Japonya’yı anlatmak hiç de kolay değil, kendine özgü adalar ülkesinin, kendine özgü yaşam tarzını, sosyal atmosferini, bilim ve teknolojide geldiği noktayı özetlemeye sözcükler değil, kitaplar, belgeseller bile yetmez. “Sayonara” (elveda) demeden önce atom bombası kurbanı Hiroşima izlenimlerimi paylaşsam olur mu?
Mermi hızıyla giden trenle (bullet train) son durağımız Hiroşima idi, 6 Ağustos 1945’de atom bombasının ilk kurbanı olup da 200 bini aşkın ölü veren kentte gezmek tuhaf duygular uyandırıyordu. Hele “geçmişi artık eski okul kitaplarının tozlu sayfalarında bırakmış” Amerikalı turistlere caddelerde adım başı rastlamak, kahkahalarına tanık olmak onca yıl sonra bile biraz sarstı beni.
Oysa Japon’larla konuştuğunuzda duygusal değil, gerçekçi davrandıklarını görüyordunuz. Hiroşima, kendini çoktan toparlamış, dev endüstri merkezlerinin kuruluşuna ev sahipliği yapan üstelik de yemyeşil bir kent görünümündeydi.
-O korkunç patlamadan sonra 75 yıl süreyle buralarda hani herhangi bir bitki yetişmeyecekti?”
Sorusu aklımda, dolaştım durdum kenti.
Savaşın ve atom bombasının izlerini silmek için belli ki Japon’lar çok uğraşmış, hasarlı bütün binalar yeniden inşa edilmiş, korkunç patlamadan kalan tek iz, hala ayakta duran Genbaku Kubbesi. Eskiden bölgenin sanayi merkezi durumundaki bu bina, atom bombası ile büyük hasar almasına karşın, olduğu gibi bırakılarak, yanında inşa edilen “barış müzesi” ile o günü anımsatıyor.
Müzeyi bize bombanın patladığı günü, o gün 13 yaşında olan Yoshita Kawamato gezdirdi:
-Okuldaydık hepimiz. Patlamanın şiddetiyle kendimi kaybetmişim, gözümü açtığımda üstümde sıralar ve enkaz parçaları vardı. Zorla onların arasından sıyrıldım, herhalde yakındaki yakıt tankları patladı diye düşünüyordum.Bir ses duydum, arkadaşımı tanıyamadım, bir gözü yoktu, konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmıyordu, bir kaç dakika sonra öldü. Okulun dışına güçlükle çıktığımda gördüm ki her şey yıkılmıştı, her yer alev alev yanıyordu.
Kawamato’yu sağ bırakan mucize, diğerlerine acımamış ailesinin bütün fertleri dahil, Hiroşima’da onbinlerce insan ölmüştü. Beni şaşırtan ise görüştüğüm pek çok Japonun “nefret etmek” şurada dursun, Amerikaya, Amerikalılara duyduğu sempati oldu, şöyle bir yorum yapıyorlardı:
-O günlerde hem ülkeyi yönetenler hem de ordumuz o kadar hırslıydı ki, olmadık işlere girdiler. Ta buralardan kalkıp ABD’ye gidip, Pearl Harbour’u bombalamayı bile göze aldılar. Sonunda olacağı buydu…
Kawamato ise duygularını, “eskiden bize Amerikalılar şeytan diye anlatılmıştı, oysa patlama sonrası ilk karşılaştığım insanlar, yani Amerikalı askerler bana gülümseyerek yaklaştı, beni tedaviye götürdüler. Demek şeytan değillermiş dedim” diye anlatmıştı.
Hiroşima’nın “kederli izleri” neyse ki Kyoto ziyareti ile biraz olsun silindi. Kyoto, geleneksel “geyşa eğitimi”ne ilk ev sahipliği yapan kent olarak biliniyormuş. Ben ne yazık ki bir geyşa ile tanışamadım ama Japon kadınları ile pek çok sohbet olanağı yakaladım. Japon erkeğinin ailedeki en hakim kişi olduğunu, uzun çalışma saatlerinin ardından “usta çırak” ilişkisinin hala önemsenmesi nedeniyle çalıştığı yerdeki üstleri ile akşamları da saatlerce zaman geçirdiğini öğrendim. Japon kadını ise bu durumu pek önemsemiyordu anlaşılan, daha doğrusu, ailede erkeğin çalışıp kazanan konumunda olduğu, kadının ise çocukların bakımı ve ev işlerinin yürütülmesini asli görev olarak benimsediği anlatıldı bana.
“Tokyo’nun en prestijli üniversite mezunlarının yarıdan fazlasının kadın olmasına karşın, iş yaşamında pek de olmadıklarını” öğrendiğimde “ne büyük haksızlık” demekten kendimi alamadım.
Tokyo caddelerinde gördüğüm şık Japon kadınlarının birer bibloymuş gibi salınarak dolaşmaları bana “geyşalık meslek olarak olmasa da acaba Japon kadınlarının ruhunda mı var?” Sorusunu sordurttu.
Bunu bir Japon kadınına, “ev kadını olmak için onca üniversite okumanız gerekiyor muydu?” Diye sorduğumda şu yanıtı aldım:
-Haklısınız ama biz böyle mutluyuz. Sizin dediğiniz konuma gelebilmek için kültürümüzün farklılaşması, geleneklerimizin biraz değişmesi gerekiyor. Bunun için bize 50 yıl lazım…
Bilmem onca yıl sonra Japon kadını hala geleneksel konumundan mutlu mu? Yoksa Tokyo’da sohbet ettiğim bir batılı diplomatın şu sözleri nasıl değerlendirilebilir?
-Siz Japon kültürünü tam olarak gözlemleyememişsiniz. Jouhatsu (buharlaşma) denen adetlerini duymadınız sanırım. Ülkenin ağır yaşam koşulları, erkeğin uzun çalışma saatleri,+ pek çok Japon kadınında bunalım yaratıyor, çareyi bulundukları ortamdan, hatta ailelerinden, çocuklarından kaçıp kurtulmakta arıyorlar, adeta ortadan kayboluyorlar. Bambaşka bir yerde farklı bir hayata başlıyorlar, bunun için onlara destek bile veriliyor. Ancak Japon kültüründe buharlaşan (!) kadını aramak yok… Yaşamını istediği gibi sürdürmesine göz yumuluyor.
Eh, benim için de Japonya’nın büyülü dünyasını bırakıp, buharlaşma (Jouhatsu) zamanıdır artık, sayonara…
bennursunerel.blogspot.com