-Bütün resimlerde gülümsüyordun ama! Diyeceksiniz şimdi… Pek öyle değil işte… Tatsız bir gündü, yaşadığımız atmosfer malum, ama farklı nedenlerle de canım sıkkındı. Şu doğum günü klişesi “ neşeliymişim gibi görünmemi ” gerektirse de, belleğim yaşamımın ilk doğum günü kutlamasına götürdü beni… Annemle babam devlet memuruydu, çok çalışırlardı, gençlik yıllarıydı, “ kaçıncı derecenin kaçıncı kademesindeydiler acaba? ” Tabii, amirleri ne derse oydu, “ fazla mesai ” sözünü hep duyardık evde. Belki bu yüzden bizim çocukluk hayallerimize ayıracak zamanları pek olmazdı. “Çocuk Haftası aboneliği, Andersen’den Masallar, üç tekerlekli kırmızı bisiklet ve Kemal Eroğlu’ndan mandolin dersleri…” Yaşamdaki lükslerimiz bunlardan ibaretti. Sarar İlkokulunda, ikinci sınıftaydım. Sık sık arkadaşlarımın doğum günlerine davet edilirdim. Anneleri nasıl da süslü sofralar hazırlardı. Tabii onlar “ ev hanımıydı ” en ufak ayrıntıyla bile uğraşırlardı. Kolalı masa örtülerin...
Mürekkep kokan sayfalarda şimdilerde bize yer yokmuş, eh, ne yapalım? Açılsın bari hayali sayfalar... Oysa onlara yazmak tıpkı suya yazmak gibidir. Kayboluverir gider.