Yaşadıklarımız o anda ne kadar keyif verirse versin, “elimizden kayıp gittiğinde,” yani artık ulaşılmaz olduğunda öylesine artırıyor ki değerini, anlatılamaz.
Ah gençliğimiz, o güzel sofralar, muhabbet, büyüklerden kalbimize sıcacık akan karşılıksız sevgi...
E, şimdi yok ki Keçiören’deki o ev, Cihannüma mı denirdi çepeçevre camlı, hoş manzaralı, ferah salonlara? Neydi o güzelim bahçe, hele de alt sınırına çit yerine dikilmiş bembeyaz zambaklar... Sanki birazdan Keriman Hanım (*) bahçe kapısında elinde bakır siniyle görünecek:
-Kuzum, haydi bakalım, çay da demlendi, soğutmayalım böreği
Diyecek.
Fırından yeni çıkmış sinideki, dumanı tüten, nar gibi kızarmış börek acaba pırasalı mı? Yok yok, peynirli pazılı yapmıştır Keriman Hanım. Belli ki sabah saatlerini mutfağında böreğin iç harcını ve hamurunu hazırlamakla geçirmiş, misafir kapıyı çaldığında siniyi fırına sürüp, çayı demlemiştir... İşte börek o börek...
Yıllar geçti Keriman Hanımı görmeyeli... Kızının, Emine’nin (**) kaybı çok ağır geldi ona da, Sıtkı Beye (***) de... Buraları terkedip başka yerlere göç ettiler. Bilmem ki gittiği yerde de misafirlerine tadına doyulmaz börekler açıp ikram ediyor mu?
Neyse ki, kızlar annelerinin takipçisi, bir gün Latife’yle (****) buluşup eskileri anıyoruz:
-Neydi o Keriman Hanımın damakları çatlatan böreği?
-Ben de yapıyorum ablacığım, size tarifini vereyim...
-Ne hoşsun Latife...
Unutamadığım başka bir lezzet de Emine’nin fındıklı kurabiyesiydi. Evden taşınırken bir tek şey yitirdim, yemek notlarımın bulunduğu o çok kıymetli defterimi... Ah ne tarifler vardı içinde, kimi bulayım da sorayım şimdi? Emine’nin kurabiyesine çocuklar bayılırdı, Ali “kubiye” derdi ona... Bazen fındığını çıkarıp yer, kurabiyesini bir kenara atıverirdi... Çocuk işte...
-A, onun tarifi de aklımda, hemen söyleyeyim mi abla?
Evlerde mutfağa artık az mı giriliyor dersiniz?
Kolay değil ki bu işler çalışan insanlara, iş çıkışı onca trafikle cebelleş, çocuğu okuldan al, alışveriş yap, ter içinde eve gir... Mutfak şurda dursun, yemek yiyecek hal bile kalmıyor ki insanlarda... Haydi telefona müracaat:
-Pizzayı neli söyleyelim?
-Kola da isteyelim anne
Bilmem ki biz yorulmuyor muyduk?
Onca uzun çalışma saatleri, hele de habercilikte zamanla yarışmanın stresi, çocuklarla ilgili faaliyetler, sosyal yaşam, yaşlanan anneyle halayla hatta komşularla geçirilen zamanlar...
Zamanın ruhu denen şey mi geçerli? Yoksa bizim zamandan bağımsız, ille de yaşamak istediğimiz, isteyerek seçtiğimiz, sevdiğimiz tarz mı? Bu sorunun cevabı herkese göre farklı, ben sadece elimizden kayıp gidenleri bir kenara kaydetmemiş olmanın derdine yanıyorum:
-Nerelerdesin Masume Hanım? (*****) Düdüklüde nasıl yapıyordun acaba o unutulmaz elmalı fındıklı kekini? Ya düdüklüde yaptığın o zeytinyağlı patlıcan karışımının lezzetini ben nereden bulayım şimdi? Hele yazları Sındırgı’dan akrabalarının gönderdiği günyufkası ile hazırladığın kuskus pilavını şimdi market malzemesiyle yapabilmek mümkün mü?
(*) Keriman Güneş: Sivrihisar Doğumlu, 4. Çocuk annesi, marifetli ev hanımı, uzun yıllar Ankara’nın Keçiören semtinde oturdu.
(**) Emine Erel: Genç yaşta yitirdiğimiz sevgili güzel, marifetli eltim. Zafer ve Duygu’nun biricik annesiydi.
(***) Sıtkı Güneş: Sivrihisar doğumlu, Ankara Samanpazarı’nın önde gelen esnafındandı.
(****) Latife Kumbasar: Keriman Hanım ve Sıtkı Beyin üç kızından biri.
(*****) Emine Masume Alev: 2004 yılında yitirdiğimiz sevgili annem, Sağlık Bakanlığından emekli ebe hemşire. Rekiştan-Kavala doğumlu, mübadele ile Yunanistan’dan göçüp annesi Zeynep Ertan ve kardeşi Hüseyin Ertan’la Sındırgı-Balıkesir’e yerleşti.
Kanatsız uçan şey diye tanımlıyor zamanı.Defter kaybolsa da bellekte kalanlar yazıya dökülünce o yemekler kadar güzel öyküler ve anılar sunuluyor ak üstünde.Diline kalemine diyorum da kullanılıyor mu kalem ? Sağol varol.
YanıtlaSil