Hava çok soğuk, hele gecenin bu saatinde...
Çalışma odam sıcacık, ne kadar değerli...Gazeteciler Cemiyetinin 75. Kuruluş yıldönümü yaklaşıyor, bir söyleşiye hazırlanıyorum. Kimlerle konuşacağım?
Müyesser Yıldız, Murat Ağırel, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu... Uğur Mumcu’nun deyimiyle “sakıncalı piyade” dördü de...Ortaya koydukları yürekli gazetecilik, onları yıldızlaştırdı ama ağır bedel ödediler. Art arda açılan davalarla defalarca gözaltına alındılar, tutuklandılar, Silivri’de, Sincan’da buz gibi hücrelerde, sert ranzalarda onca eziyet çektiler, üstelik çileleri hala dolmadı.
Sanal ortamı geziyorum, oooo neler neler yaşamışlar. Haklarında sahte delil mi üretilmemiş? Çocuklarıyla eşleriyle doğru dürüst vedalaşamadan nasıl apar topar hapse götürülmüşler? Müyesser “çıplak aramalara bile tanık olduk” diyor... Bir kendini bilmez hapishaneye girişinde Barış Pehlivan’ı darp ediyor. Barış Terkoğlu’nun küçücük oğluna söylenmemiş babasının hapiste olduğu... Kim bilir nasıl sayıklamıştır “babam nerede?” Diye... Murat Ağırel’in 8 yaşındak kızı Ada ise acılara merhem olsun diye sanki, bir şiir yazıp gönderiyor “Sen Benim Kahramanımsın” diye seslendiği babasına...
-Yahu bu insanlar ne yaptılar size? Suçları neydi?
-Terör örgütü üyeliği, Cumhurbaşkanına Hakaret, Halkı Kin ve Düşmanlığa sevk, Özel Hayatın Gizliliğini İhlal, Devletin Gizli Belgelerini Yayınlamak...
-Bu insanlar suç makinesi miymiş? Bütün bu dehşet suçları nasıl, neyle işlemişler?
-Ellerindeki kalemle...
Biliyorum aklınızdan neler geçtiğini... Neden sustuğunuzu da...
Çünkü 2021 Türkiye’sinde gazetecilik hala tehlikeli ve çileli meslek.
İşte bizim cemiyetimizin başkanları... Neredeyse hepsi hapislerde süründürülmüş. Altan Öymen, Ecvet Güresin, Cüneyt Arcayürek...
Bizim dönemimizde de benzer olaylar yaşandı.
Cumhuriyet ve Milliyet Gazetelerinde çalıştığım yıllarda dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in mal varlığı sorgulanıyordu. Bu konudaki bir istihbarat için İstanbul’da Çiller’in “annemin yastık altık altında buldum” dediği 7.5 milyon dolarla ilgili araştırma yapıyordum. Annesi Muazzez Hanımın 7.5 milyon dolar şurada dursun, kira evinde oturduğu, hatta kirasını geciktirdiği için hacze uğradığını ortaya çıkarmıştım. Gazetenin genel yayın müdürü Derya Sazak’ı aradığımda öyle bir azar işittim ki:
-Sen beni böyle kritik bir konu için neden telefonla arıyorsun?
-Şu anda Muazzez Hanımın evindeyim. Kapıcısıyla, ev sahibiyle görüştüm, haciz olayını doğruladılar. Foto muhabiri isteyecektim.
-Hayır tamam, sen ayrıl oradan. İstersek biz sonra foto muhabiri göndeririz.
“Haber ne oldu peki?” Diye sormayın, çünkü onca emek harcadığım haber, patron Aydın Doğan’ın çıkarlarına halel gelir diye mi? Yoksa Derya Sazak’ın kendi inisiyatifi ile mi bilmiyorum, yayınlanmadı...
Sonra o kira evinin sahibi arayıp bana dert yandı:
-Yahu Nursun Hanım, beni de topun ağzına getirdiniz...
-Neden? Haberim yayınlanmadı ki...
-Aman aman, iyi ki yayınlanmadı, buna rağmen öyle bir gürültü kopardı, bana öyle baskılar yapıldı, tehditler savruldu ki... Ya bir de yayınlansaydı? Kim bilir ortalık nasıl birbirine girecekti?
TBMM’de Tansu Çiller’in mal varlığını sorgulayan soruşturma komisyonu da konunun üstüne gitmiş ve bu icra meselesini sorgulamıştı. Ancak sonradan bütün liderlerin mal varlıkları soruşturma kapsamına alınınca, iş sulanmış, Çiller’e can simidi atılmıştı. Tabii Başbakanlığının son günü, ‘örtülü ödenekten” bir özel bankadaki hesaba aktarılan 500 bin TL de, hiçbir zaman sorgulanmadı...
-Canım sen durumu hafif atlatmışsın, hapse mapse de girmemişsin...
Diyorsunuz ama epey macera geçti başımızdan. Mesela benim telefon defterim üç kez kayboldu... düşünsenize, gazetede, çalışma masamın üstünde duran bir telefon defteri nasıl kaybolabilir? Artık bilemiyorum o defterler nasıl uçup gitti masamdan? Belli ki hangi kaynaklarla görüşerek bu haberleri derlediğimizi öğrenmeye çalışıyorlardı... İkide birde genel yayın müdürünü, gazetenin sahibini arayıp beni şikayet etmeleri, haberleri yayından kaldırtma çabasına girmeleri tuz biberiydi yaşadıklarımızın.
O sıralarda şehirden uzak bir semtte oturuyorduk Eryaman’da... Yılın ilk karı düşerken camdan sokağı seyrediyordum, eşim seyahatteydi, çocuklar uyumuştu, telefonum çaldı:
-Alo, Nursun Hanım?
Bir kadındı arayan.
-Buyrun?
-Beni tanımazsınız, İstanbul’dan geldim, fazla vaktim yok, sizinle görüşmek istiyorum. Önemli bilgiler belgeler vermek istiyorum. Buluşabilir miyiz?
Çok tuhaf göründü bu telefon, dedim ki,”Ben bu saatte evden çıkamam, çocuklar küçük, onları yalnız bırakamam...” ama ismini vermeyeceğim kadın, “o halde ben size geleyim” diye ısrarcı oldu, “benim evim çok uzak, hem kar yağışı da hızlandı” diye karşı çıksam da olmadı...Gazetecilik merakı ağır basınca reddedemedim, adresimi verdim.
Dışarıda tipiye dönüşen karı camdan izlerken, geceyarısını biraz geçe, bir taksi geldi, yavaşladı ve evimizin önünde durdu. Taksiden inen kadın apartmana girdi, zilimizi çalınca buyur ettim.
Çay yaptım, iki saate yakın konuştuk, neler neler anlattı. Çantasından çıkarttığı bazı fotoğrafları, belgeleri paylaştı:
-Bakın bunları ilk kez siz görüyorsunuz.…
Gece bir türlü uyuyamadım, sağa sola dönüp durdum. Özel yaşama ilişkindi konuğumun anlattıkları. Düşünüp taşındım, o saatte birlikte kitap kaleme aldığımız yakın arkadaşım, meslektaşım Ali Bilge’yi aradım, ertesi gün buluşup konuştuk:
-“Aaaa demek doğruymuş söylentiler “dedi. Fakat biz o bilgileri kullanmamaya karar verdik. Çünkü özel yaşama dair bilgilerin bizim kitapta yeri olmamalıydı.
Üzerimizdeki baskı bununla da bitmedi. Detayına girmek istemediğim bu baskılardan eşim ve kimi aile fertlerimiz bile nasiplerini aldılar.
-Yahu hep kötü olaylar mı yaşadın? Diye soruyorsanız, iyileri de başıma geldi ama ben enayiliğimden (!) fırsatı değerlendiremedim... Merkez Bankası Başkanlarından biri arayıp bir gün beni Ulus’taki çalışma ofisine davet etti, “önemli bir haber için olsa gerek” diye koşarak gittim... Bir sade kahve söyledi, sonra konuyu açtı:
-Yahu Nursun, sen ne diye uğraşıp duruyorsun bu çetrefilli işlerle? Bak sana ne diyeceğim, boşver gazeteciliği, gel bizim basın danışmanımız ol. Hem iyi maaş alırsın, hem gelecek güvencen olur ne dersin?
Güldüm, dedim ki, “Bu teklifi bana sizin durup dururken getirmediğinizi tahmin ediyorum... Teşekkür ederim, mesleğimden memnunum” diyerek yanından ayrıldım. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile de pek çok sohbetimiz oldu… Başka bir sefere anlatırım…
Ya, işte böyle dostlar, çileli meslektir gazetecilik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder