Geçenlerde çok hoş bir buluşma yaşadığımızdan söz etmiştim. Yildiz Kasikci Telatar ve Ayşe özbek’le tatlı tatlı sohbet etmiştik. O buluşmada Yıldız bize “Kırmızı Donlar İhtilali” kitabını imzalayıp vermişti. Çok merak etmiştik “kırmızı don” başlığını, “okuyun da bir, bakalım ne düşüneceksiniz?” Demişti Yıldız.
İnanır mısınız kitabı neredeyse bir gecede bitirdim, uyku muyku hak getire!
Bayıldım Yıldız’ın kalemine.
-Neydi kitapta seni bu kadar çeken?
Diye soruyorsanız, hangi birini anlatayım?
-Yıldız’ın işlek kalemini mi?
-Saracoğlu Mahallesinde geçen çocukluk gençlik yıllarının umut, neşe, mutluluk dolu anılarını mı?
-Kızını yücelten bir babanın elinde büyüyen kız çocuğunun, cam tavanları yerle bir ederek nasıl ilerleyip en üst noktalara gelebileceğini mi…
Hele o babanın borca girip kızına Endura marka bisikleti armağan edişi yok mu?
Eh! Uyku kalır mı insanda?
Okur da okur, sayfaları çevirirken o güzelim yılların Ankara’sına gider, kendi çocukluk anılarına dalarsın tabii. Gerçi benim bisikletim hiç olmadı, yarım saati 50 kuruştan kiralardık, ya da arkadaşlarınkini, “bi tur bineyim” diye ödünç alır, Sıhhiye’de gidon sallardık. Ben Hanımeli Sokağın “patenci kızı”ydım, babamın Amerikan Pazarından ikinci el! aldığı bir çift paten (Hudora marka!) en kıymetli demirbaşımdı. Patenler ayağımızda, hızla kayarken, Anadolu Ajansı’nın önünde durur, grev faaliyetini izlerdik. Günün birinde, üniversiteyi bitirip, orada stajyer muhabir olarak çalışmaya başlayıp, istihbarat şefim Ceyhan Altınyeleklioğlu’nun, “sen o patenci kız değil misin?” Sorusu karşısında nedense kıpkırmızı olup sanki suç işlemişcesine mahcup olacağımı düşünebilir miydim?
Yıllar sonra Ali’ye 5-6 yaşlarındayken küçük boy, iki tekerlekli Endura marka bisiklet alışımız da aklımdan geçti, gözümüzün önünde çalınan bisikleti için Ali’nin döktüğü gözyaşları da…
Gelelim “Kırmızı Donlar İhtilali”ne… Keşke Telatar’ın kitabını edinip okuyabilseniz, o kadar ilginç anekdotlara yer vermiş ki… Düşünebiliyor musunuz? Yıldız’lar, babasının görevi dolayısıyla Saracoğlu Mahallesinde, devlet lojmanında oturuyorlar. Bir gün üst kata Okşan isminde bir hanım yerleşiyor. Genç, güzel, bakımlı… Okşan, Yıldız’ın arkadaşı Gülümser’in halası, Yıldız ne zaman onların evine gitse, Okşan’ı üstünde kırmızı don, ütü masasında dar eteğini, ipek bluzunu ütülerken görüyor. Mahallede hemen bir dedikodu yaygınlaşıyor. Neden mi?
“Okşan Abla, her akşamüstü ardında bir parfüm bulutu bırakıp, merdivenlerden sallana sallana inerdi. Herkesi selamlar, yaşlıların hatırını sorar, çocuklara sevecenlikle gülümser, Kumrular Sokaktan İzmir Caddesine dönüp gözden kaybolurdu. Geceleri Barıkan Otelinin barında yabancı erkeklerle oturduğu,hafif alkollü içkiler içip, masaları dolaştığı söylenirdi. Büyükelçiliklerde görevli adımlarmış çoğu…”
Yani devlet lojmanı aslında istihbaratta çalıştığı öne sürülen Okşan Hanıma tahsisliymiş.
Gel zaman git zaman, darbe yaşanıyor, Örfi İdare (sıkıyönetim) ilan edilip, sokağa çıkma yasağı konuluyor. Birgün lojmanın önünde bir cip duruyor, içinden inen askerlerle bir genç teğmen, Okşanların kapısını çalıyor, genç kadını alıp götürecekler, Okşan, elinde tuttuğu kırmızı donu alaylı alaylı sallayarak:
-Kimin nesi olduğumu anlamadın herhalde, darbe falan sökmez aslanım bana
Diyerek donu teğmenin göğüs cebine sokuveriyor, anında da şak diye tokadı yiyor suratına, askerler Okşan’ı merdivenlerden sürükleyerek indirip, cipe atıp götürüyorlar… Al sana Türk usulü Profumo Skandalı (*)
Sırf bu öykü üzerine ne çok söz söylenebilir değil mi?
Neyse işte, ben Telatar’ın kitabını bitirdim, her hikayeye ayrı ayrı kafa yorarken Saracoğlu’nu yeniden görme özlemiyle yanıp tutuşuyorum. Öyle ya, tam üç yıl boyunca yolunu aşındırdığım mahallenin en önemli iki diğer binası, bana göre Milli Kütüphane ile Namık Kemal Ortaokuluydu.
Hemen ertesi gün koşarak Saracoğlu’na gittim… Evet, mahalle baştan sona yenilenmiş, ağaçlar, çiçekler dikilmiş, hatta boşluklara küçük havuzlar, gölcükler filan eklenmiş, bir sürü çay-kahve mekanı açılmış ama…
Ahh! okulumu görünce içimi büyük bir hüzün kapladı.
Ortaokulum, tepeden tırnağa yenilenmiş, beyazlara boyanmış, yüksek demir çitlerle korumaya alınmış, hatta yan tarafına dev bir jeneratör bile eklenmişti ama… Cumartesi günleri (yarım gündü eğitim) İstiklal Marşı söyleyip göndere bayrak çektiğimiz, pazartesileri “andımız”ı hep bir ağızdan okuduğumuz arka bahçemizin yerinde artık yeller esiyordu.
O güzelim bina duruyordu ama artık Namık Kemal Ortaokulu değildi, kimbilir hangi devlet dairesine tahsis edilecekti?
(*) https://bennursunerel.blogspot.com/2010/09/profumo-olay-gecmisten-bir-seks.html
Yorumlar
Yorum Gönder