Bu Blogda Ara

Pazar, Eylül 05, 2010

FUAT BEYİN ÖLÜMÜ






Kahverengi ağaç tabut kapağı açılmış,kenarda duruyordu. Kardeşi ve oğlu birlikte indirdiler onu aşağıya, mezarın karanlık dibine. Kefeninde bile küçülüp kaldığı, hatta kuruyuverdiği nasıl da anlaşılıyordu. Tak, takkk... Beton kapaklar kapatılıverdi, toprağın kürek kürek üstüne atılmasındaydı sıra şimdi, o da bir kaç dakika sürdü. Toprak atıldıkça taze mezar tümsekleniyordu. Toprak yağan yağmurlarla akmasın diye kenarlara taşlar dizildi, en üste camideki törene gelen iki çelenk yatırıldı. "Özgen Ailesi" ve "Küçükesat Pasajı Esnafı"nın gönderdiği çelenklerin karanfilleri solmaya yüz tutmuştu. İmamın mırıldandığı Arapça -Türkçe dualar duyuluyordu:

-Onu kabir azabından soru yarabbim.

Cenazeye katılan çocuklar ürperdiler, biri annesine sordu:

-Fuat dedem yalnız kaldı ama karanlıka anne?

Annesi gözyaşlarını başındaki örtünün ucuyla siliyordu, cevap vermedi.
Bu kadardı işte... İkindi namazı sonrasınraki cenaze töreni yarım saatte tamamlanıvermişti. Fuat Beyin adı kalabalık dağılırkenki sohbetlerin odak noktasıydı, zaman zaman kahkahalar da duyuldu:

-Bu Beşiktaş beni öldürecek dememiş miydi rahmetli?

Sahi, Fuat Bey yaşıyor muydu peki? Yoksa bir takım beklentiler, istekler, hesaplar, hırslardan uzaklaşalı beri yarı ölmüş gibi miydi?  Pasajın içerlek köşesindeki dükkanının tek süsü olan begonyayı sulamayı bile unutur olmamış mıydı? Ya kedisi? Arada bir ona getirdiği ödül bisküvileri iyice seyrekleştirmiş, ayağına sürünüp geçen kocaman sarı kuyruklu kedisini artık okşamaz olmuştu. Geçenlerde dükkan komşusu sormuştu da nasıl isteksiz cevap vermişti: 

-Fuat yahu, ne bu halin? Ne tavla oynamak istersin? Ne kebapçıya gidelim dersin... Ne bu halin böyle, dikişler mi yoğun? Moralin mi bozuk? Beşiktaş'tan beter oldun ha.
-Amaan be Kerim, şu söylediklerin de laf mı? Dikiş diktiren mi kaldı? Hep tadilat. Paça  kısalt, omuz daralt. Hepsi bu. Tavlayı boşver. Kebap mebap da istemiyor canım. Bak, hanım bugün kızarmış patatesle köfte koymuştu bir çatal bile almadan açıp kapattım kutuyu, hadi al şu ekmeği, birer lokma yiyelim bari. 

Çay da söylemişler ama Fuat Bey lokmaları ağzında evirip çevirip zor bela yutabilmişti. Herşeye karşı bir isteksizlik duyuyordu içinde. Birden karnının sağ tarafına keskin bir sancı saplanmış, nefessiz kalmıştı. Ayağa kalkmak istedi, onu da başaramadı.
Pasaj komşuları bir alt sokaktaki hasanenin acil servisine götürdüler Fuat Beyi. Tetkikler, tahliller, ultrasonografi, pet scanner derken sonrası çorap söküğü gibi geldi, teşhis konmuştu: LENFOMA.
Acil servis kapısından girdiği hastanede 15 gün kaldı Fuat Bey, radyosu hep elinin altındaydı, iki kişilik odada yatıyordu. Zaman zaman oda komşusu Kars eşrafından Hayati Beyle sohbet ederlerdi, tedavisi henüz kesinleştirilmemişti:

-Hayati Bey yahu, hastane insanda iştah filan bırakmıyor. Hanım buranın yemeklerini beğense de benim canım istemiyor. Eve çıksak da diyorum hanıma, et suyuyla güzel meyaneli bir mercimek çorbası yapsan...

Hayati Bey de şikayetçiydi hastane yemeklerinden. Ah, neredeydi o nar gibi kızarmış güzelim kaz eti? Ya tandırda pişerken kazın yağının damladığı o mis gibi bulgur pilavı?
Fuat Beyi iki hafta sonra taburcu ettiler doktorlar, tedavisi bir kaç tetkik daha yapıldıktan ve biopsi sonucu alındıktan sonra kesinleşecekti.
İkinci kattaki evinin merdivenleri gözünde büyümüş, bitmek tükenmek bilmez gibi gelmişti Fuat Beye, oğulları iki kez mola verdirdiler taşıdıkları beyaz plastik sandalyede oturtup dinlendirerek.
Evde sadece iki gün kalabildi, meyaneli mercimek çorbasından bir kaç kaşık içebildi ancak. Kanaryasının ötüşü bile tatsızlaşmıştı sanki. Afrika menekşeleri saksıda boynu bükük duruyordu, radyoda nihavend çalsa bile dinlemek istemiyordu. 

İşte o gündü... O son gün... Ev komşularla dolup taşıyorduı. Fuat Beyin kızının çalıştığı okul kıymalı pide yaptırıp göndermişti akşamüstü, ayran da vardı kutularda, plastik tabaklarda dağıtıldı akşam yemeği, mutfaktan kavrulan un helvasının kokusu dağılıyordu. Hamarat hanımlar didinip duruyordu cenaze evine gelenleri ağırlamak için. Fuat Beyin 44 numara parlak siyah deriden makosenleri çoktan apartman kapısının önüne bırakılmıştı.

Sevim Hanım bir kez daha anlatıyordu uzak akrabaları Hayriye Hanıma: 
 
-Bir lokma ekmeğe biraz tereyağı bal sürdüm yesin diye. Çiğneyemedi bile doğru dürüst, takma dişleri bollaşmıştı ya, öylece yuttu. Tuvalete gideceğim diye tutturdu, götürdük, sonra yavaşca uzandı kanapeye Bir baktım tuhaf bir ses geldi, sanki hıçkırık tutmuş gibi. Bir kez daha...İşte o kadar, sizlere ömür...Donuklaştı o masmavi gözleri, baktım nefes almıyor. Komşuyu çağırdık. Baktım komşu, eliyle gözlerini kapadı, kanapeden yere indirdiler Fuatımı, çenesini bağladılar. Yapmayın dedim, o sevmez... İnanır mısın boncuk çevresinden hiç ayrılmadı, koklayıp durdu ayaklarını... Bakar mısın? Kedisi bile inanamadı ölümüne...

Gözünden yaşlar süzüldü Sevim Hanımın anlatırken. Komşular koşturup bir kağıt mendil tututurdular eline, kolonya sürdü biri şakaklarına.
"Ah ah nur içinde yatsın" sesleri duyuldu salondan...Erkekler kendileri için hazırlanan sofraya buyur edildi.

28 Nisan 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...