Bu Blogda Ara

Çarşamba, Nisan 01, 2020

Nerde o şampanya tepsileri?



Anadolu Ajansında mesleğe başladığım yıllardı, sabahları bir heves koşardım İbrahim Çıngay’ın yönettiği büroya... İşlerin biraz durulduğu anlarda Çıngay bir sohbet başlatır, hayranlık duyduğum kıdemli gazeteciler pası alır, neler neler anlatırlardı... Ağzım açık dinlerdim... 

O günlerin unutulmaz isimlerinden biri genel müdür Atilla Onuk, diğeri iç haberleri yöneten Ajlan Akıncı idi. Atilla Bey için, kendi yazdığı abartılı bir haberle Başbakan olduğu yıllarda Süleyman Demirel’e “masaya yumruk attırdığı” efsanesi dolaşıyordu. Ajlan Bey ise şık giyim kuşamı, muhabirlere mesafeli ama nazik yaklaşımı ile hepimizi etkiler, habere objektif bakışı, liberal tutumu ile saygı uyandırırdı. 

Biz Ümit Zileli ile birlikte Ajansın en yenileri, daha doğrusu “çömez” muhabirleriydik. İç Haberler Müdürü İbrahim Çıngay’ın redaksiyon yeteneğine hayrandım, bir kelimeyi değiştirir, bir virgülü kaldırır, farklı bir başlık koyar, metni bambaşka bir hale sokardı. Yazılan haberler, redaksiyona muhabirin parafıyla gider, son şekli veren şef de paraf atardı. 


İbrahim Bey, bana, “Nursun Alev, sizin parafınız NRS olsun” demişti..


12 Eylül arefesindeydik, Ümit Zileli ile ikimize gece nöbeti düştü.  Ajans nasılsa sadece rutin haberleri takip ediyordu ve yöneticiler olağanüstü bir durum yaşanmayacağını düşünerek bize gece sorumluluğunu vermişlerdi. Nöbeti aldığımız gece, Ümit heyecanla geldi:


-Nursun, Süleyman Demirel açıklama yapacakmış benim Başbakanlığa gitmem gerekiyor. Telsizi alayım, sen de telsizle daktilonun başında dur, gerekirse haberi oradan yazdırırım.

-Haydi o zaman kolay gelsin...

-Ama tuh, böyle gidemem ki Başbakanlığa... Üstümde blucinle, ceketsiz...


Sonra bir koşu Ajansta arayışa çıktı, baktım beyaz bir ceketle kravat bulmuş, giymiş,  geldi:


-Nasılım ama


Diye soruyor, bir yandan da kahkahalarla gülüyor... Beyaz ceketin yakasında boydan boya uzanan lacivert mürekkep lekesine gülüyormuş, 


-Olsun, lekeli mekeli ama ceket kravat var ya üstümde


Diyor. 


Biraz sonra Başbakanlıktan döndü ve haberi bana daktiloda yazdırdı. Ben bir yandan hayranlıkla Başbakanın sözlerini, soruları cevapları dinleyip yazıyor ve ortamı gözümde canlandırmaya çalışıyorum... Haberi tamamladık,  birlikte redakte ettik, paraflarımızı da gururla atıp masada kenara koyduk. Ben o arada sorup duruyorum Ümit’e


-Demirel’in yaklaşımı nasıldı? Sorulara kızdı mı? Kaç gazeteci vardı toplantıda?


Derken sohbeti koyulaştırdık, Ümit alt katta şoförler çay demlemişler, gitti, birer bardak getirdi, gece yarısına kadar oyalandık, sonra o  beni,


- Artık pek fazla iş kalmadı sen evine git, ben de yavaş yavaş toplanır çıkarım


Diye gönderdi.


Ertesi gün nöbete geldiğimde ne göreyim, bizim İç Haberler Servisinde kıyametler kopuyor, müdür yardımcısı Atila Girgin bas bas bağırıyor:


-Ajans tarihinde ilk kez bakanlar kurulu haberi verilmedi, başbakanın açıklamaları bültende yer almadı... Büyük bir skandala imza attık, nedir bu başımıza gelen?


Meğer biz haberi yazdıktan sonra kenara koyup sohbete daldığımız için haber metnini borudan atmayı tamamen unutmuşuz... O yıllarda ajansın üst katlarındaki servislerden alt kattaki teleks odasına uzanan borular vardı. Haber metinleri yuvarlanıp silindir yapılarak o borudan atılır, aşağıya giden metin, teleksçiler tarafından alınıp, dizilerek servise konulurdu...


Müdürümüz İbrahim Çıngay iyi ki çok anlayışlı bir insandı  ve işlediğimiz bu büyük hatanın üstünü kapattı...


Akşam, Ümit Zileli ile  epeyce mahçup, suskun bir halde çalıştık... Fakat geceyarısına doğru Başbakanlıktan bir açıklama geldi, heyecanlandık:


-Aman şunu hemen yazalım da servise koyalım... Yoksa kovuluruz vallahi.


Haberi yazdık, paraflarımızı attık, borudan gönderdik... Gece itibarıyla önemli başka bir gelişme olmadığı için de mesai bitiminde, paşa paşa evlerimize döndük.


Ertesi gün sabah saatlerinde çalan ev telefonuyla uyandım, arayan Ümit Zileli’ydi:


-Uyuyor musun hala Nursun?  Çabuk kalk, ajansa gel... Müdür bizi acele çağırmış, sekreter -çok sinirli- dedi. İkimiz birlikte gidelim, kim bilir ne olduysa artık...


Hemen aceleyle fırladım,  giyinip, evimizin sokağındaki ajansa bir koşu gidip, nefes nefese üst kata çıktım... Müdürümüz İbrahim Çıngay ile şefler, Atila Girgin, Aysun Nebrekli ve Ceyhan Altınyeleklioğlu asık yüzlerle oturuyorlar salonda... Yüreğim pır pır atıyor.


Sessizlik bir süre devam etti, önce Atila Girgin konuştu:


-Dün Başbakanın basın toplantısını geçmeyi unutmuştunuz, size bunun ne kadar ciddi bir hata olduğunu, ajans tarihinde ilk kez böyle bir skandal yaşandığını anlattık ama ciddiye almamışsınız anlaşılan...


Ümit’le birbirimize bakıyoruz azar işitirken, “peki bunu biliyoruz da, şimdi ne oldu acaba?” diye... Sonra Çıngay aldı sözü:


-Dün gece de koskoca Anadolu Ajansı, Başbakanlık açıklamasını, üstelik de ikinci kez atlamış oldu...


-Ama biz haberi yazmıştık diyecek olduk... 


Sonra ikinci skandalın sebebi anlaşıldı... Meğer haberi yazıp borudan atmışız ama kağıt boruya sıkışıp kalmış, yani teleks servisine ulaşamamış ve yayına da verilememiş.


Neyse ki yöneticiler bu olayı araştırıp nasıl yaşandığını öğrenince bize fazla kızmadılar, belki de meslek büyüğümüz Barış Kaşıkçı’nın bizi savunan sözleri etkili oldu. Demişti ki:


-Yahu memlekette olağanüstü günler yaşanıyor, ordu yönetime el koyacak deniliyor,  siz kalkmış böyle bir ortamda gece nöbetini iki çömeze veriyorsunuz. Bu onların değil sizin hatanızdır...


Bizi hemen o gün, gece nöbetinden alıp, gündüze verdiler... Aslında ben bundan çok mutlu olmuştum çünkü gündüzleri, çok fazla haber takip ediliyor ve başımızı kaşıyacak zaman bulamıyorduk, tam aradığımız şeydi bu. 


O günlerde okullu olmanın güvenini taşısak da  mesleği icraatta öğrenmenin demirden leblebi yutmaktan farksız olduğunun da bal gibi farkındaydık. Önceleri bize “en rutin” işlerin takibi verildi. Örneğin Dışişleri Bakanlığındaki anlaşma imzalarını izlerdik. Fas’la ekonomik ve ticari işbirliği anlaşması mı imzalanacak? Ya da Tunus’la. Koş Nursun. Almanya ile çifte verginin önlenmesi anlaşması var, haydi çömezler, yürüyün bakalım. 


Tatlı bir heyecanla koşar giderdik. Yabancı büyükelçi ile Dışişleri yetkilisi, anlaşma metnini imzalar, basın bülteni dağıtılırdı. Sonra toplantı salonunun kapıları açılır içeri ellerinde kocaman tepsilerle kavaslar girerdi. 

Tepsiler silme şampanya kadehleri ile dolu olurdu... Aman ne keyifle yudumlanırdı o şampanyalar, bazen sabah saatlerinde, bazen akşamüstü... Ne gam... Mutlaka içilirdi o şampanya, basın bülteni koltuğumuzda bakanlıktan keyifle çıkar ajansa dönerdik.

Sonraları elimiz biraz kalem tutunca, kıdemli muhabirlerin yanında dışişleri sözcüsünün haftalık brifinglerini izler olduk, o günlerden aklımda kalan isimler, Armağan Anar, Ünal Menderes, Leyla Çambel, Mithat Sirmen,  Nilüfer Yalçın, daha genç kuşaktan Nur Batur, Sedat Ergin, Ufuk Güldemir.


Düşünüyorum da resmî yemeklerde bile alkolün a’sının yasak olduğu bugünlerde Dışişlerinde işler şimdi nasıl yürüyor? 

1 yorum:

  1. Sevgili ortak keyifle okudum yine yazdıklarını, medya nereden nereye geldi? , ülke nereden nereye geldi? Perşembenin gelişi Çarşambadan belli miydi? Belliydi.. Basın medya oldu , mertlik bozuldu.. Dördüncü kuvvetin demokrasinin ölümü gerçekleşti. eksi döviz rezervi , eksi demokrasi ve eksi medya..

    YanıtlaSil

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...