Bu Blogda Ara

bennursun.blgspot.com etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bennursun.blgspot.com etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Ocak 15, 2022

Nazım’a ağıt

 





Nazım’ın doğum günü bugün… Düşündüm de o “mavi gözlü dev” çocukluğunda, ilk gençliğinde, böyle bitimsiz bir hasreti, yalnızlığı, uzaklarda ölmeyi hayalinden geçirmiş miydi?  “Aydınlıktan korkanlar” tarafından sürgünlerde, memleket hasretiyle kor ateşlere atılıp, kavrulacağı hiç aklının ucundan  geçmiş miydi? 


Elbette bunları içinde yaşıyordu ve çok iyi biliyordu ki, şiiriyle “Vasiyet” bırakmıştı ardında:


 “Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,  
ölürsem kurtuluştan önce yani, 
alıp götürün Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,  
- öyle gibi de görünüyor - 
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni 
ve de uyarına gelirse, 
tepemde bir de çınar olursa 
taş maş da istemez hani...”


Bir keresinde Moskova’ya gittiğimde, o görkemli Novodiyeviç Mezarlığında (*)  Nazım’ın yattığı yeri görmek istedim, “taş maş olmasa da yemyeşil yapraklı bir çınar var mıydı acaba başucunda?” Diye merak ettim…


Yoktu ne yazık ki… Koca bir kayaydı Nazım’ın mezar taşı, seyrek dallı bir çam ağacı, koynundaki Vera ile ona gölge sunuyordu. Moskova’nın her daim puslu, sisli, kül rengi sabahlarında gölge ona lazım mıydı? Bilmem ki…


Neler neler düşündüm mezarının başında…


Aydını, yazarı, şairi, sanatçıyı, düşüneni, eser yaratanı ezmekte, yok edip, pes ettirmekte üstümüze var mıydı acaba bu koca dünyada? Kimler kimler geçmemişti ki, bizim o ezen, yok eden cehalet cenderesinin dişlilerinden? Üstüne üstlük, asla utanmadık, sıkılmadık, özür bile dilemedik onlardan. 


-“Amaaan, nasılsa unutulup giderler” dedik. 


Kitaplarını, filmlerini, şiirlerini, makalelerini, karikatürlerini yasakladık… Neyse ki hiç unutulmadılar. Aydınlık daima karanlığa baskın çıktı. Biz ise karşılarında küçüldük küçüldük, ufacık kaldık. 


O gün Nazım’ın mezarının başında ben de küçüldüm, yerin dibine girecek kadar ufaldım, “onun yaşamını karartanlar adına” utandım kendimden. 


Peki, onca zaman, onca eziyetten sonra neye yarardı utanmak?


-Hey gidi Nazım Hikmet, mavi gözlü dev... Demek "Ölüm sana kendinden önce yalnızlığını yollamıştı..." Öyle demiyor muydun? (**)






Oysa Bolşoy’da (***) o akşam sen asla yalnız değildin, hıncahınç dolu salonda, sana hayran kalabalıklarla çevriliydin. 

Senin 1948 yılında yazdığın “Ferhat ile Şirin” oyununa dayanan bale, “A Legend of Love" (Bir Aşk Efsanesi) adıyla sahnedeydi…1961 yılından bu yana Bolşoy'da gururla ve defalarca sahnelenen baleyi görmek şükür ki bize de kısmet oldu... 



Senin eserine, aşkı, özlemi, kavuşmayı, kavuşamamayı iliklerimize kadar yaşatan performanstaki kusursuzluğa, sahne düzenine, Rusların sanat sevgisine, şıklıklarına, kısaca Bolşoy'da her şeye ama, her şeye hayran kaldık... 


Bir tek sen eksiktin Sevgili Nazım!

 
VASİYET

 
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu  
ırgat Osman yatsın bir yanımda 
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp 
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,  
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, 
tarlalar orta malı, kanallarda su, 
ne kuraklık, ne candarma korkusu.

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,  
toprağın altında yatar upuzun, 
çürür kara dallar gibi ölüler, 
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.

Ama bu türküleri söylemişim ben  
daha onlar düzülmeden, 
duymuşum yanık benzin kokusunu 
traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Benim sessiz komşulara gelince,  
şehit Ayşe'yle ırgat Osman 
çektiler büyük hasreti sağlıklarında 
belki de farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,  
- öyle gibi de görünüyor - 
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni 
ve de uyarına gelirse, 
tepemde bir de çınar olursa 
taş maş da istemez hani...

Nazım Hikmet Ran

27 Nisan 1953, Barhiva Sanatoryumu

(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Novodevichy_Cemetery

(**) Kocalmaya Alışıyorum http://www.siirleri.org/siir/1250/Kocalmaya+Al%FD%FE%FDyorum.html

(***) https://bolshoi.ru/



Cumartesi, Haziran 19, 2021

Semiha Hanıma okul yaptırmak yakışırdı




Dikmen Vadisi, başkentin yeşillikler içinde, huzurla yaşanan semtlerinden biridir. Gelgelelim son zamanlarda bu vadiye bakan binalarda huzur kalmamış. Kiminle konuşsanız yeni yapılan “Semiha Yıldırım Camii”nin hoparlörlerinden yakınıyor:


-Bizim yaşadığımız bölgede çok sayıda cami varken bir de bu eklendi. Acaba bunca camiye ihtiyaç var mıydı? Bunu sorduğunuz anda, alnınıza -dinsizlik- yaftası yapıştırılıyor...

-Caminin yarattığı sorun nedir?

-Minarelerdeki her yöne bakan sekizer hoparlörü görüyorsunuz... Sabah ezanı öyle bir başlıyor ki aman allah! böyle yüksek ses olamaz. Aynı anda bebekler ağlamaya başlıyor, çoluk çocuk, yaşlı genç, hepimiz ayağa fırlıyoruz... Kimsede ne uyku kalıyor ne huzur. 

-Bu konuda şikayette bulundunuz mu?

-Tabii ki... Çevredeki bütün binaların sakinleri olarak ortak imzayla Diyanet’e başvurduk ama, hoparlörden gelen sesi ölçmüşler, yüksek değil normalmiş. Anlayacağınız, bu cami hizmete girdiğinden bu yana, kimsede uyku durak filan kalmadı. Yazık değil mi bize, hele de evinde hastası, kundakta bebeği olanlara?


Söylenenlere göre cami arazisini bir vatandaş bağışlamış, eski Başbakan Binali Yıldırım ve eşinin de katkısı olmuş ki camiye Semiha Yıldırım Camii adı verilmiş.

Semiha Hanım yıllarca öğretmenlik yapmadı mı? Son TC Başbakanı Binali Beye gelince, İstanbul Teknik Üniversitesinden mezun olmak gibi bir ayrıcalığa erişmedi mi? 

Sizce de bir öğretmen olarak Semiha Hanıma cami değil okul yaptırmak daha çok yakışmaz mıydı?

Üstelik cami yüksek binaların arasında öyle bir konuma sıkıştırılmış ki, bazı binaların penceresinden sanki minarelerine dokunmak mümkünmüş gibi duruyor.  


Benim anlamadığım ise şu tablo:


Memlekette bir cami yapma yaptırma furyasıdır gidiyor. Cami yaptırma dernekleri, büyüklerinin adına cami yaptıranlar, cami yaptırıp kendi adını koyduranlar... Yahu cami sayısı okul sayısını fersah fersah geçmiş, bu mu eğitime verilen değer? 

Son resmi rakamlara göre, Türkiye’de toplam cami sayısı 84 bin 684, okul sayısına gelince, devlete  ve özel girişimcilere ait okullar toplamı sadece 68 bin 589...

Çocuklarımız, gençlerimiz bu ülkenin geleceği değil mi? Kalkınmanın anahtarı onlarda değil mi? İbrahim Tatlıses’in kulağı çınlasın, “çocuklarımızı ille de Oxford’da okutalım” demiyoruz ama kaliteli eğitim için gereken altyapıyı onlardan neden esirgiyoruz? Plansız programsız kapıları açtığımız, 5 milyona yakın mültecinin de eklenmesiyle okul altyapımızın ne kadar yetersiz kaldığının farkında mıyız? 

Aman efendim “zülfü yare dokunma” dediğinizi duyuyorum. 

Duyuyorum da Şevket Eygi’nin bir yazısında anlattığı yaşanmış olay hala aklımda:

Ortalık henüz karanlık, doğu ufkunda fecrin belirtileri görünüyor. Sultanahmet civarında küçük fakat lüks bir otel. Ülkemizi gezmeye gelmiş bir turist, dünkü günün yorgunluğu içinde mışıl mışıl uyuyor. Birden 120 desibellik bir ses ortalığı inletmeye başlıyor. Uyku sersemliği içindeki turist şaşkınlıkla yatağından yere düşüyor...”

Peki Eygi’nin tavsiyesi ne?

Turistler sabah ezanıyla böyle mi uyanmalıdır?

Yataklara serilmiş yorgun argın uyuyor. Birden gönüllere huzur veren lâhuti bir ses gelir kulaklarına. Camilerde sabah ezanı okunmaktadır saba makamından. Turist önce yatağından kalkmak istemez. Henüz dinlenmemiştir. Minarelerden perde perde yükselen ses o kadar güzel, o kadar cazibelidir ki, dayanamaz kalkar, yatağında oturmuş olduğu halde huşû içinde dinler.

Ezan, doğru olan bir inancı duyurur insanlara.

Ezan güzeldir. Müslüman olmayana da haz ve zevk verir.

Ezana yapılabilecek en büyük hakaret hoparlörleri sonuna kadar açarak, neye uğradığını bilemeyen turisti yatağından düşürmektir.”





Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...