Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Donup kaldık... (Bu olay dün saat 14.00’de Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesinde yaşandı)

Uzun süredir görmediğim bir arkadaşımla dün  Tunalı Hilmi Caddesinde  (*) buluştuk, sonra, öğle kalabalığının arasına karışıp yürüyerek, bir restorana gittik. Arkadaşım sigara içer (oysa önemli bir rahatsızlık geçirdi, yani yaşam ona bir şans daha tanıdı, ne mutlu... Keşke sigarayı bırakabilse!) o yüzden kaldırım kenarındaki bir masaya oturduk, garson geldi, menüleri elimizden alırken: -Seçebildiniz mi? -Evet, birer tavuk şnitzel alacağız, yanında ne veriyorsunuz? -Patates kızartması efendim. -Hardal da getirin. Sonra koyu bir sohbete daldık. Meslekte kimler ne yapıyor? Kimler iktidarın dümen suyunda refah içinde, kimler işsiz? Kulislerdeki son dedikodular... Laf lafı açtı, konuşup durduk. Bu sırada yanımızdan onlarca insan geçip gidiyor. Şık kadınlar, el ele aşıklar, iki dilenci, koşar adım yürüyen gençler... Yaşlıca, dökük kıyafetli bir adam sırtında koca bir çuvalla yürürken ayağı takılıp düştü, ama kimse yardım etmedi, çuvalı hala sırtında, zorla yanındaki park durum...

Türküm, doğruyum, çalışkanım

Türküm, doğruyum, çalışkanım Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk!Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene! - Şimdi nereden çıkardın?  diyeceksiniz.  Yıllarca okulun ilk Pazartesileri, anlamını pek de düşünmeden bu sözleri tekrarlamadık mı hepimiz?  Dün uzunca bir süre  kuyrukta beklerken bu sözler kafamda çınladı durdu, düşündüm de: “Varlığımızı Türk varlığına armağan ettik, Türkiye’yi ileriye taşıyabildik mi?” - Ne kuyruğundaydın?   diyecekseniz, anlatayım.  Avrupa ve İngiltere vizelerinden daha beter Amerikan Büyükelçiliğinden vize almak. Önce telefonla iş yapan bir firmaya kredi kartınızla ödeme yapıp randevu alıyorsunuz. Diyelim ki size  Pazartesi günü, saat 09.00  randevusunu verdiler. Ondan sonra internette bir formu  online  doldurmanız ge...

Sen neymişsin be abla, pardon abi!?

Onu biiiin yıl kadar önce mahallemizde tanımıştık, bizim sokağın en güzel, en beyaz hem de şömineli evinde otururlardı,  annesi sokağa çıkmasına izin vermezdi. Balkona ya da salonun penceresine hapsolup, pencereden bizim oyunlarımızı seyrederdi. Biz ona gülümserdik, o bize asık yüzle bakar, nanik yapardı, sonra biz seslenirdik: - Faaazıl, pabucu yarıııım, çık dışarıyaa oynayalıııım. Öfkelenir, annesini çağırırdı, annesi, “ Çekilin bakayım sizi gidi arsızlar sizi, terbiyesini bozmasanıza benim prensimin ” diye bizi kovalardı bakımlı bahçelerinden. Sonraki yıllarda o da sokağa, bizlerin arasına karıştı, karıştı dediysem uzakta durup bizi seyretti sadece. En güzel bisiklet onundu, kimseyi bindirmez, zaten kendi de doğru dürüst binemezdi. Onun topu hep pırıl pırıldı. Hiçkimseyle oynamaz, zinhar oynatmaz, hep koltuğunun altında tutardı. Biz  “sokak çocukları ” ise çılgınca eğlenirdik o bize bakarken, yarım saati 1 liraya bisiklet kiralardık köşedeki tamirciden. Öbür köşedeki bo...

Kubbede kaybolmuş sesler

Sultan İkinci Abdülhamit (*) Yıldız Sarayının bahçesine küçük bir tiyatro yaptırmak istediğinde buna en çok sevinenler, çocukları, özellikle de Şadiye ve Ayşe olmuştu. Öyle ya, onlar diğer kız çocukları gibi ne gezip tozup dışarılarda vakit geçirebilir ne de büyükleri tarafından Direklerarasında , Beyoğlunda şurada burada kurulan tiyatrolara götürülürlerdi. Onların tek işi, sarayda özel eğitmenler tarafından eğitilmek, büyüklerinin yanında hanım hanımcık oturmak ve tümüyle boş kalan zamanlarında ise Dolmabahçe Sarayının Bahçesinde koşup oynamaktı. Sonunda tiyatro tamamlandı (**). Yıllar içinde Yıldız Saray Tiyatrosunda ne oyunlar oynandı ne oyunlar (***). Aslında kızları muhterem pederleri Sultan İkinci Abdulhamit ’in tiyatroya gelmesini ve oyunları izlemesini pek de istemezlerdi. Çünkü o geldiğine başta oyunun aktörleri olmak üzere müzisyenlerde ve hatta herkeste bir gerginlik, bir tedirginlik oluşurdu. Sultan Abdülhamit ’in kimi oyunlarda, trajik sahneler için oyunu yönete...

Portre: Melih Gökçek

Melih Gökçe k  (Biz  İ 'sini kullanmayalım da   Emin Çölaşan, Metin Uca  meslektaşlarımıza olduğu gibi astronomik tazminatlara kurban gitmeyelim!) tam 3 dönemdir Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve şimdi 4. döneme talip. Bunu kendisi, “ Belediyecilik, yapılarak ögrenilen bir iş, okulu yok, 3 dönem bu işi yaptım, hala öğrendim diyemiyorum, bu yüzden bir döneme daha talibim ”  diye izah ediyor.  Aslında onu siz de çok iyi tanıyorsunuz,  “Kuğulu Parkı kuşa çevirme” , Türkiye'nin yüz akı “ Ortadoğu Teknik Üniversitesi arazisini yok etme”  gibi düşmanca! girişimlerine tanık oldunuz. Başkentin havasını,  sözde yardım için fakir fukaraya usulsüz dağıttığı kömürle nasıl  zehirlediğini , başkentlileri  Kızılırmak' tan şip şak getirtiverdiği arsenikli suya nasıl  mahkum ettiğine tanıklık ettiniz . Peki şöyle biraz daha geriye gidip, Gökçek son 3 dönemde başkan olarak Ankara'da neler denemiş? Neleri başarmış? Nelerde yanılmış? Bir ha...

TAHTA BAVUL

O yıllarda başka çeşit bavul yoktu ki... Annesi Zennnure Hanım, günler öncesinden hazırlamaya başlamıştı bavulunu. İç çamaşırları, çoraplar, çarşıdan yeni alınmış beş kadar beyaz gömlek, kasabanın terzisine yünlü kumaştan diktirdikleri üç siyah pantolon... Başka ne mi vardı bavulda? Dört beş kalıp Hacı Şakir sabunu , iki küçük yüz havlusu, bir büyük hamam havlusu... Neyse işte, 60’lı yıllarda  Erzincan ’ın  Ilıç ’ından (*) kalkıp Ankara ’nın Maarif Kolejine (**) yatılı okumaya gidecek erkek çocuğunun yanına başka ne verilirdi ki? Annesi günlerce ağlamış ama sonunda kadere razı olmuştu: - Ne yapalım? Hasretlik olacak ama okuyup adam olacak oğlum. Buralarda doğru düzgün okul mu var. Yüce Allahım korusun benim ilk göz ağrımı... Sonunda delikanlı, bir kasabalıya emanet edilip, istikameti başkent  Ankara olan   Şark Ekspresi ne daha doğrusu “ kara tren ”e bindirilmişti. Kasabanın küçük garında tenbih üstüne tenbihle: - Bak sakın ola ki yabancılarla konuşma...

Dünyanın en güzel tablosu

O küçücük tablo, yıllardır duvarımızda asılıdır. Evet bence dünyanın en güzel tablosudur o. Çoook eskilerden, bilemediğim anımsamadığım zamanlardan kalmadır. Rahmetli anneme birisi armağan etmiş. Ressamı kimdir? Dur bakayım, büyüteçle bile imzası okunmuyor ki.. Bir  p  harfi görüyorum ve onu takip eden üstü noktalı bir  a , sonraki harfler  l  mi  y  mi belli değil... İster misiniz zamanının en ünlülerinden olsun bu ressam? Avrupalı olduğu kesin, hangi dönem acaba? Portreyi  kanvasa değil, kontraplak parçasına yapmış. Acaba çerçevesini de kendi mi oymuştu? Toprağı bol olsun, çoktan veda etmiştir dünyaya… Satacak değilim ya, adını bilmesem de çok seviyorum ressamın fırçasını.  Evet, dünyanın en güzel tablosu, duvarımda yıllardır öylece asılı durur. Üstelik o esrarlı hali beni hiç mi hiç rahatsız etmez… Eğer esrarı ortadan kalksa, ressamının kim olduğunu öğrensem, hatta resmettiği kadının kimliğini, güzelim tablomun büyüsü kaybolmaz mı? Eeee...

Bankalar, kan emiciler!

Aşırı mı geldi? Abarttım diye mi düşündünüz? Hayır, aynen öyle, hatta fazlası. Neden diyorsanız buyrun size bir gerçek hikaye: Bir tanıdığım var, ismi lazım değil. İki yıl öncesine kadar iyi ücretlerle özel sektörde çalışırken,  malum, iktidar partisi çok başarılı! ya, (hani ülke dev bir şantiyeye dönüştü breh breh breh) , işsiz kaldı... -“E, ne olacak? Çoğumuz bu durumdayız, ya da hepimizin bu durumda yakınları, tanıdıkları var”  diyorsunuz duyuyorum. Durun durun, işte ben de onların halini ya da gelecekteki hallerini anlatmaya çalışıyorum size. Evet işsiz kaldı. Olağanüstü çaba göstermekle birlikte,(55 yaşında oluşu da etkendi) , tam iki yıl boyunca iş bulamadı. Peki ölsün mü? Tabii yaşasın, ama nasıl? Devam eden hayat demek, harcama demek... Yani kira, evin-mutfağın günlük masrafı, çocukların, eşin (çalışıyor ama memur maaşları malum) harcamaları. Eh, gelsin  borçlanma ... Bankalar bol keseden kredi dağıtıyor, hatta “ sıfır faizli ihtiyaç kredisi”  açıyor y...

AMİRALİN KARISI

O meşhur deyimle herşey “ film şeridi ” gibi aklından geçti bir anda...Yıllar önce çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisiyken çıktığı yaz tatilini, gittikleri küçük kasabada tanıştığı o yakışıklı deniz teğmenine ‘ ay çarpmış” gibi aşık oluşunu. Bu aşk uğruna üniversiteyi bile terk edişini... Evlenmelerini, çocuklarının büyüyüşünü. Aşık olduğu adamın bitmek tükenmek bilmez tayinleri sırasında aylar, hatta seneler boyu ayrı kalışlarını... Genç teğmenin yıllar içinde kendini nasıl geliştirdiğini, aldığı yurt içi ve dışı eğitimlerle beynini nasıl zenginleştirdiğini... Zamanla saçlarına düşen akların onu nasıl daha yakışıklı kıldığını... Parlak mesleki başarılarını, geçen zaman içinde mesleğinde hızla yükselişini, en sonuna amiralliğe tırmanışını... Katıldıkları davetlerde ilgi odağı oluşlarını, sohbetlerde herkesin  “ amiral ne söyleyecek ?” diye onun ağzına bakışını. Bitmek tükenmek bilmeyen çalışma, araştırma, uygulama azmini... Dünya meselelerine “ aydınlık ” bakı...

MASUMİYET MÜZESİNDE AŞK

Kitap Kulübümüzde önerildi Orhan Pamuk ’un son kitabı, “ Masumiyet Müzesi .” Ooo, o kadar sevindim ki bu kitabın seçilmesine. Günlerdir haftalardır duyuyor, izliyorduk kitabı içeren haberleri, yayınları. Çünkü Orhan Pamuk , Masumiyet Müzesi 'ni yayınlamadan önce başarılı bir tanıtım taktiği uyguladı, güncel basına (ve nedense magazin sayfalarına bile!) verdiği çok sayıda söyleşi ile kitabını okuyucuya fena halde merak ettirdi. Merak edilmez mi? Aşk... Yaşayan herkes için, aslında (beş duyusuyla tam anlamıyla yaşayan herkes) demek daha doğru olur, aşk bir varoluş sebebi (raison d'être) öyle değil mi? Hele Orhan Pamuk, verdiği bütün söyleşilerde eğer “ aşkın anlamı tam olarak nedir? Kitabımda buna yanıt aradım”  demeye getirdiyse (*) herkesin kitapçılara koşup raflara dizi dizi sıralanmış olan kitaptan birer tane edinmesi gerekmez miydi sizce de? Hele benim gibiler, bir tane ile de kalmadılar, geçmiş olsun ziyaretlerinden, Büyükada buluşmalarına, ev hayırlamalarına, bayram...

HANIMELİ APARTMANI

Eskiden, çok eskiden hani, bizim çocukluk yıllarımızın sonbaharları nasıldı? Havaların soğumaya yüz tuttuğu günlerde bir kamyon ya da hatta bir at arabası dayanırdı küçük apartmanın önündeki dar sokağa. Kamyon damperini kaldırır, ya da at arabasından kürekle sokağa indiriliverirdi kömür. Gelen kok kömürü ise büyük olasılıkla, evin beyinin nüfus kağıdının arka sayfasındaki "1 tonluk alım izni" kullanılmış olurdu. Devlet memurlarına böyle bir hak tanınmıştı çünkü. Hanımeli Apartmanının kapıcısı İsmail Efendi ile kömürün geldiği 5 nolu dairede oturan Servet Bey, ellerinde birer kürek, sokağı kazıyarak kömürü en fazla bir saatte el arabasına yükleyip, arka bahçedeki kömürlüğe çekiverirlerdi. Asfalta sürtünüp duran küreklerin çıkardığı ses, sonbahar sokaklarının en akılda kalan efekti değil miydi? Bir de, okul çıkışı çantalarını bir kenara fırlatıp sokakta yakantop oynayan çocukların neşeli çığlıkları... Evin hanımı hala güneşli ama epeyce serinlemiş öğleden sonralarda, iki oda ...

KÜLLENEN AŞKIM SİGARA

Nasıl başlamıştı tanışıklığımız?  Cumartesi günleri henüz tatil edilmemişti, yarım gün çalışılırdı, ben ilkokulda mıydım? Nasıl  sevinçli dönerdim eve. Yarım gün de olsa Cumartesi, sonra da Pazar tatildi ya... Radyoda Eyfel'den Müzik programı başlardı, kusursuz klarnetten süzülen Petite Fleur 'ün melodileri sarardı salonu.  https://youtu.be/QGHgT--OsAA Bir de babamın yaktığı sigaranın dumanı... Yenice sigarası... Küçük, yassı karton kutuda 20 yassı sigara, fitresiz. Kibritin çakılışı, o müthiş sülfür kokusu ve sigaranın halkalanan masmavi dumanı. Arka bahçede sigara kaçamağında yakalanıp, Naciye Teyzeden (Sağlam)  azar işitmiştik de “ delice öksürten, gözlerden şıpır şıpır yaş getirten zehir... Bu mu yahu sigara? ” Diye pişman olmamış mıydık? Bayramlarda, misafir odasındaki büfeye sigara paketleri dizilirdi.   Yaka sigarası kahverengi paketlerde, yassı yassı...  Gelincik  sigarası hanımlar içindi. Küçük karton kutunun ...