözde ikramıydı) üzüm hoşafımızı  kaşıklayacaktık... Birer dilim su böreği ve kalburabastıya da yer bırakmalıydık tabii... Her evde üç aşağı beş yukarı bu manzaralar yaşanacaktı... Sonra saat dokuza doğru İl Radyosunun "Mozaik" programına kulak verecektik... “Bakalım bu akşam Adamo'nun hüzünlü sesi, parazitler arasından duyulacak mıydı yine?”

-Tombe la neige..https://youtu.be/OQKSU6j1-8U

Mutlu bayramlar dostlar... Keşke siz de benimle Bayram anılarınızı üç beş kelimeyle de olsa paylaşsanız..

Pazartesi, Mayıs 24, 2010

Sekiz silindirli 66 Buick ve yaşamımızdan yitip gidenler


Kimdi o komşular? Nereye gittiler? Oğullarının ismi Gürbüz, kızlarınınki Gülten miydi? Karşımızdaki Saadet Apartmanının sokağa bakan birinci katında otururlardı, evlerinin balkonunu çepeçevre saran mor salkımlı evde. Nisanda mı Mayısta mı açardı mor salkımlar? Ortalık nasıl bir yağlıboya resim şölenine dönüşürdü? 

İlk taşındıklarında onlara “mahalleye hoşgeldiniz” demeye gitmiştik annemle. 

Evin hanımı Gönül Teyze biz pırıl pırıl temizlenmiş, limon kolonyası kokan salonda misafir etmişti. Ev iki oda bir salondu, pardon salon salomanje... Duvarda, Saatli Maarif Takviminin hemen yanında duran saatin sarkacıyla, uzayıp giden kurma zincirinin ucundaki siyah abanoz kozalaklar nasıl da hoşuma gitmişti. Yakınına gidip, ayaklarımın ucunda yükselerek incelemiştim saati:

 “Tik tak, tik tak...” sesleri arasında yelkovan ilerliyordu, birden üstteki minik pencere açılmış ve mavi minik kuş çıkıp “guguk guguk” diye dört kez öterek saatin dört olduğunu haber vermişti. Hiç beklemediğim için irkilmiştim kuşun hareketinden. 

Kolonya ikram edilmişti anneme ve halama, benimse başıma döküvermişti damlaları Gönül Teyze. 

Çocukluğumuzda bunu bize hep yaparlardı, bir keresinde gözüme kaçmıştı da nasıl canımı yakmıştı kolonya. Sonra bizleri beyaz Amerikandan (*) kolalı, çepeçevre dantelli örtü serilmiş masaya buyur etmişlerdi. 

Peçetem boynuma iliştirilmişti. Fırından yeni çıkmış, mis gibi kokan bademli kurabiyeleri, şekerli “paşa çayıma” bana bana yemiştim. Hala damağımda hissettiğim o lezzet muhteşemdi. Kayık tabaklarda çıtır çıtır susamlı simitler, beyaz peynir ve çilek reçeli detayı tamamlıyordu... 

Sonra köşedeki divana oturmuş, hele elime bir cilt “Çocuk Haftası” (**) verilince nasıl kopmuştum dünyadan, hanımların sohbetinden:

-İşte böyle Emine Hanımcığım. Merzifon’dan tayinimiz çıkar çıkmaz bizim bey Ankara’ya gelip kiralık ev aradı ama öyle zor bulduk ki, ancak 100 lira havaparası (***) ile tutabilmiş burayı. 

-İnsaf yok ki ev sahiplerinde Gönül Hanım, biz de havaparası ile girmiştik eve beş yıl önce. Ne yapalım, çocukların okuluna yakın, Pazartesi pazarına da. Kasabımız, bakkalımız hep ayak altı. 

-Kasaptan memnun musunuz? Tavuk, sakatat filan da bulunuyor mu? Görümcemler gelecekler yarın, güzel bir karaciğer, kuzu gömleği filan bulabilirsem bir ciğer sarma yapayım diyorum. 

Ben divanda Çocuk Haftasının sayfalarını büyülenmişçesine çeviriyor da çeviriyordum. Bir macerada Yıldırım Kaptan uzay gemisiyle gezegenler arasında mekik dokuyor. Bir diğerinde Süperman uçarak enselerine bindiği kötülerin hakkından geliyordu. 

Annemler yemek faslını bırakıp çoktan saksıda çiçek yetiştirme bahsine geçmişlerdi: 

-Ah şekerim o kadar severim ki begonyayı, sobadan uzak bir yere, pencere kenarına koyacaksın. Haftada bir sulayacaksın, bak görürsün nasıl güzel çiçek verir hemen. Canım her ayın beşleri kabul günüm, beklerim tamam mı ben de? 

Sonra fısıltıyla konuşmalarından, benim duymamı istemedikleri bir konuya geçmişlerdi: 

-Vallahi kardeşim, pek görüşülmüyor o hanımla. Nasıl anlatsam, nikahsız oturuyorlarmış Sadi Beyle. Metresiymiş yani. Aslına bakarsan Sadi Beyin nikahlı karısı ile evi Emek taraflarında bir yerdeymiş, buraya haftada iki gün geliyor. 

-A, nasıl görüşülsün ki kardeş. Kızlarımız var, hiç olur mu? Sizin bey ne diyor bu işe? 

-Ah şekerim, bir cürmümeşhut (****) olayı olur da mahallede rezalet filan çıkar diye korkuyor. Aslına bakarsan bizim bey pek karışmaz sağda solda ne olduğuna. Malum bankacılık zor iş, hele yıl sonlarında devamlı mesaiye kalır. Neredeyse geceyarısına doğru gelir zavallım eve. Amaan, geçinmek kolay mı bu zamanda?

Nikahsız oturmak”, “cürmümeşhut” laflarını kafamda evirir çevirir, bir türlü “yedi” numarada oturan o güzelim Suzan Hanımla bağdaştıramazdım. Dalgalı sarı saçları aklıma gelirdi. Balkonda oturup, bacak bacak üstüne atarak sigara içişi, kırmızı ojeli, uzun tırnaklı o güzelim elleri hayalimde canlanırdı. Hep akşamüstleri çıkardı balkona, duvara gerilmiş iplere bir frenk gömleği, bir fanila asar, dalgın hülyalı bakışlarıyla Sadi Beyin gelişini beklerdi. Mahallenin çocukları sokakta “yakantop oynarken” Sadi Beyin gelişi hemen duyulurdu sekiz silindirli siyah Buick arabasının homurtusundan.

Saadet Apartmanının biraz ilerisine park eder, elinde paketlerle inerdi arabadan. Bir keresinde annemle Kızılaydaki Trakya Şarküterisinde alışverişteydik, Sadi Bey girdi içeri:


 -“Merhaba Mahmutcuğum” dedi, “bir şişe Kulüp Rakısı, biraz Rus Salatası, füme dil, Rokfor peyniri ve lakerda ver. Ha, karışık turşuyu sakın unutma, kadınbudu da koy biraz” 

Diye isteklerini sıraladı. 66 model siyah Buick çalışır durumda şarküterinin hemen önünde duruyordu. “Annemle niye hiç selamlaşmazlar?” diye hayıflanırdım hep. Birgün, bir dakikacık da olsa o arabaya binebilsem ne olurdu sanki? 

Annem beyaz peynir ve sele zeytinini sardırıp 
çantasından çıkardığı bir mor bin lirayla ödemişti parayı. Paranın üstünü alıp, elimi sıkıca tutmuştu, aceleyle çıkmıştık dükkandan. 

-Anne, niye o amcayla selamlaşmadın? 

-Sen bilmezsin böyle şeyleri. Sus, yürü bakalım. 

Manavın önünden geçiyorduk, kiraz yeni çıkmıştı, minicik can erikleri ve henüz tam olgunlaşmamış domatesler de. O kadar yalvarmıştım anneme ama kiraz almamıştı: 

-Hayır, daha mevsimi gelmedi. Hem çok pahalı. Bak eve gidelim sana kedidiliyle muzlu pasta yapacağım tamam mı? Ama bak, söz verirsen uslu olacağına. Eve gider gitmez dersinin başına oturacaksın. 

-Biliyorum biliyorum, zaten yarın matematikten imtihanım var, çalışacağım. Ama önce mandolin çalacağım yarım saat tamam mı? Aaa, anne sol teli alacaktık hani? Hadi Kocabeyoğlu Pasajının arkasındaki dükkandan alalım mı n’olur.

Alışveriş sonrası eve dönmüştük. Annem radyonun düğmesini çevirmişti, odayı “Yurttan Sesler”den nağmeler doldurmuştu, sonra “Şimdi de Zeki Müren’den Bir Demet Yasemen şarkısını dinleyeceksiniz” anonsu yapılmıştı. 

Annem önlüğünü bağlayıp, kızartma tavasını ocağa koymuş, yağı kızdırırken şarkıya keyifle eşlik etmeye başlamıştı. 

Ne güzel, ne güzel bir gündü. Günler sonra bir akşam babam eve gelmiş, elindeki Akşam gazetesini salondaki sehpaya bırakıp, anneme anlatmıştı: 

-Hanım meğer Sadi Bey züccaciyeci değilmiş. Uyuşturucu kaçakçısıymış, Marsilya’da geçen gün tutuklanmış. 

Annem hayretler içinde babama bakmış: 

-A, aman yarabbi. Demek kadıncağızın apar topar taşınması bu yüzdenmiş ha? Biz de komşularla “bir allahaısmarladık bile demedi” diye dedikodusunu etmiştik. Sanki biz ona “hoşgeldin” demişiz gibi... Yazık. 

Koşup gazeteyi almıştım, 10.sayfada Marsilya mahreçli tek sütuna üç santimlik haberi okumuştum: 

“Türk işadamı baz morfin kaçakçılığından yakalandı. Arabasının bagajında şüpheli bir paket ele geçirilen işadamı S. B. “paket benim değil” dese de Fransız makamları tarafından tutuklanarak cezaevine konuldu. Mahkemesi önümüzdeki günlerde başlayacak olan işadamı S. B. Türkiye’de cam eşya ticareti ile iştigal ediyordu.” 

Tuh, demek bir türlü ön koltuğuna oturamadığım 66 Buick artık iyiden iyiye hayal olmuştu. O sayfayı kapattım, 3. Sayfayı çevirdim, Hoş Memo bandının karikatürlerine neşeyle bakmaya başladım. Annemle babamın sesi geliyordu içerden?

-Ooooo, hamsi tava ha? Aman hanım biraz da pastırma dilimleyeyim mi? Ama bu mükellef sofraya bir kadeh rakı olmadan oturulur mu? 

-Seni gidi seniii. O zaman bana da bir kadeh Papazkarası koy olmaz mı? (*****) 


(*)Amerikan Bezi de denilen patiska kumaş. 
(**) 60’lı yıllarda zirveye oturan haftalık yayınlanan çocuk dergisi. 
(***) Konut kıtlığı çekilen yıllarda ev sahiplerinin ev kiralarken kiracıdan bir defaya mahsus aldığı para. (****) Medeni Kanunda zinanın suç sayıldığı yıllarda, kolluk gücü eşliğinde düzenlenen suçüstü yakalama hareketi.         
(*****)O yılların sepetli şişede satılan kırmızı şarabı.                               

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...