Bu Blogda Ara

60ların ankarası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
60ların ankarası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Haziran 14, 2020

Eski sofralar





Fıstıkla soğanı  tavada kavururken Ayşegül görüntülü! aradı:

-Kolay gelsin, belinde önlük ne yapıyorsun?
-Zeytinyağlı biber dolmasının içini hazırlıyorum, sen tarçın koyar mıydın?
-Tabii, bir de yenibahar mutlaka koyarım, zeytinyağlının yakışığıdır...

Çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz Ankara’da, Hanımeli Sokakta geçti. Bizim yetiştiğimiz  yıllarda aileler ve yaşam tarzları birbirine çok benziyordu. Şehir çocuğuyduk ama, akasya ağaçlarıyla bezeli sokaklarda, ikişer üçer katlı evlerin bahçelerinde oyunlar oynardık, çağla toplardık.

O zamanki Gaybi Yatır Apartmanının kiracıları  genellikle  orta sınıfın benzer gelir düzeyindeki aileleriydi. Komşularımız, tayinle Ankara’ya gelmiş memurlar, bir öğretmen, bir yedeksubay, bir hakim, bir eczacı kalfası, bir terzi ve mesleklerini şimdi hatırlayamadığım bir kaç aileydi.

O yıllarda çalışan kadın çok azdı, annem Emine Masume Alev istisnalardan biriydi... Büyük Doğumevi’nin vardiyalarını asla aksatmayan çalışkan ebe hemşirelerinden biriydi sevgili annem... Babam Servet Alev ise Ulus’ta, Ziraat Bankasının tarihi binasında çalışırdı. El yazısı ne kadar güzeldi, hele o sabit kalemi tutan ince uzun parmakları... 

-Sabit kalem nedir?

Diye soruyorsanız, ben de pek bilmiyorum kökenini, gerekçesini. Ama nedense o yıllarda devlet dairelerinde çok kullanılırdı ve onunla yazılan yazının silgiyle silinmesi imkansızdı, adı bu yüzden mi öyleydi acaba? Şimdi de bulunuyor mu piyasada? Bilmem...

Ailemiz, ağabeyim ve çocukluğundan bu yana bizimle yaşayan halam Şadiye ile birlikte 5 fertten oluşuyordu, 7 numaralı dairenin kiracısıydık. Gaybi Yatır Apartmanının bütün sakinleri kirada oturdukları evleri tutarken hep, “hava parası” ödemişlerdi. Ankara’da o yıllarda konut sıkıntısı yaşandığı, hava parası denen uygulamanın ev sahiplerini bu yüzden zengin ettiği konuşulur dururdu.

Yan tarafımızdaki yeşil evin sahibi Soğandan Hanım, (biz ona öyle derdik ama büyük olasılıkla ismi Sühendan olmalıydı...) sokağımızın tek tük otomobil sahiplerinden biriydi... Diğer otomobil daha önce çok sözünü ettiğim billuriyeci Ali Boyluoğlu’na (*) ait olan siyah Buick’ti.. Sonradan apartmanımızın giriş katında bir daire tutup orayı plastik imalathanesine çeviren komşumuzun  da bir külüstürü vardı. Kapısı hep açık dururdu. Biz çocuklar  Dalya, ya da Yakantop oynamaktan sıkıldığımızda, “herkese açık” arabaya biner, dolmuşçuluk şoförcülük filan oynardık.  

O yılların özelliği, tüm öğünlerin hep evde yenilmesiydi. Babam öğlen yemeklerine mutlaka yürüyerek eve gelir, gazetesine göz gezdirir, bizlerle sofra faslı bitince yine  yürüyerek mesaisine dönerdi. 


Necatibey Caddesindeki “Gaziantep Suburcusu (ne demekti acaba?) ve Baklavacısından sadece ay başlarında lahmacun filan alınırdı. İzmir caddesinde bir de Karadeniz Lokantası vardı. Orası içkili lokantaydı ve nedense bizden rağbet eden olmazdı. Evlerde içki içilirdi elbette ama genellikle evde hazırlanan mezeler eşliğinde olurdu bu... Örneğin Tekel Birası bizim evde en çok bulunan içkiydi, bayramlardaki likörleri saymıyorum... Misafir geleceği zaman alınan Kulüp Rakısını da...

-Misafir nasıl ağırlanırdı?

Misafir sofrasının olmazsa olmaz başlangıcı kışın çorba, yazın kızartma olurdu. Çorba evlerde her zaman yapılan bir çorba olsa bile misafir geleceği zaman örneğin yayla çorbasına mutlaka minik minik köfteler kızartılıp eklenirdi. Kızartmalar ise patlıcan, sivri biber, kabak, patates karışımı ile hazırlanır, bir kenarda misafirin isteğine göre ilave edilecek  sarımsaklı yoğurt ile domates sosu süslü küçük servis tabaklarında hazır tutulurdu.
Gelelim ana yemeğe... Nedense o yılların en değer verilen ikramı, bütün olarak haşlanıp, yanında tereyağlı, tane tane dökülen pirinç pilavıyla ikram edilen tavuktu... 

-Tavuk mu azdı kent ortamında, neden bu kadar kıymetliydi acaba?

Salata kış ise siyah-kırmızı turp, havuç rendesi ile süslenmiş, bol zeytinyağı limon gezdirilmiş bir yeşillik olabilirdi mesela... Yaz ise soğanların ince ince doğranıp tuzla ovulup yıkanarak eklendiği, kıpkırmızı buram buram kokulu domatesle, yeşil biber ve salatalık doğranmış çoban salata olabilirdi.

Evlerde Komili’ninrafine zeytinyağı” bulundurulur, Vita yağı da eksik edilmezdi... Vita yağı sanıyorum bugünkü margarinlerin ilkel bir çeşidiydi... Kırsal bağlantısı olanlara tereyağ oralardan gelir, bizler ise bakkaldan alırdık... Alemdağ Tereyağının kahvaltılık olanı  ince dikdörtgen paketinde sokağımızdaki Erzincan Bakkaliyesinden,  yemeklik, yarım kiloluk az tuzlu olanı ise Ulus Halinden satın alınırdı.

Evdeki yemek ziyafetinin kapanışı, özenle, incecik sarılmış zeytinyağlı yaprak dolması ile olur, üstüne de kaymak veya ceviz katkısı ile kalburabastı  ya da revani ikram edilirdi. 

Bizim evimizde Cumartesi günlerinin şaşmaz, rutin bir menüsü vardı... Sevgili halam Şadiye, bir Cumartesi su böreği, ertesi Cumartesi mantı açardı... Bunu bilen yakın dostlarımız bir bakarsınız habersizce kapıyı  çalar, soframıza neşeyle konuk edilirdi.

Misafir ağırlanırken yemekte ve sonrasında çay, kahve eşliğindeki sohbet uzar giderdi. Televizyon zaten yoktu, radyo bile eğer evdeki gençler isterse nadiren açılır, efektlerini Ertuğrul İmer’in yaptığı “Mikrofonda Tiyatro”  dinlenirdi...

Misafirler kalkarken klasik vedalaşma şöyle olurdu:

-Bakın mutlaka biz de bekliyoruz tamam mı? Arayı sakın soğutmayın... Haydi Allahaısmarladık...
-Güle güle yine gelin, bunu saymıyoruz.


Cumartesi, Eylül 25, 2010

TAHTA BAVUL




O yıllarda başka çeşit bavul yoktu ki... Annesi Zennnure Hanım, günler öncesinden hazırlamaya başlamıştı bavulunu. İç çamaşırları, çoraplar, çarşıdan yeni alınmış beş kadar beyaz gömlek, kasabanın terzisine yünlü kumaştan diktirdikleri üç siyah pantolon... Başka ne mi vardı bavulda? Dört beş kalıp Hacı Şakir sabunu, iki küçük yüz havlusu, bir büyük hamam havlusu...
Neyse işte, 60’lı yıllarda Erzincan’ın Ilıç’ından (*) kalkıp Ankara’nın Maarif Kolejine (**) yatılı okumaya gidecek erkek çocuğunun yanına başka ne verilirdi ki?
Annesi günlerce ağlamış ama sonunda kadere razı olmuştu:

-Ne yapalım? Hasretlik olacak ama okuyup adam olacak oğlum. Buralarda doğru düzgün okul mu var. Yüce Allahım korusun benim ilk göz ağrımı...

Sonunda delikanlı, bir kasabalıya emanet edilip, istikameti başkent Ankara olan Şark Ekspresine daha doğrusu “kara tren”e bindirilmişti. Kasabanın küçük garında tenbih üstüne tenbihle:

-Bak sakın ola ki yabancılarla konuşmayasın. 

-Bavuluna sahip çık, gözünü sakın ayırma ondan tamam mı? Bütün kış giyeceğin herşey onun içinde.

-Yengenlere telgraf çektik, gelip seni gardan alacaklar. İşte bak, büyük amcanın adı, adresi, telefonu burada yazılı.



Sonra kulağına fısıldamıştı babası:

-Paranı çok dikkatli harca, annen o elli lirayı dağıtıp çeşitli yerlerine diktiği ceplere koydu süveterinin. Aman ha... Sakın çarçur etme. Okulda bütün masrafların karşılanacak zaten. Unutma sen bizim bankanın yatılı burslu talebesisin.


Tren hareket ettiğinde annesi babası ve küçük kardeşi Metin’e gözden yitinceye kadar el sallamış sonra yerine oturmuştu. O anda dank! etmişti benliğine bir başınalığı, boğazına bir düğüm oturmuş, gözüne biriken yaşları hapsetmek için sıkıca yummuştu gözlerini.
Saatler süren yolculuk Ankara Garında noktalanmış, trenden inip tahta bavulunu perona koymuş, üstüne oturup beklemeye başlamıştı. Trenden inen yüzlerce yolcu, onları karşılayanlar, kucaklaşıp sarılanlar, bağırış çağrış derken dakikalar, saatler geçmiş ama onu almaya gelen kimse olmamıştı.
Akşam karanlığı çökerken onu peronda bırakıp giden kasabalısı yeniden göründü:

-Hayrola Çetin? Kimse gelmedi mi seni almaya evladım?


Çetin boynunu büküp öylece durmuştu. Kasabalı bavulunu almış, Çetin’i elinden tutup garın çıkışına götürmüştü:

-Vallahi iyi ki içime bir kurt düştü de geri döndüm. Dedim, ya çocuğu almaya gelen olmazsa ne yapar bizim delikanlı koskoca Angara’da? Bak, seninle bir taksiye binelim büyük amcanların evine gidelim. Adres var değil mi sende?


Taksi onları Kocatepeye götürüp beş katlı apartmanın önünde bırakmıştı. Üçüncü kat balkonunda kucağında bebek, çok güzel bir kadın oturuyordu, bakakalmıştı Çetin ona. Sonra kadınla gözgöze geldiler, tatlılıkla gülümsedi kadın. Apartmanın 6 numaralı dairesinin zilini çaldığında anladı o güzel kadının yengesi olduğunu, kendini tanıttı, içeri buyur edildi:

-Aaaa demek sensin. Ama telgraf filan gelmedi ki amcana. Bak çok üzüldüm şimdi... Ver şu bavulunu, hadi gir, gir içeri...


Profesör üniversitedeki odasının camından koyu gölgeli küçük ağaçlığa bakarken dalıp gitmişti...Kapısının vurulduğunu duydu:

-Buyrun, girin...

-Hocam, afedersiniz ben öğrenciniz Ahmet... Mezun oldum, size veda etmeye geldim... Yıllar boyu bana yaptığınız katkılar için çok teşekkür ederim. Taşralı olduğum için çok çekinmiştim, korkmuştum herşeyden. Siz beni o kadar iyi anladınız ki. Bana kol kanat gerdiniz hep.

-E, ne yapacaksın şimdi?

-Hocam önce babaevine, Ağrı’ya döneceğim. Sonra KPSS sınavlarına hazıranacağım, işte askerlik filan... Kısmet...



Delikanlı hocasının elini zorla öpüp, kapıyı çekip çıkmıştı ... “Yıllardır elimi öpen kimse olmamıştı, kızım bile... dedi profesör... Keyifle bir sigara yakıp, kitabınının düzeltmelerine döndü yeniden.

(*) Ilıç , Erzincan'a bağlı 9 ilçeden biridir. ... Bir ozanımız Ilıç’taki bir çeşme için; İliç'te bir çeşme var; Altından su, üstünden zaman akar. demiştir. ...
(**) Türkiye'nin İlk Özel Türk Okulu: TED Ankara Koleji, eski adıylaAnkara Maarif Koleji 1930-1931 yılında eğitime açılmıştır.

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...