O zerafet timsali hanımefendiyi gençlik yıllarımda tanımıştım, onun şen şakrak kahkahaları ile renklenen muhabbetimiz yılllarca devam etti.
Dânâ Noyan aslında diş hekimiydi fakat anlattığına göre çok kısa bir süre Ereğli’de (Demir Çelik fabrikasında mıydı yoksa?) görev yaptıktan sonra “diplomasını duvara asıp,” evlenip, Ankara’ya yerleşmişti. Son derece şık giyinen, dikiş nakışını kendi yapan, örgüleriyle ünlü, unutulmaz sofraları hep konuşulan bu güzel kadın, tanıştığımız sırada, gazetemizin Müessese Müdürlüğünü yürütüyordu.
Güneri Civaoğlu’nun (*) Genel Yayın Müdürlüğünde tirajı 1 milyon aşan, ünlü yazarlarının vurucu makaleleriyle etkili olan muhafazakar gazete Tercüman (**) 80’li yıllarda basın sektöründe büyük atak yapmıştı. Civaoğlu “özel haber”e çok değer verdiği için farklı görüşlerden gelen gazetecileri el üstünde tutar, iyi koşullarda çalışmalarını sağlardı. Anadolu Ajansının en yeni muhabiri, asgari ücretle çalışan bana, dört kat maaşla Tercüman’dan teklif gelince “hayatta okumadığım” bu gazeteye geçmekte çok tereddüt etmiştim ama Barış Kaşıkçı:
-Gazetecilikte imza sahibi olacaksın, sen boşver siyasi duruşunu, Güneri Bey için haber çok önemlidir... Mutlaka kabul etmelisin
Deyince, Tunus Caddesindeki büroda (Nur Batur’la birlikte) çalışmaya başladık. Bence büromuz o yılların “en güzel gazete bürosu”ydu. Muhabirlerin ve istihbarat şeflerinin birlikte çalıştıkları salonumuz Büyük Ankara Otelinin Havuzuna bakardı. Yaz aylarında havuz çevresindeki şezlongların pek çok ünlü ziyaretçisi olur, Güneri Bey Ankara’ya geldiğinde randevularını otelde verirdi. Ne yazık ki çok değerli meslektaşımız ve çalışma arkadaşımız Mevlüt Işık da otelin lobisinde korkunç bir suikaste (***) kurban gitti. Salonun diğer ucundaki pencereler ise Rus Ticari Ataşeliğinin küçük koruluğunu görüyordu.
Binamızın girişinde sol tarafındaki bahçe içindeki villayı bir ara mafya lideri İnci Baba (****) kiralamıştı. Leopar yavrusu hatta ceylan beslediğini gözlerimle görmüştüm. Birgün oğlum Ali’yi iş çıkışı ana okulundan almıştım, kestirmeden otobüs durağına ulaşmak için, İnci Babanın bahçesinden geçelim dedim fakat yarı yolda aklıma leoparlar geldi, ‘Ya bize saldırırlarsa?” Diye ecel teri döktüm, koşarak geçtik bahçeden.
Büromuzun her yerini süsleyen makramelerle tavana asılı saksılar Dânâ Noyan’ın el emeğiydi. O güzelim süs bitkileri stresli çalışma saatlerimizi renklendirirdi. Dânâ Noyan onca hobisinin yanında Ankara’da defalarca “briç şampiyonu” olmayı başarmış, Türkiye çapında da dereceler almıştı. Bir gün bana “arkadaşlarını ikna et, size briç öğreteyim” dedi ama kimse istekli olmayınca vazgeçtik. Çekişmeli tavla partilerimiz ise Ankara’da da Bodrum’da da keyifle devam etti. Bir sohbetimizde anlatmıştı:
-Biliyor musun? Bana bir şarkı yazılmıştı.
-Aman ne güzel. Hangi şarkı?
-Pek sayılmaz, daha doğrusu şarkı güzel olabilir ama sözleri çok sitemkar, baksana:
Sevmeyeceksin sevmeyeceksin
Rüzgarlarin önünde
Kuru bir yaprak gibi
Sürüklenecek sürükleneceksin
Sefkat nedir ask nedir
Ömrünce bunu bilmeyeceksin
Rüzgarlarin önünde
Kuru bir yaprak gibi
Sürüklenecek sürükleneceksin
Belli ki güftekar Dr. Doğan Işıksaçan bu sözleri, aşkına karşılık alamadığı için yazmış, Kamuran Yarkın notaya dökmüş. Şarkı enfes ama, haksızlık etmemiş mi Dânâ Hanıma?
Bir keresinde (1989) yılbaşı yaklaşırken, Ankara Büromuzdaki bir grup arkadaşımıza imkan doğdu, Uludağ’a gidilecekti... Fakat, Dilek Akerdem’le birlikte aldı mı bizi bir düşünce:
-Yahu tam da kayak mevsimi, iyi peki Uludağ’a gidince hoca tutar, ders mers alırız da, doğru düzgün kıyafetimiz yok ki, neyle kayacağız?
Dânâ Noyan bizi duymuştu:
-Aa, hiç düşünmeyin, benim kıyafetlerim ne güne duruyor? Yarın hepsini getiriyorum.
Ertesi gün gelen son moda kayak takımlarını, hele benim ayağıma tam gelen tilki kürkünden apreskilerin güzelliğini unutamam, bütün şıklığımızla Uludağ’a gidip, düşe kalka kahkahalara boğulduğumuz kayak denemelerini, oğlum Mehmet’in diş çıkarırken yeni yeni emeklediği (7 aylıktı) gecelerde bize uykuyu haram edişini de. Orada da haberciliği bırakmamıştık, bir bakanla (Yusuf Bozkurt Özal) karşılaşıp yaptığımız röportajın bandını çözerken, Mehmet daktiloya asılıp duruyordu.
Yıllar içinde Dânâ Hanımla dostluğumuz hep sürdü. Bir ara Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in danışmanı idim. Dânâ Noyan da ekipteydi. O yılları, Ali Bilge ile kaleme aldığımız “Tansu Çiller’in Siyaset Romanı”nda anlattık, hala bulunuyor kitapçılarda. Dânâ Hanımın Tansu Hanımla ilgili gözlemleri, anekdotları ise bende saklı kaldı.
Dânâ Hanım’la bir gün Bodrum’da sohbet ederken:
-A, bak sana ne göstereceğim. Şu sayfalara bakar mısın? Nazlı’nın (Ilıcak) benim için 13 yaşındayken yazdığı şiir...
Gözlerime inanamadım, “Nazlı Çavuşoğlu” imzalı, uyaklı şiir Dânâ Hanımı çok iyi anlatıyordu. Resmini de çektim:
Geçen zamanda Dânâ Hanım zerafetini hiç yitirmedi ama şen kahkahası soldu sanki. Olayları, isimleri hatırlamakta zorluk çektiği anlaşılıyordu.
Onu yitirdiğimizi öğrendiğimde ne kadar üzüldüm... İlk aklıma gelen, kendisine yazılan şarkı oldu ama ben onun sözlerini değiştirdim:
“Rüzgarla sürüklenip aramızdan bir yaprak gibi ayrıldınız belki ama şefkati de aşkı da umarım gittiğiniz yerde bulmuşsunuzdur sevgili Dânâ Hanım”
(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Terc%C3%BCman_(gazete)
(**) https://www.biyografi.info/kisi/guneri-civaoglu
(***) https://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/192/sayfa/1988/6/2/10.xhtml
(****) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Nabi_%C4%B0nciler
Nursun sevgili ortak müthiş bir yazı olmuş , kalemine belleğine üslubuna sağlık. Dana Hanım'a bir seferlerinde evine birlikte gitmiştik. Dana Noyan'ın zarafetine tanık olmuştum. Ama öncesinde kısa süren danışmanlığımızda, minik çatışmalarımızın olduğunu hatırlıyorum. Yakın tarihte nice tanıklıkları olan Dana Hanımı selamlıyorum sevgilerimi gönderiyorum. Toprağı bol olsun. Senin onu yazmak suretiyle hatırlatmanı da, yazının zarafetini de selamlıyorum. ali bilge
YanıtlaSil