Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Küvette Bir Kırmızı Gül

Şu Covit 19 denen menhus salgın bizi evlere hapsetti ya, alacağı olsun... E, ne yapalım? Teslim olacak değiliz. Kitaplığı alt üst ediyorum, yazarları büyüteç altına alıp, kitapları kelimelerine kadar inip analiz etme çabasındayım. Vaktimiz nasıl olsa bütün bunları yapabilecek kadar bol. Eskiden olsa öyle miydi ya? - Alo, ne var ne yok? -Ne olsun, kitap var elimde -E koy onu şimdi kenara, çok iyi bir film gelmiş, alıyorum biletleri, kalk gidelim... Hemen ayağa fırlayıp evden çıkmalar, koşa koşa 14.00 seansına yetişme çabaları, filmi izledikten sonra bir yerde oturup, kahve-çay eşliğinde film üzerine tartışmalar... Bununla da bitmiyordu doğal olarak. Düşünsenize, “ salgın hayatımıza girmeden önce ” sokakta yapacak ne çok işimiz vardı.  -A, beyaz peynir bitmiş, çıkıp alayım, sonra da Ayşe ye uğrarım, biraz laflarız. Kış da kapıda, şöyle sıcak tutacak kadife bir sabahlık mı alsam? Tunalı’ya da ne zamandır çıkmamıştım, birbirinin kopyası AVMler  insanı deli ediyor,...

Zarif bir hanımefendi Dânâ (Dana) Noyan...

O zerafet timsali hanımefendiyi gençlik yıllarımda tanımıştım, onun şen şakrak kahkahaları ile renklenen muhabbetimiz yılllarca devam etti. Dânâ Noyan aslında diş hekimiydi fakat anlattığına göre çok kısa bir süre Ereğli ’de (Demir Çelik fabrikasında mıydı yoksa?)  görev yaptıktan sonra “ diplomasını duvara asıp, ” evlenip,  Ankara ’ya yerleşmişti. Son derece şık giyinen, dikiş nakışını kendi yapan, örgüleriyle ünlü, unutulmaz sofraları hep konuşulan bu güzel kadın, tanıştığımız sırada, gazetemizin Müessese Müdürlüğünü yürütüyordu. Güneri Civaoğlu ’nun (*) Genel Yayın Müdürlüğünde tirajı 1 milyon aşan, ünlü yazarlarının vurucu makaleleriyle etkili olan muhafazakar  gazete   Tercüman (**) 80’li yıllarda basın sektöründe büyük atak yapmıştı. Civaoğlu “ özel haber ”e çok değer verdiği için farklı görüşlerden gelen gazetecileri el üstünde tutar, iyi koşullarda çalışmalarını sağlardı. Anadolu Ajansı nın en yeni muhabiri, asgari ücretle çalışan bana, dört kat maaşla Te...

İstifa üzerine notlar...

-Ülke ekonomisinin sorumluluğunu üstlenmiş bir Damat! Pardon Bakan ( Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ) Instagram hesabından istifa ettiğini duyuruyor... SAATLER GEÇİYOR SESSİZLİK -Aynı anda resmî Twitter hesabı kapalı, ne kendisine, ne bürokratlarına ulaşılamıyor. SESSİZLİK -Amiral Gemisi (!) dahil, ana akım medya sus pus... SESSİZLİK -Bakanın istifa açıklaması korkunç imla hatalarıyla dolu... Acaba doğru mu bu istifa olayı? Yoksa hesap hacklendi mi? SESSİZLİK Peki bir devlet adamının kamuoyuna açıklama yaparken “ At izi it izine karıştı ” cümlesini kullanması, hele hele bizlere “ ümmet ” diye hitap etmesi nasıl değerlendirilebilir? SESSİZLİK -Muhalif TV’lerde yayınlar yapılıyor ama körün fili tanımlaması gibi... Konuşmacılar kem küm etmekte! Acaba haber doğru mu? Bir dönem AKP hükümetinde ekonomi görev alan, şimdi CHP ’de milletvekili Abdüllatif Şener ’e bağlanıyorlar: - Efendim sizde bilgi var mı? -Hayır bilgim yok, ben de sizi izliyordum...  Bir kahkaha kopuyor bizim evde...

İlk Manşet!

İmzalı ilk manşetimdi 4 Haziran 1981 tarihli Tercüman gazetesinin 1. Sayfasındaki Turgut Özal Röportaj ı.  Gazetenin taşra baskılarında imzam Nursen Alev diye yayınlanmış, sonra düzeltilip Nursun Alev’ e çevrilmişti. Yani evlenmemiştim henüz. Bizler için bir efsane olan istihbarat şefimiz Erkan Yiğit demişti ki: - Üzülme Nursun’cum bu editörler, sayfa sekreterleri biraz ukaladır. Her şeyin doğrusunu onlar bilir. Bir keresinde dünyaca ünlü kemancı Yehudi Menuhin İstanbul’da konser vermişti, yıkılmıştı salon alkıştan... Bu haber nasıl girdi gazeteye biliyor musun? Musevi Menuhin’in Aya İrini’deki konseri muhteşemdi... Bizim sekreter aklı sıra Yehudi Menuhin demek kabalık olur diye tutmuş haber metninden Yehudi’leri çıkarıp, Musevi Menuhin yapmış adamcağızın adını...  Sonraki yıl evlendiğimde  istihbarat şefim Kemal Işık ’a sormuştum,  -“ İmzamı acaba Nursun Alev Erel yapsak olmaz mı? ” Diye...  O da dedi ki:  - Yok yahu, o da Yahya Kemal Beyat...

Naftalinin boğucu kokusu!

Anneme hayret ederdim, nedense naftalin kokusunu severdi.  Oysa benim için naftalin demek, yünlü kumaştan paltoların, mantoların, elbiselerin, el örgüsü kazakların kısaca kışın giyilecek ne varsa tümünün sandıktan çıkarılıp, örtülerinden sıyrılıp, naftalinlerinin silkelenip, temizlenip, ütülendiği, gardroba asıldığı günler demekti. O “kış seferberliği ” sırasında ev günlerce naftalin kokardı. Uyumaya çalışırken naftalin, ders çalışırken naftalin, yemek yerken naftalin... İmdaat diye bağırmak gelirdi içimden çünkü, o koku bende boğulma hissi yaratırdı Bir keresinde okulla birlikte Ankara’nın Sıhhiye   Semtindeki demiryolunun tam kıyısına kurulu Hava Gazı Fabrikasına gitmiştik. Göğe uzanan, tam bir hayaleti andıran simsiyah silindirin kapısından içine girdiğimizde gördüğüm devasa boşluktan nasıl da ürkmüştüm. Dev silindirin iç duvarlarını kocaman bir çember gibi çevreleyen bembeyaz naftalin kalıntılarını görüp, o heryeri saran berbat kokuyu duymak nasıl da  mid...

19 Numaralı Oda

Küçücük iki çocuğu karşısına alıp ne söylemişti acaba? - Ben sizi çok sevsem de, artık buralarda kalamam. Şu anda anlayamazsınız  ama benim için önemli sebepler var ve buradan gitmek zorundayım... John ve küçük kız kardeşi, kendilerini terk eden annelerinin ardından öylece bakıp kalmış mıydı? Bavulundaki tek kitap taslağı ve yanına aldığı oğlu  Peter  (3. Çocuğu) ile Londra’ya , yeni bir yaşama yelken açan Doris Lessing (*) acaba hiç gözyaşı dökmüş müydü? Nobel’li yazar için, ölümünden yıllar sonra bile acımasızca tekrar tekrar gündeme getirilen bu soruya şimdi kim yanıt verebilir?  Bilmem? Doğrusunu sadece kendisi anlatabilirdi sanırım. Ama o aramızdan ayrılalı çok oldu. Üstelik günlükleri “ mühürlü ” idi, hayattaki son çocuğu da ölmeden asla yayınlanmayacaktı.(**)   Belki günün birinde öğrenebiliriz Lessing’in herkesten gizlediği duygularını... Bu soruyu bizler neden tekrar tekrar kafamızda seslendirip duruyoruz? Niye merak edip duruyoruz bunları, yazarın ...

Ölülerden özür dilenmez, Bekir Coşkun’dan da

“ Bekir Coşkun gitti, huzura kavuştu”  desem, onu deli gibi seven eşi Andree bana çok mu kızar acaba? Tabii o da anlıyordur benim aslında ne demek istediğimi.  Bu dünya pek çoğumuz  için bir cendere değil mi aslında? Bekir Coşkun ’u konuşalım mesela... Bu kadar mı sevilir bir yazar? Bu kadar mı okunur? Bu kadar mı kıvrak bir kalemi vardır? Ha, bütün bu özellikleri yanında bir yazar bu kadar mı halkının, ülkesinin çıkarlarını savunur? İlericiliği, doğruculuğu, dürüstlüğü ile bilinir?  -Peki bu özellikleri ile ülkenin en  önde gelen yazarı sıfatını taşıyan yazarın başı acaba göklere mi erer? Bir eli yağda bir eli balda mı yaşar? -Yoooo... Nerdeeee!!! Tam tersine, oradan oraya sürülür, kimi zaman işsizliğe, kimi zaman kıt kanaat geçineceği maaşlara talim ettirilir, zaten kendisi bu durumu yazı başlığı ile iki kelimede özetleyivermiştir,   Onuncu Köy ... Sıkıntılı süreç sonunda kansere davetiye çıkarır ve yaşama kısa sürede  elveda der Bekir Coşkun ....

Sodom ve Gomorra ile imtihanım!!!

Siyasetteki kısırdöngünün karamsarlığından biraz uzaklaşmak isterseniz, gelin kitaplar arasında kaybolalım.  Gerçi o da kolay değil, örneğin her elime alışta başa dönmek gibi bir durum hasıl oldu  Proust’un Sodom ve Gomorra ’sını okurken. İkide birde sözlüklere başvurmak, “Google’ı açıp kapamaktan yalama etmek” de cabasıydı bu okuma maratonunun. Proust Ustanın toprağı bol olsun da,  “ yazarlar anlaşılmamak için mi yazarlar? ” Diye bir soru dönüp durdu hep kafamda. Daha önce kitap kulübümüzde  “ Swann’ların Tarafı ”nı okumuştuk, ama heyecanımı yitirmeden tamamlayabilmiştim  onu... Aslında Marcel Proust ’un “Kayıp Zamanın İzinde” dizisinin parçasıydı ustanın yaşamının son 17 yılını verdiği bu kitaplar... 3 bin sayfa, 1 milyon 250 bin sözcükten oluşan 7 kitap... Demet Hanımın evindeki tatlı sohbetimiz saatlerce sürmüştü... Aklımda kaldığına göre, hiçbirimiz kendimizi kitaba o kadar da verememiştik.  Bakıyorum da ben de Proust’u  okumaya bir o kadar eme...

Keriman Hanımın böreği

Yaşadıklarımız o anda ne kadar keyif verirse versin, “ elimizden kayıp gittiğinde, ” yani artık ulaşılmaz olduğunda öylesine artırıyor ki değerini, anlatılamaz. Ah gençliğimiz, o güzel sofralar, muhabbet, büyüklerden kalbimize sıcacık akan karşılıksız sevgi... E, şimdi yok ki Keçiören ’deki o ev, Cihannüma mı denirdi çepeçevre camlı, hoş manzaralı, ferah salonlara? Neydi o güzelim bahçe, hele de alt sınırına çit yerine dikilmiş bembeyaz zambaklar... Sanki birazdan Keriman Hanım  (*) bahçe kapısında elinde bakır siniyle görünecek: - Kuzum, haydi bakalım, çay da demlendi, soğutmayalım böreği Diyecek . Fırından yeni çıkmış sinideki, dumanı tüten, nar gibi kızarmış börek acaba pırasalı mı? Yok yok, peynirli pazılı yapmıştır Keriman Hanım . Belli ki sabah saatlerini mutfağında böreğin iç harcını ve hamurunu hazırlamakla geçirmiş, misafir kapıyı çaldığında siniyi fırına sürüp, çayı demlemiştir... İşte börek o börek... Yıllar geçti Keriman Hanımı görmeyeli... Kızının, Emine ’nin (**) ...