Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Naftalinin boğucu kokusu!

Anneme hayret ederdim, nedense naftalin kokusunu severdi.  Oysa benim için naftalin demek, yünlü kumaştan paltoların, mantoların, elbiselerin, el örgüsü kazakların kısaca kışın giyilecek ne varsa tümünün sandıktan çıkarılıp, örtülerinden sıyrılıp, naftalinlerinin silkelenip, temizlenip, ütülendiği, gardroba asıldığı günler demekti. O “kış seferberliği ” sırasında ev günlerce naftalin kokardı. Uyumaya çalışırken naftalin, ders çalışırken naftalin, yemek yerken naftalin... İmdaat diye bağırmak gelirdi içimden çünkü, o koku bende boğulma hissi yaratırdı Bir keresinde okulla birlikte Ankara’nın Sıhhiye   Semtindeki demiryolunun tam kıyısına kurulu Hava Gazı Fabrikasına gitmiştik. Göğe uzanan, tam bir hayaleti andıran simsiyah silindirin kapısından içine girdiğimizde gördüğüm devasa boşluktan nasıl da ürkmüştüm. Dev silindirin iç duvarlarını kocaman bir çember gibi çevreleyen bembeyaz naftalin kalıntılarını görüp, o heryeri saran berbat kokuyu duymak nasıl da  mid...

19 Numaralı Oda

Küçücük iki çocuğu karşısına alıp ne söylemişti acaba? - Ben sizi çok sevsem de, artık buralarda kalamam. Şu anda anlayamazsınız  ama benim için önemli sebepler var ve buradan gitmek zorundayım... John ve küçük kız kardeşi, kendilerini terk eden annelerinin ardından öylece bakıp kalmış mıydı? Bavulundaki tek kitap taslağı ve yanına aldığı oğlu  Peter  (3. Çocuğu) ile Londra’ya , yeni bir yaşama yelken açan Doris Lessing (*) acaba hiç gözyaşı dökmüş müydü? Nobel’li yazar için, ölümünden yıllar sonra bile acımasızca tekrar tekrar gündeme getirilen bu soruya şimdi kim yanıt verebilir?  Bilmem? Doğrusunu sadece kendisi anlatabilirdi sanırım. Ama o aramızdan ayrılalı çok oldu. Üstelik günlükleri “ mühürlü ” idi, hayattaki son çocuğu da ölmeden asla yayınlanmayacaktı.(**)   Belki günün birinde öğrenebiliriz Lessing’in herkesten gizlediği duygularını... Bu soruyu bizler neden tekrar tekrar kafamızda seslendirip duruyoruz? Niye merak edip duruyoruz bunları, yazarın ...

Ölülerden özür dilenmez, Bekir Coşkun’dan da

“ Bekir Coşkun gitti, huzura kavuştu”  desem, onu deli gibi seven eşi Andree bana çok mu kızar acaba? Tabii o da anlıyordur benim aslında ne demek istediğimi.  Bu dünya pek çoğumuz  için bir cendere değil mi aslında? Bekir Coşkun ’u konuşalım mesela... Bu kadar mı sevilir bir yazar? Bu kadar mı okunur? Bu kadar mı kıvrak bir kalemi vardır? Ha, bütün bu özellikleri yanında bir yazar bu kadar mı halkının, ülkesinin çıkarlarını savunur? İlericiliği, doğruculuğu, dürüstlüğü ile bilinir?  -Peki bu özellikleri ile ülkenin en  önde gelen yazarı sıfatını taşıyan yazarın başı acaba göklere mi erer? Bir eli yağda bir eli balda mı yaşar? -Yoooo... Nerdeeee!!! Tam tersine, oradan oraya sürülür, kimi zaman işsizliğe, kimi zaman kıt kanaat geçineceği maaşlara talim ettirilir, zaten kendisi bu durumu yazı başlığı ile iki kelimede özetleyivermiştir,   Onuncu Köy ... Sıkıntılı süreç sonunda kansere davetiye çıkarır ve yaşama kısa sürede  elveda der Bekir Coşkun ....

Sodom ve Gomorra ile imtihanım!!!

Siyasetteki kısırdöngünün karamsarlığından biraz uzaklaşmak isterseniz, gelin kitaplar arasında kaybolalım.  Gerçi o da kolay değil, örneğin her elime alışta başa dönmek gibi bir durum hasıl oldu  Proust’un Sodom ve Gomorra ’sını okurken. İkide birde sözlüklere başvurmak, “Google’ı açıp kapamaktan yalama etmek” de cabasıydı bu okuma maratonunun. Proust Ustanın toprağı bol olsun da,  “ yazarlar anlaşılmamak için mi yazarlar? ” Diye bir soru dönüp durdu hep kafamda. Daha önce kitap kulübümüzde  “ Swann’ların Tarafı ”nı okumuştuk, ama heyecanımı yitirmeden tamamlayabilmiştim  onu... Aslında Marcel Proust ’un “Kayıp Zamanın İzinde” dizisinin parçasıydı ustanın yaşamının son 17 yılını verdiği bu kitaplar... 3 bin sayfa, 1 milyon 250 bin sözcükten oluşan 7 kitap... Demet Hanımın evindeki tatlı sohbetimiz saatlerce sürmüştü... Aklımda kaldığına göre, hiçbirimiz kendimizi kitaba o kadar da verememiştik.  Bakıyorum da ben de Proust’u  okumaya bir o kadar eme...

Keriman Hanımın böreği

Yaşadıklarımız o anda ne kadar keyif verirse versin, “ elimizden kayıp gittiğinde, ” yani artık ulaşılmaz olduğunda öylesine artırıyor ki değerini, anlatılamaz. Ah gençliğimiz, o güzel sofralar, muhabbet, büyüklerden kalbimize sıcacık akan karşılıksız sevgi... E, şimdi yok ki Keçiören ’deki o ev, Cihannüma mı denirdi çepeçevre camlı, hoş manzaralı, ferah salonlara? Neydi o güzelim bahçe, hele de alt sınırına çit yerine dikilmiş bembeyaz zambaklar... Sanki birazdan Keriman Hanım  (*) bahçe kapısında elinde bakır siniyle görünecek: - Kuzum, haydi bakalım, çay da demlendi, soğutmayalım böreği Diyecek . Fırından yeni çıkmış sinideki, dumanı tüten, nar gibi kızarmış börek acaba pırasalı mı? Yok yok, peynirli pazılı yapmıştır Keriman Hanım . Belli ki sabah saatlerini mutfağında böreğin iç harcını ve hamurunu hazırlamakla geçirmiş, misafir kapıyı çaldığında siniyi fırına sürüp, çayı demlemiştir... İşte börek o börek... Yıllar geçti Keriman Hanımı görmeyeli... Kızının, Emine ’nin (**) ...

BLUZ DEYİP GEÇME!

17 Şubat 2020...  Heyecan dorukta, Feyzan 12 Aralık 2019 gününden beri süren bir hastane serüveninin başkişisi... Telaş, korku, merak, üzüntü...  Duyguların girdabındayız. Ailemiz su sızdırmaz bir dayanışma içinde... Dostlarımızla kenetlenmişiz... Doktorlarımız Murat Akova ve Ahmet Rüçhan Akar bizim kahramanlarımız, hemşireler, hastabakıcılar hepsi ayrı bir değer... İşte o puslu ve sonu belirsiz gün... Hastanedeyiz...  Ali ve Mehmet’le konuşmadan, öylece oturuyoruz,   Feyzan yatakta...  Ertesi günü bekliyoruz, Feyzan ameliyata sabah erken alınacak... - Ne olacak? Ne olacak? Başarılı geçecek mi? Zor mu olacak? Ne kadar sürecek? Haftalardır yaşanan kabus bitecek mi? Birden aklıma geliyor: - Çocuklar ben bir Kızılay’a gidip geleyim... Aklımdaki şu: - Hastane süreci kimbilir ne kadar devam edecek... Oyalanmak için birşeyler bulmak gerek... Getirdiğim kitaplar yetmiyor, gidip dantel ipliği alayım... İşte bluza dönüşmeden önce, o dantelin öyküsü böyle başladı, ...

Erik marmelatı

Hayatın anlamını sorgulamayı felsefecilere mi bıraksak? Yoksa ilahiyatçılara teslim olup bunları hiç düşünmesek mi? Boş çaba, ne yaparsan yap bu soruya ömrün boyunca cevap arar durursun, asla bulamayacağını bile bile... Bu düşüncelerle boğuşurken, koskoca bir Pazar günü sana kalmıştır. Özgürlük, yalnızlık ne büyük lüks, değil mi? E, peki nasıl geçirilecek o koskoca gün? Kolayı var, önce bir yürüyüşe çıkmalı, hem de erken erken, çünkü sonra güneş yükseldiğinde yürümek şurda dursun, sıcaktan kolunu bile kıpırdatamazsın...  Şu Covit var ya Covit 19. Bizi ne hallere düşürdü. Eğer içimizdeki korkular olmasa şu koskoca günde kiiimbilir neler yapabilirdik, ama pabuç pahalı... Korkuyorum, hem de çok korkuyorum. Diyelim ki o menhus hastalığa yakalandım, “ eh n’apalım dünyada 1 milyon insan öldü, senin ayrıcalığın mı var? ” Deme bana. Böyle kestirip atamıyorsun ki... “ Ya aile efradına, eşine dostuna da geçerse? ” Diye düşünüp, hemen vazgeçiyorsun arkadaşlarını arayıp “ buluşalım ” konuşmala...

Amiralim incirler nerde?

Saatlerce direksiyon sallayıp, yorgun argın  Bodrum ’dan    Ankara ’ya dönmüştük, bavulları indir, aç, eşyaları yerine koy, erzakı ayıkla, buzdolabına yerleştir...  Alel usul yemek hazırla, sofrayı topla, bulaşıkları hallet derken saat oldu bilmem kaç...  BBC’deki sevdiğim diziyi (hararetle size de tavsiye ederim, Peder Brown ) izleyeyim derken uyuya kalmışım, seslendiler : - Burada uyuyup kalırsın, haydi yatağa... Ankara serin, camlar açık, dışarıdan gelen böcek sesleri ninni gibi, oooh, ne güzel, tam uykuya dalarken, telefonumun ışığı yandı, acaba mesaj mı geldi? Ya önemli bir şeyse? - Habertürk, Teke TEK’te, Fatih Altaylı’da amiral (*) var, açın... Uykulu uykulu dinleyeyim derken amiral o şahin (!) anlatımıyla, “ adalar meselesini, Yunan tarafının haksızlığına sessiz kalışımızı, Lozan’dan kaynaklanan haklarımızı enayi gibi öne sürmeyişimizi, bunca yıldır topraklarını genişletip duran Yunanlılara bir nota bile vermemiş oluşumuzu ” öyle bir anlattı ki uyku muy...

KLİŞELER ÇÖZMEZ!!!

Sevgili dostlar, İstanbul Sözleşmesinden çıkılacağı, bu konuda geri adım atılacağı haberleri birbirini izlerken bir hareket başlatıldı, herkes birbirini siyah beyaz ve mümkünse eski resimler kullanarak “ challenge ”a davet ediyor... Beni de çağıran pek çok arkadaşım var, eksik olmasınlar,  fakat klişelerin sorunu çözmeyeceğini düşünüyorum...  Bunlara bir de yenisi eklendi şimdi...  Beyefendiler, cehaletten ve bilmediğini bilmemekten, danışmamaktan kaynaklanan bütün başarısızlıklarına, antidemokratik, despot tutumlarına, adaleti, eşitliği  yerle bir eden yaklaşımlarına, artık çuvala sığmayan yolsuzluk, nepotizm mızraklarına, rağmen, yerlerinde kalabilmek uğruna herşeyi deniyorlar ya... Şimdi de, çoktan “halının altına süpürülmüş” politikacılarla birer birer görüşüp, “ İstanbul Sözleşmesini kaldıracağız ” sözleri veriyorlarmış...  -Neydi İstanbul sözleşmesi? (*) 11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açıldığı için ' İstanbul Sözleşmesi ' ismiyle anılan Kadınlara Yö...

Adalet Ağaoğlu ve nostaljik tatil sofraları

Bence yazarları yazdıklarıyla değerlendirmeli... İşte Adalet Ağaoğlu ... O Köşk ziyaretini, Başbakanlığa gidişini “ yetmez ama evetçiler” arasında  (*) yer alışını ne kadar eleştirmiştik. “ Ne diye Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının ekmeğine yağ sürüyor? ” dedik durduk. Dün aramızdan ayrıldığını duyunca aklımdan bunlar da geçti.  Oysa gençliğimin en önemli yazarlarındandı o ve Füruzan ... Nasıl unutabilirdim ki Ölmeye Yatmak ’ ı? Bi r Düğün Gecesi ’ni? Ölmeye Yatmak’ta   Doçent Aysel ’in ölüm kararını alması bir yana, geçmişini değerlendirip kendisini yargılaması o kadar etkilemişti ki beni... Onca yıl sonra, uzun süren monoton evliliğinin ardından Aysel aşkla başka birisiyle beraber oluyordu da “ bakirenin kanaması ” ile eş tutmuştu suçluluk duygusunu büyük yazar... Sadece kullandığı sözcüklere karşı çıkmıştım içimden... “ Kanar mı? Sorusunun yanıtını verirken, Aysel “ kanar, hem de şorul şorul ” diyordu... “ Şorul şorul” bana çok kaba gelmişti, başka bir söz...

Başkentten komik bir Covit hikayesi

Bir yakınım anlattı, dinlerken çok  güldüm, sizlerle paylaşayım istedim: - Benim genç yaştaki spor hocam biraz evhamlıdır, bizi çalıştırırken neredeyse 15 dakikada bir dereceyle ateşine bakıyordu -Covit mi oldum?- diye... Derken başına gelenler geldi... -Ne oldu? Yoksa Covit’e mi yakalandı? -Dinle bak, neler neler yaşadı... Bu böyle ikide birde ateşini ölçüp dururken bir gün gerçekten ateşi yükselmiş ve tabii müracaat Şehir Hastanesi... Orada insanı burnundan genzinden şişledikleri o meşhur tahlili yapmışlar. -E sonra? - Sonra eve gelmiş... Sonucu beklemeye başlamış.  -Hay allah, sonuç nasıl çıkmış peki? -Bu olay 23 Nisan günü yaşanıyor... Anlatıyorum işte... Herkes balkonlarda, şarkılar, marşlar çalınıyor, bayraklar asılı heryerde... Millet pür neşe yani...  Bizimki de balkona çıkmış, seyrediyor... Derken kapının önüne bir ambulans yanaşıyor, içinden beyaz koruyucu elbiseli, maskeli adamlar pardon hasta bakıcılar iniyor... -Aaaa, ...