Bu Blogda Ara

Ayşegül Köker etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayşegül Köker etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Ekim 21, 2022

Kendime ait “yarım gün!”


Sabah yapılacak görüşmeler-toplantılar iptal oldu ama diğerleri çoktan  sıraya girmiş:

Bir de tamire verilecek ceket vardı, unutulan telefonla birlikte alır, pür telaş çıkarsın… Ankara’nın gözünü seveyim, terzisi, tuhafiyecisi, pazarcısı hep tanıdık, bildik ve dost…

-Aloooo, Selçuuuuk, ceket getirsem bugüne yetiştirebilir misin? Kolları iki santim kısaltılacak

-Abla getir, yetiştiririm



-Ama park etmek zor senin orada?

-Dert etme ben yol kenarında durup alırım ceketi senden

-Aslansın ya Selçuk

-Abla yalnız bugün Cuma! Öğlene kalma, Tunalı’da trafik işlemez, millet sokaklara taşıyor namaz için… (Tunalı Hilmi Caddesi Ankara’nın göbeğindedir, ticaretin de kalbi orada atar)

Neyse, öğlene kalmadan ceket teslim edilir, sıra şimdi unutulan telefonda, istikamet Emek Mahallesi, basarsın gaza…

-Aloooo… Canım ben geldim, aşağıdayım telefonu getirdim

-Yukarı gelsene,kahve içelim

Telefon verildi, görev tamam. 


 

Şimdi istikamet Farabi, pastane… Bereket yakınında park yeri var, şanslıyım, üstelik yazdan kalma pırıl pırıl güneşli bir gün… Açık havada bir çay söyler kitabın kapağını açarsın…Ohhh, sonunda günün kendime ait parçasındayım… Kurt Vonnegut’un unutulmaz “Mezbaha Beş”i yeniden elimde… Bir kaç ay önce Vonnegut yazım Cumhuriyet Kitap’ta kapak olmuştu, nasıl sevinmiştim… 

Telefon çalıyor, Ayşegül Paris’ten görüntülü arıyor, kamerayı sokağa çeviriyorum, belki özlemiştir Ankara’yı… Görsün biraz aşina olduğu sokakları.

O anda bir araba duruyor, içinden Vahit Erdem iniyor, aramızda camekan olmasa selam vereceğim ama yetişemiyorum, bir binaya giriyor.  Oysa ona ne çok şey sormak isterdim…




Birazdan Fatmagül Sevkuthan geliyor,   Karşılıklı oturup, çaylarımızı yudumlarken derin sohbetlere dalıyoruz, yıllar önce aynı gazetede çalışmış, neler neler yaşamışız… 


Ardından Cemiyete (Gazeteciler Cemiyeti) geçiyoruz, bahçede birlikte çalıştığımız meslektaşlarla sohbet, anı fotoğrafı filan derken ceket aklıma geliyor, Selçuk mesaj atmış “iş tamam” diye, Tunalı’dan alınması gerek, kalkıyor tekrar yola düşüyorum, neyse ki Tunalı’da trafik akıyor, namaz çoktan bitmiş, Selçuk (sağolsun) yolun karşısında bekliyor, ceket elinde… Alıp teşekkür ediyorum aaa, karşımda Ebru Cakmak;

-Haydi atla, yolda hoşbeş ederiz

Dereden tepeden konuşup gülüşüyoruz, iniyor arabadan, tuh, ne hoştu onunla sohbet…

Eve dönüş yolunda, kolej sapağındayım (TED İncek yerleşkesi);

-Aamannnnn, o ne trafik araç konvoyu bir kaç kilometre uzuyor… Okul dağılmış… Olsun, TC Yasemin Mıstıkoğlu nun podcastini açıp dinlerim… (*)

Eve mutlu dönüyorum, bir güne ne çok  şey sığdı, üstelik “günün yarısı”benimdi…


(*) https://open.spotify.com/show/2t7b2mYYOAtujmAfmtHBKD?si=RattgBevRTy414Z8-Fo7Lw

Çarşamba, Mart 02, 2022

Dream around two stamps









Our life has been spent with  Ayşegül since we were little girls, as some friendships are said to be "sisterhood”, ours is even more than that... Once upon a time, (was I in middle school?) I was collecting stamps. (Unfortunately, there are no stamps, letters, envelopes or even handwriting left in anyone's life anymore.)


So in those years, one day she came along:


-Nursun, look what I brought you

-Oh, gorgeous stamps, where did you get them?

-My fathergave, take and put them in your stamp book


As you can see in the picture, the stamps were both unique in shape and beauty. I would open my stamp book often as a child and watch them with admiration, moreover, they were both mint stamps.


We  had a dreamed with Ayşegül:


-Can you imagine? Maybe these stamps are valuable, their value will increase over time, so we will sell them years later and become millionaires.


Those 50 years passed quickly, I had almost forgotten my stamp book. During the endless library arrangement (that I will never be able to complete, like Gaudi's Sagrada Familia) (*) the other day, I came across the old stamp book, those beautiful stamps were in front of me again years later:


-Oh, how beautiful they are, but why didn’t I ever wonder about the story of these stamps for all these years?


I got mad at myself, so I started researching…


It turned out that the stamps belonged to the “Tannu Tuva” Autonomous Republic in Siberia, whose life span was only 23 years, (**) then this small Republic was taken under the umbrella of the USSR.  Maybe the similar fate Ukrainians are currently experiencing like Tuvan people.


Then I wanted to write to a philately association and ask about my stamps, if they had any value, here is the answer:


-Do you only have 2 stamps? Even if the Tuvan stamps in your hand were "full series", you could only drink a cup of coffee with the money you’d get...


Unfortunately, the “millionaires dream” we had with my dear friend came to an end.


No matter… I spent such good hours researching the history of my stamps, I had so much fun that most millionaires can't even come close. 


Such unique patterns were used on Tuvan stamps that  I wondered, "who did those fantastic drawings belong to?" I couldn't help but think. 






For example, on one of the stamps there is a camel, running “ as a galloper” right next to the railway, almost racing with the train. However, there was neither a train track in Tuva in those years, nor could that camel live there in the freezing cold of Siberia…


What a stupid reality… Can an artist's dream ever be blocked? 



On another stamp, the same artist depicted a giant zeppelin in low flight above the endless snowy plains of Siberia (on the top of a strange horse rider.) However, no zeppelin ever visited Tuva in those years. I'm afraid, even if he did, the hydrogen gas inside the airship would freeze, and maybe it would drop the giant balloon...


And I listened to the strange metallic voice coming out of the throat of the Tuvanians, who knows what those ancient folk songs from the last century were telling… (***)


Before I wrote this article, I wanted to share the “story of our stamps” with Ayşegül, we phoned, and last minute information came from my dear friend, who left Ankara to Paris long time ago, but she never left her journalism spirit:


-So, those stamps were Tannu Tuva stamps?  Aaaaa, it reminded me now, I don't know if you noticed, but Putin made a new appointment to replace the minister of defense, the new minister Shoygun is ethnically Tuvanian...


I was very surprised, of course, and I couldn't help but think:


-What, the citizen of a country whose ancestors once in a desire for freedom-autonomy will now drop a bomb on another Republic, which is in a desire for freedom-autonomy? 

If this is the case, isn't it a pity for Ukraine?


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Sagrada_Fam%C3%ADlia


(**) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Tuvan_People%27s_Republic


(***) https://youtu.be/v35tddnhufs


(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sergey_Shoygu

Pazartesi, Şubat 28, 2022

Pul olan milyonlarımız!






Yaşamımız küçüklüklüğümüzden bu yana Ayşegül’le birlikte geçti, hani “kardeşten ileri” derler ya bazı dostluklara, bizimkisi ondan da öte… Bir ara, (ortaokulda mıydım?) pul koleksiyonu yapıyordum. (Ne yazık ki, artık kimsenin yaşamında değil pul, mektup, zarf hatta el yazısı filan kalmadı.) 


İşte o yıllarda bir gün Ayşegül çıkageldi:


-Nursun bak, sana ne getirdim

-Aaaa, muhteşem pullar, nereden buldun?

-Babam verdi, al, hemen pul defterine yerleştir



Resimde gördüğünüz gibi, pullar hem farklı hem o kadar güzeldi ki, pul defterimi ikide birde açar, onları hayranlıkla izlerdim, üstelik ikisi de damgasızdı yani kullanılmamıştı ve arkalarındaki zamk bile hala duruyordu. 



Ayşegül’le sık sık konuşurduk:


-Düşünebiliyor musun? Belki de bu pullar çok değerlidir, zamanla değerleri daha da artar, yıllar sonra satar, milyoner oluruz.


Evet, o yıllar çabucak geçiverdi, pul defterimi çoktan unutmuştum, geçen gün Gaudi’nin Sagrada Familia’sı (*) gibi, bir türlü tamamlayamadığım kütüphane düzenlemesi sırasında eski defter elime geçiverdi, o güzelim pullar yıllar sonra yeniden karşımdaydı:


-Ayy  muhteşem. İyi hoş da bunca yıl neden merak etmedim bu pulların öyküsünü, tarihçesini? 


Diye kendime kızdım, başladım araştırmaya…


Pullar meğer ömrü sadece 23 yıl süren “Tannu Tuva”ya,  Sibirya’daki “Tuva Özerk Cumhuriyet”ine aitmiş, (**) sonra bu küçük Cumhuriyet, yeniden SSCB şemsiyesine alınmış, yani şu anda Ukrayna’nın yaşadığına benzer bir kader biçmiş Ruslar Tuva’ya…


Sonra bir filateli derneğine yazıp, pulların değerini sormak istedim, bir pul eksperinden  ne yanıt alsam beğenirsiniz:


-Sadece 2 pul mu var elinizde? O elinizdeki Tuva pulları “tam seri” olsaydı bile, parasıyla ancak bir kahve içebilirdiniz…


Ya, işte ne yazık ki sevgili arkadaşımla kurduğumuz “milyonerlik hayali” bir anda son buldu, pula dönüşüverdi!


Olsun, ben pulların geçmişini araştırırken öyle güzel saatler geçirdim öylesine keyif aldım ki, milyonerlerin çoğu yanına bile yaklaşamaz. Bir kere Tuva pullarında öyle desenler kullanılmış ki, “o fantastik çizimler kime aitti acaba?” diye düşünmeden edemedim. Örneğin, pullardan birinde bir deve var, demiryolunun tam yanında “dört nala” koşuyor, adeta lokomotifle yarış ediyor. Oysa Tuva’da o yıllarda ne tren yolu varmış ne de Sibirya soğuğunda o deve, oralarda  yaşayabilirmiş… 



Ne gam, sanatçının hayaline engel konabilir mi? Aynı sanatçı bir başka pulda ise Sibirya’nın uçsuz bucaksız uzanan karlı ovalarının üzerinde, alçak uçuşta, şahlanan atın tepesinde süzülen, dev bir zeplini resmetmiş. Oysa Tuva’ya o yıllarda asla zeplin filan uğramamış. Korkarım uğrasaydı, zeplinin içindeki hidrojen gazı donar, o dev balonu düşürürdü belki de… 




Bir de Tuvalıların gırtlağından çıkan madeni sese kulak verdim, kim bilir neler anlatıyordu o geçen yüzyıla ait kadim türküler… (***) 


Bu yazıyı kaleme almadan önce Ayşegül’le “pulların öyküsünü” paylaşmak istedim, telefonlaştık,  son dakika bilgisi de Paris’e terk-i diyar eden ama yıllardır gazetecilik ruhunu asla bırakmayan sevgili arkadaşımdan geldi:


-Demek o pullar Tannu Tuva pullarıymış… Aaaaa, şimdi çağrışım yaptı, dikkat ettin mi bilmiyorum ama, Putin görevden aldığı Savunma Bakanının yerine yeni atama yaptı ya, işte yeni Savunma Bakanı Sergey Shoygu da etnik köken olarak Tuva’lı imiş…


Çok şaşırdım tabii, ve düşünmeden edemedim:


-Ne yani, bir zamanlar özgürlük-özerklik hevesindeki bir ülkenin vatandaşı şimdi, özgürlük-özerklik hevesindeki bir başka Cumhuriyetin tepesine bomba mı yağdıracak? Böyle olacaksa yazık değil mi Ukrayna’ya? (****) 


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Sagrada_Fam%C3%ADlia


(**) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Tuvan_People%27s_Republic


(***) https://youtu.be/v35tddnhufs


(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sergey_Shoygu

Cumartesi, Mart 21, 2020

Corona... Dünyanın sonu mu yoksa?

Yahu ne felaketmiş  şu eve tıkılıp kalmak? Zaman zaman;

- “Yok canım, bu bir kabus, bal gibi kabus, gerçek olamaz, nasılsa uyanırım yakında”

Diyorum kendi kendime,  ama binlerce, milyonlarca insan, ya da  tüm dünyalılar aynı anda, aynı kabusun bir parçası olabilir mi?

Düşünüyorum da, acaba bugüne kadar buna benzer bir durum yaşamış mıydık hiç?

-Hımmm bir düşüneyim bakayım...  Bir kere nüfus sayımları vardı, o Pazar günü itirazsız sabahtan akşama değin sokağa çıkmak yasaktı. Ne saçma uygulamaydı, neyse ki sonunda vazgeçtiler.
-Peki başka?
-Bunun dışında galiba 12 Eylül Döneminin Sıkıyönetimlerce ilan edilen  sokağa çıkma yasakları vardı...  “İkinci bir emre kadar sokağa çıkılması yasaklanmıştır...”  anonsları filan.... Ama dur, bir dakika, onlar galiba hep gece 24.00 itibarıyla yürürlüğe giriyordu öyle  değil mi? Gençlik yıllarımızın en güzel günleriydi de çok takmazdık ama, şu ”mecbur olmak” var ya...   Diyelim ki arkadaşlarla buluşulacak veya özel birisiyle! Hani saatler uçar gider, sen çok mutlusundur, sonra ding-dang-dong, bir bakmışsın  geceyarısı... Haydi Cinderella, evine...

İşte aklıma  üşüşen yasaklar bunlar...

Başka?

Yasak değil ama aklıma o korkunç gün ve sonrası geliyor...

8 Nisan 1976, çiçeği burnunda üniversite öğrencisiyiz... Okulda bir tören mi vardı? Onun için mi toplanmıştık? SBF, ön avlu, hepimiz oradayız... Ve aniden yaşanan o büyük felaket, Hakan Yurdakuler öldürülüyor... Hemen  büyüyen olaylar, iki öğrenci daha öldürülüyor, okulun kapısına tam 9 ay kilit vuruluyor...

O günlerde “okulsuz yaşam olur mu?” diye düşünüyorduk doğal olarak. Önümüzde uçsuz bucaksız uzanan bir okyanustu okul... İşte her gün aşkla, heyecanla, binbir hayal kurarak içeri girdiğimiz okulun kapısı duvardı artık... Nasıl olabilirdi o hayranlık duyduğumuz hocaların yokluğunda yaşam? Mümtaz Soysal, Bedri Gürsoy, Cemal Mıhçıoğlu, Feyyaz Gölcüklü, Cahit Talas, İlber  Ortaylı, Mahmut Tali Öngören...

Mıhçıoğlu fantastik bir lugat oluşturmuştu kendine... Televizyon “uzgöreç”miş mesela... Gülüşsek de mecbur tutardı bizi de “ari Türkçe” kullanmaya...
Mümtaz Hoca, bir Pazartesi günü “Kurtuluşçular” (Sahi, amma çok sol fraksiyon vardı, ne işe yarıyordu ki bu ayrımlar?)  büyük anfideki Anayasa dersini basmıştı da, nasıl çınlatmıştı ortalığı  haykırışıyla

 -Hayır, boykot filan yok, izin vermiyorum, defolun gidin, 9 ay yetmedi mi miskinliğinize?... 



İlber Hoca bir alemdi, derse Konya’dan başlar, Hanya’dan çıkardı... Takip etmek zordu.
Mahmut Tali Hoca radyo efektlerini  Serpil Akıllıoğlu’nun ne kadar güzel kullandığını anlatmıştı bir derste... Ağustos’ta mı geçiyor hikaye? Ağustos Böceğini koy gitsin, cır cır cır...
Serpil Akıllıoğlu için Sıdıka (Yılmaz)  ile Milli Kütüphanede soğuktan  donarak haftalarca uğraştığımız arşiv çalışmasını hatırladıkça hala içim ürperir.

Okul açıkken de sanki derslerden çok çevredeki kahvehanelerin müdavimi değil miydik? Bir keresinde Bedri Gürsoy tam arka sokaktaki “Babanın Yeri”nde  king oynayanları eliyle toplayıp sınıfa geri getirmemiş miydi? Nermin Abadan (Unat) da dağınık anlatırdı dersi... Güner Sarıoğlu’na hele Süha Arın’a hayrandım... Pazartesileri 3 ders üst üste  Sinema Tarihi vardı. İlkbahar dalları çiçeklendiğinde sıkılırdık,  sıvışmanın yollarını arardık derslikten. Bir keresinde Ayşegül (Köker) (**) henüz bizim okulda değildi, beni ziyarete gelmişti, ama hoca ikimizi karşısında bulunca saatlerce ders anlatıp durmuştu ... Ne günlerdi, düşünüyorum da, o alt kattaki en küçük derslikte, sinema perdesi filan yok karşımızda ama Alim Bey  (Şerif Onaran) öyle bir ders anlatırdı ki ağzımız açık dinlerdik... Yilmaz Güney filmleri (***)  favorimizdi, Sürü, Yol, Umut...  Habire sansür edilen sahneler bizi nasıl isyana  sürüklerdi...

Ooo, okul anılarına girildiğinde çıkmak zordur.

Sahi ne diyorduk biz? Corona esaretiydi değil mi hepimizin ortak eziyeti?
İyi de bu işin sonu nereye varacak böyle? İtalya’da ölüm o kadar yaygın halde ki, cenazelere  krematoryumlar yetmez olmuş, askeriye devreye girmiş definler için...  Şu işe bak, insanlar en sevdiklerinin ölümünü bile sıradanlaştırmak durumunda kalabiliyor demek ki...




Eh, o halde evlerde hapis yaşasak da sağ kalabilirsek şükredeceğiz demek ki.

Dün zorunlu sağlık kontrolümüz vardı, hastaneye gitmeye korktuk “virüs bulaşır” diye, hemşire geldi eve, üstünde özel dezenfekte edilmiş kıyafetiyle, ağzı burnu maskeli...

-Haydi yiyecek içecek işlerini de sanal marketten karşıladık diyelim, birbirimizden, sevdiklerimizden nasıl uzak kalabileceğiz böyle? Issızlığa mı mahkum olacağız? Yoksa dünyanın sonu geldi de biraz biraz geciktirmeye mi çabalıyoruz hepimiz?

Ha, bir de aklımızdan geçen saçma sapan düşünceler...

-O elbise ne işime yarayacak ki? Bu işler henüz ortada yoktu da, dikilmişti...  Bırak giyinip kuşanıp, keyifle gezip tozmayı, acaba  sağ kalabilecek miyiz?

(*) https://t24.com.tr/amp/haber/hakan-yurdakuler-35-yil-once-olduruldu,137842
(**)Ayşegül Köker benden 2 yıl sonra okula girdi ve çok başarılı öğrenci olarak mezun oldu.
(***) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1lmaz_G%C3%BCney



Çarşamba, Ocak 21, 2015

KOCABEYOĞLU PASAJI



Geçenlerde yolum Kızılay'a düştü... Uzun süredir uğramadığım Kocabeyoğlu Pasajını yeniden görmek, gezmek istedim... Kimi dükkanlar kapalı, kimisi tamiratta, pek çoğu da boştu... Üst katta azımsanmayacak bir müşteri kalabalığı vardı ama alt katta neredeyse in cin top oynuyordu...

Nedense içimi bir hüzün kapladı. Oysa çocukluğumun pembe renkli, sıcacık anılarında unutulmaz yeri olan Pasaj böyle miydi ya?

Annem işten döndüğünde, bazen halamla bana seslenmez miydi?

-Kocabeyoğlu'na gidelim mi? Haydi hazırlanın bakalım...

Kalemimi masaya hemen bırakır, ödev defterimi kapatıverirdim... Kocabeyoğlu demek, bana da alınacak bir şeyler demekti çünkü... Önce üst katta dolaşırdık. Annem, daracık aralıklardan birindeki küçük dükkana uğrar, sorardı:

-Pertev krem var mı? Yağlı olsun...


Bir de yağsız kremi vardı çünkü Pertevin... Satıcı, pembe desenli krem tüpünü sararken, annemin isteği üzerine kahverengi bir kaş kalemini ve Koleston Saç Boyasını da eklerdi pakete. O dükkandan ayrılır, daracık aralıktaki bir başkasına girerdik... Ön tarafı boydan boya kaplayan iç çamaşırlarının arasından biraz sıkılganca, arkadaki tezgaha geçilir ve tezgahtara kısık sesle sorulurdu:

-Siyah kombinezon gösterir misiniz? Dantelli olsun...


Evet, o yıllarda bütün şehirli hanımlar, kombinezon kullanırlardı, iç giyimin bir unsuru olarak... Bu kadar zarif bir parça, sonradan gardroplardan niye yok oldu acaba? Bilmem ki...

Mevsim kış ise, bir başka dükkana yönelip halam için pazen gecelik bakardık... Sıcacık tutardı o güzelim pazen gecelikler, pijamalar... Mevsim yaz ise, pasajın ortalarında bir yerde bulunan Sümerbank Mağazasına uğranmasını dilerdim ben... Mağazanın tavanındaki dev vantilatörlerin aheste dönüşünü izlemek öyle hoşuma giderdi ki... Bir yandan da alışverişe kulak verirdim:

-Amerikan, beyaz patiska alacaktım... Beş metre... Pike kumaşlara da bir bakalım, şu küçük çiçekli topu indirir misiniz? Bir de şu mavi desenli basmayı uzatın...

Beyaz patiskaya acaba neden Amerikan denirdi bilmiyorum ama diğer adıyla beyaz patiskadan saten yorganlar için çarşaf ve nevresim biçilirdi... Pike kumaşla ya da basmayla Burda mecmuasından çıkarılan patronlarla elbise dikilir, patron çıkarılan mulaj kağıt, komşularda da paylaşılırdı.

Alışverişin sonunda, kimi zaman annemle tartışırdık:

-Anne, Cumartesi Ayşegül'ün doğum günü... Ona hediye almamız lazım... Şu fileli voleybol topunu alalım n'olur...

-Topu ne yapacak Ayşegül? Bak, "Çocuk Haftası"nın aylık cildi gelmiş onu alalım...



Alışveriş bittiğinde, elimizdeki paketlerle Pasajdan çıkıp evimizin yolunu tutardık, annem yorgun değilse halamla bana döner, "Üsküdar Pastanesinde birer limonata içelim mi?" diye sorardı... Ben buna çok sevindirdim, çünkü pastaneye girmek demek, "bir dilim piramit pasta"ya da iştahla konmak demekti...

Bütün bunlar geçti aklımdan Kocabeyoğlunu gezerken... Hatta bir Şeker Bayramında Ayşegül'le ikimize bir örnek alınan siyah rugan ayakkabılar gözümün önüne geldi... Sevim Teyzenin bir başka Bayram arefesinde apartmanın bütün çocuklarını götürüp pasajdan rengarenk mendiller seçtirmesini anımsadım... Ben “Küçük Lord” desenlisini seçmiştim, çünkü o kitabı çok sevmeştim. 

Ah, Kocabeyoğlu neden bu kadar yıprandın? Soluklaştın? Eksildin sanki?

Yoksa bizim yaşamlarımız mı eksilip, soluklaşan?

Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...