Öyle çok seyahat ettim ki güzel mesleğimde, “dünyayı gezdim” desem yeridir...
Seçim propagandalarında, siyasilerle memleketin en ücra köşelerini karış karış dolaşmaktan tutalım da, liderlerin resmi yurtdışı gezilerine, özel dosya araştırmalarına, röportajlara, ülkelerden gelen davetlere kadar...
Mesleğe yeni başlamıştım Tercüman Gazetesinde, ekonomi alanında ilerlemeye çok istekliydim, dönemin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’ı takip ediyordum, gazetecilik yaşamımın ilk yurtdışı gezisi onunla Şam’a oldu. Şam’da Türk Heyeti soğuk karşılandı. “Hatay’ı içine alan Suriye haritaları” bütün resmi toplantılarda duvarlarda asılıydı, üstelik Abdullah Öcalan da yıllardır Şam yakınlarında “misafir” ediliyordu.
Hafız Esad’ın başında bulunduğu Baas Rejiminin etnik temizlik amacıyla Hama ve Homs’ta (*) kimyasal silah kullanıp binlerce sivili katlettiği haberlerini duyuyorduk. O sırada Hürriyet’te olan sevgili meslektaşım Saygı Öztürk’le kafa kafaya verdik:
-Yahu Nursun, Özal’ın görüşmelerinden kayda değer bir şey çıkmıyor. Zaten ajanslar da takip ediyor. Biz keşke buraya gelmişken özel bir şey yapabilsek...
İkimizin aklından aynı şey geçiyordu besbelli, “Hama ve Homs’a gidebilmek...” Orada yaşananları resimleyip haber yapabilmek... Hatta Saygı’nın planı, Hama tabelasının önünde fotoğraf çektirip haberlerine vinyet olarak kullanmaktı.
Fakat biz iki genç gazeteci bu konuşmaları, resmi geziyi takip ettiğimiz sırada bize tahsis edilmiş olan arabada yapıyorduk. Şoförümüz sözde (!) “tek kelime Türkçe bilmiyordu... Çat pat Fransızcası vardı.” Bizimle işaret diliyle anlaşıyordu.
Sağa sola danıştık, otelimizdeki bir turizm acentesinin sahibiyle konuştuk ve bizi Hama-Homs’a götürecek bir araba temin ettik. Masrafları Saygı ile aramızda paylaşacaktık.
Programımızı yaparken, bir gün önce gezide bulunan işadamı Emin Hattat bizleri Şam’ın epeyce dışında bir restorana davet etti. Aramızda Milliyet adına geziyi izleyen Derya Sazak, Cumhuriyet’ten Sedat Ergin, Yeni Asır’dan Ercan Deva, Anadolu Ajansı temsilcisi Ekrem Aktaş da vardı. Hatta biz yemekteyken Başbakan Yardımcısı Özal, Suriye lideri Hafız Esad ile görüşmüş ve biz bu buluşmayı görüntülemeyi atlamıştık... Neyse ki ajanslar haberi geçmiş ve önemli olay kayda girmişti. Bir varsayıma göre de Özal bu randevunun gizli tutulmasını istemişti.
Neyse işte, dönüş yolunda, “tek kelime Türkçe bilmeyen şoförümüz” arabayı aheste aheste sürüyor, biz Saygı ile bunları konuşurken, bir yandan da sevinçten içimiz içimize sığmıyor. Hama ve Homs’tan geçeceğimiz “atlatma haberler” hayalimizi süslüyor.
Derken otelimize döndük, Hafız Esad-Turgut Özal buluşması haberine ufak tefek ilavelerle durumu kurtarmaya çalıştık ve odalarımıza çekildik. Planımız hazır, sabah erkenden yola çıkacağız, istikamet Hama...
Ben kim bilir kaçıncı uykumdayken, odamdaki telefon çaldı, saate baktım 03.00, “hayırdır inşallah?” Diyerek açtım:
-Aloo, Nursun Hanım, merhaba, ben Türk Büyükelçiliğinden arıyorum. Otelinizin lobisindeyim, lütfen aşağı inebilir misiniz?
-A, ne oluyor? Ne için?
-Telefonda konuşmak istemiyorum, lütfen aşağı inin, önemli bir konu var, mutlaka görüşmeliyiz.
Apar topar giyinip, aşağı indim, baktım bizim elçilikten genç bir diplomat ayakta bekliyor, direkt konuya girdi:
-Nursun Hanım, Hama ve Homs’a gitmeyi planlıyormuşsunuz Saygı Beyle birlikte... Rica ediyoruz bunu yapmayın. Orada çok tehlikeli bir ortam var, hatta kimyasal silah kullanıldığına dair duyumlar geliyor, Türk Büyükelçiliği olarak hayatınızı garanti edemeyiz. Tavsiyemiz, bu plandan vazgeçmeniz. Hatta tavsiye de değil, can güvenliğiniz için ısrarlıyız bu konuda.
Ben şaşırıp kalmıştım, “herkesten gizli tuttuğumuz” bu plan nasıl olup bizim büyükelçiliğe kadar ulaşmıştı da gecenin bir yarısında elçilik bize telkinde bulunmak için otelimize görevli yollamıştı?
O saatte hemen Saygı’yı telefonla arayıp durumu anlattım, şaşırdı, bu haberin nasıl sızdığı sorusuna önce yanıt bulamadık ama, sonra ikimizde de jeton düştü... Bu işin arkasında büyük olasılıkla bizim “tek kelime Türkçe bilmeyen” Suriyeli şoför vardı, besbelli bu ajan-şoför arabadaki konuşmalarımızı günlerce dinleyip durmuş, sonra da durumu Suriye makamlarına jurnal etmişti, onlar da bizimkilere tabii...
Böyle ciddi daha doğrusu “hayati” bir uyarı alınca planımızı rafa kaldırdık, ertesi gün Özal’ın Şam’daki muhatabı olan Başbakan Yardımcısı Abdülkadir Kaddura ile röportaj randevumuz vardı, haberlerimizi geçtik, hazırlandık ve Özal’ın “tarifeli uçağıyla” Ankara’ya döndük.
Dönüş yolunda, “çiçeği burnunda muhabir” olarak benim başıma yine tuhaf bir olay geldi. Uçaktaki işadamları ile tek tek konuşup, Suriye izlenimlerini alıyor ve isimlerini sorarak not tutuyordum. “Kerli ferli adam” derler ya, işte tam da öyle görünen, orta yaşlı, kilolu bir beyefendiyle konuşup, nazikçe ismini sordum. Birden kahkahalarla gülmeye başladı ve etrafındakilere seslendi:
-Aman arkadaşlar bakar mısınız? Buyrun size beni tanımayan, hem de Ankara’lı bir gazeteci...
Kahkahaları öylece sürüp gitti, bense sıkıntıdan “kıpkırmızı” olmuştum.
-Kimdi acaba ismini sorduğum o işadamı? O kadar ünlüydü de ben bu adamı nasıl tanımamıştım?
Yine Saygı fısıldadı kulağıma:
-O adam Nezih Dural... Hani şu dünyayı ve Türkiye’yi sarsan Lockheed Yolsuzluğu diye bilinen olayın baş kişisi... (**)
(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/1982_Hama_massacre