Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ecevit’i son görüş... Son röportaj!

Bülent Ecevit ile olan randevumuzu öylesine,  olağan bir notmuş gibi  çiziktirivermişim ajandama! Oysa eski Başbakanla “son röportaj ” bana aittir. Mesleğimin unutulmazlarındandır...  Önce, 2006 yılının 17 Mayıs sabahına gidelim...  Yeğenim Begüm ’le birlikte  “ önemli bir aile kutlaması ” için yarım gün izinliydim, bir kaç saat sonra, Ecevit röportajı için gazeteye dönüp hazırlanacaktım, İzmir Caddes indeki terzimize gidiyorduk, orada bulunan (Şimdi yerinde YSK var) Danıştay Binasının önünde çok sayıda canlı yayın aracını ve meslektaşlarımı görünce anladım ki, bir şeyler oluyor... Meğer Danıştay baskına uğramış, hatta bir hakim öldürülmüş... (*) Aceleyle, büyük telaş içinde gazeteye döndüm, benim randevumun saati yaklaşmıştı, teybimi, not defterimi hazırladım, foto muhabirim Tarık Bakıcı ile  yola çıktık.  O günler bilmem aklınızda mı?  Ecevit , giderek bozulan sağlığına, hatta düşünme ve karar alma yetisindeki gerilemeye karşın Başbakanlığı ...

Araba devrildi!

Yaşadığımız ortamı ileride, ( tabii salgın bizi es geçer de sağ kalırsak!)   nasıl anımsayacağız? Tam bir zincire vurulma hali. Hepimizin gözleri önünde yaşanan bir cinnet ... At izinin it izine karıştığı bir arena ... Hangisi uyarsa...  Kimileri “ seçim kararı alınsın ” diyor, ama unuttunuz mu?  AKP hükümeti son girdiği seçimde allem edip kalem etmesine, her türü katakulliyi yapıp sonuçları değiştirme çabasına karşın 11 ili kaybetmedi mi? (*) -Ayol seçimi kaybettin, çekilsene kenara? -Yoooook, olmaaaaaaaz, benim sözlüğümde çekilmek yoktur! Ve bir oyun sahneye konuldu, hepimiz seyirci koltuklarına zorla oturtulduk, şimdi bize dayatılan oyunu ağzımız bir karış açık, sadece! seyrediyoruz... Ne mi oluyor? -Oooooo ne olmuyor ki? Acaba devleti bir aile kabul edersek, tarihimizde bu ailenin fertlerinin sille tokat birbirine düştüğü hiç görülmüş müydü?  İşte yaşanan bu... Artık araba devrildi! Devletin tepesinin muhalif belediyelere duyduğu k...

Bana her şey seni hatırlatıyor!

  Faşistlerin 14 ortak metodu: Siyaset Kuramcısı Lawrence W. Britt’in dünyanın nam salmış faşistleri üzerindeki incelemesine bir bakalım... Bu beylerin ( iyi ki aralarında tek bir kadın bile yok!) faşizme giden yolda, 14 ilkeyi izlediklerini ortaya koymuş... Acaba bunlar size tanıdık geliyor mu? 1-Güçlü milliyetçilik vurgusu... 2-İnsan Haklarını törpüleme 3-Halkı düşmanlaştırma, kutuplaştırma 4-Askeri harcamalara, her türlü savaş ve çatışmaya odaklanma 5-Kadınlara ayrımcılık 6-Kitle iletişiminin mutlak kontrolü 7-Milli Güvenliğin tehlikede olduğu saplantısı 8-Devleti dinle kucaklaştırma 9-Büyük şirketleri yüceltme, kollama 10-Çalışana ve emeğe baskı 11-Aydını ve sanatı dışlama 12-Suçu ve cezalandırmayı sabit fikre dönüştürme 13-Yolsuzluğa, ahbap çavuş ilişkilerine yönelme 14-Hileli seçimler -Bunlar size tanıdık geliyor mu? -Efendim? - “Yaaa, çok iyi biliyorum ve içinde yaşıyorum ama söyleyemiyorum ” dediniz değil mi? -Ah sessiz kalın, yormayın kendinizi, zaten herkes aynı durumda...

Kınalı-ojeli parmakları görelim

Yaşananları hayretle izlerken pek çok “olamaz ” dediğimiz olayın “ bal gibi oldurulduğuna!” tanık olmadık mı? Elbette, İstanbul Sözleşmesi denen güvencemizin kaldırılmasından söz ediyorum. Nedir o? Diyorsanız, maddeleri şurada dursun, sözleşmenin adı bile bunu özetliyor. * -Peki canlarım, arkadaşlarım, dostlarım, bacılarım, ablalarım, kız kardeşlerim, komşularım, bu -ben yaptım oldu-  yaklaşımının aslında  “bizleri yok saydığının” farkında değil misiniz? -Neden?  Diye soruyorsanız, ben de size, “ toplumun yarısını oluşturduğumuzu ve bu gücümüzün hafife alınmaması gerektiğini” söylüyorum: - Ayol, bir kararname ile bizi ve haklarımızı koruyan bu kararnameyi feshedebiliyorlarsa, biz de ojeli-kınalı  parmaklarımızın bir fiskesi ile onları seçimde bal gibi değiştiremez miyiz?  Bakın size bir önerim var, gelin, altın günü yerine bir sohbet günleri düzenleyip (aman ha! Covit’e karşı, maskeli, birer ikişer kişiyle...) gelişmeleri konuşalım mı? Zaten altının yanına ...

SOSYAL MEDYA ÇUKURU

Bugün sanal alemdeki paylaşımlar üzerine biraz dertleşmek istiyorum sevgili dostlar.  Aslında üzülecek çok şey vardı, Berkin Elvan ’ın 7 yıldır kara topraklarda yatışı başta olmak üzere... Bu nefret tohumlarını nasıl saçtılar toplumumuza? Nasıl yeşertip dal budak sardırdılar?  -Annesini yuhalatmak nasıl bir acımasızlık,  öyle değil mi yahu? (*) Berkin Çocuk büyüseydi, annesi okul başarılarına sevinseydi, kırmızı bir yelek örüp giydirseydi oğluna, sizin neyiniz eksilirdi? Bunca yıldır vicdanınız hiç mi sızlamadı acaba? İşte dün  Berkin ’le ilgili paylaşımlara bakarken farkettim... Anlamsız bir nefret yerleşmiş kimi insanların yüreğine... Adeta taşlaşmışlar.  -Yeter yahu, bu çocukla alıp veremediğiniz nedir? Çocuk gitti, annesini yuhalattınız, hala yüreğiniz soğumadı mı? Bir de “tembihle” gidip ablasını neden gözaltına aldınız o zaman? —————- Benim Berkin sonrası, paylaşımlar yoluyla uğradığım hakarete ne demeli!  El işlerine meraklı olduğumu arkadaşlarım bi...

Geçmişimizle yüzleşebilsek parti kapatma huyundan vazgeçer miyiz?

Bilmem kaçıncı kez bir partinin kapatılması gündemde... HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş çoktandır hapiste, partinin pek çok yöneticisi ve seçilmiş belediye başkanı da... Hapse giren başkanlar yerine hooop bir kayyım atanıyor tamam... Kürt lider Seyit Rıza ’nın idamının yıldönümünde de   Dersim odağında,  Kürt Sorunu kemikleşmiş kutupların tartışmalarını yeniden alevlendirmişti. Acaba bu kutuplaşma bizi nereye götürür? Havanda su dövülerek çözüme ulaşılabilir mi? The New Anatolian gazetesinde haftalık röportajlar yaptığım sırada AKP Hükümeti, “ açılım süreci ”ni başlatıyordu. Bölgeye gidip, Kürt Sorunu üzerine gözlemlerde bulunup, incelemeler röportajlar yapmıştım. Gazetedeki bu geniş yayın daha sonra kitaba da dönüştü.  Yıllardır konuşulan, onbinlerce cana mal olan ama  “ bir arpa boyu bile yol alınamayan ” bu konu,  bence toplumumuzun kutuplaşmasında ve ileriye yol alamamasında  en önemli etken...  Soruna inatla “ takım tutar gibi yaklaşm...

Okuma yazmayı unuttuk!

-Bilmem size de “ ö” geldi mi? Şu “kovit musibeti ”nin hepimizi evde esir tuttuğu günlerde ne yapacağımızı şaşırmadık mı?  - Günlük işler bitti mi? Sıra gelsin sinek avlamaya...  -Yahu bu kış günü sinek de yok ki! -Canım o sözün gelişi,  çoğumuzun başvurduğu “yaşamda oyalanma yöntemleri”nden söz ediyorum, şu akıllı telefonu elden düşürebiliyor muyuz mesela? Ya da evde o beyaz cam gece gündüz açık değil mi? Evet, akıllı telefonumdaki mecraları bir bir tararım her gün... İşte Twitter yine içimi kararttı, küçücük kızının yanında, sokakta karısını yere yatırıp tekme tokat döven adamın görüntüleri... Hem de kadınlar günü arefesinde! Facebook daki mesajlara baktım, doğum günü olan arkadaşlarıma emojiden pasta gönderdim, Instagram kıraati de bitti, reel izle dur... Mübarek sistem iyi hoş da blog veya link paylaşımına izin vermiyor... Neymiş? Bilmem kaç binden fazla takipçin olacakmış...  Sıra Whatsapp mesajlarında... Önce kişisel olanlar, sonra grupla...

Bir oğlum oldu, beni büyüttü

Kaç “ 1 Mart vardır”  yaşamında insanın? Bilmem, yetmiş mi? Seksen mi? Ama biri vardır ki unutulmaz... Her yıl daha da güzelleştirir yaşamı. Benim 1 Martlarımdan söz ediyorum. Yani oğlum  Ali ’nin dünyaya geldiği  1 Mart ı anımsayarak. Doğmadan önce bir kere görmüştüm onu, odamdaki çekmecedeydi. Çekmeceyi bir açıyorum  Ali ... Rüyaymış meğer, ama o kadar gerçek ki, ismini çoktan koymuşuz  Ali ’nin, “ Bizimkiler gibi zor gelmesin dile kulağa”  demişiz, doğdu, bir baktım, aynı o çekmecedeki  Ali ... Önceleri ağlayan bir sesti, doymayan bir ağız. Sonra büyüdü biraz, özel bir dil geliştirdik aramızda. Öyle bir dildi ki, sadece ikimiz konuşabiliyorduk. Daha da büyüdüğünde arkadaş olduk, yarenlik ettik, dünyayı tanımaya çabalıyorduk birlikte, arada dertleşiyorduk, beni ne çok güldürürdü...  Üzüldüğümüz de olurdu bazen, neyse ki hemen  bulurduk teselli sözcüklerini. Kavga etmedik mi? Çoook... Bilmem ki, kavga  etmese miydik? Kimler biliyor peki...

CUMANIZ MÜBAREK OLSUN!

Geçenlerde bir gecemizi heyecan, hayranlık duygusu ve ne yazık ki epey de hayıflanarak  geçirdik... Şu Perseverance ’tan (sebatkar-gayretli demekmiş!) söz ediyorum.  Hani, bizden fersah fersah uzaktaki Mars ’a tam 7.5 aydır yol alıyordu da, keşfedilmemiş, “ havasız mı susuz mu ” tam bilinmeyen, engebeli, kıpkırmızı topraklara “ şıp ” diye konuveren Perseveranc e’tan. (*) Onun Mars’a yumuşak inişini kıskançlık, pişmanlık, hayret, saygıyla karışık hayranlıkla izliyorduk... NASA ’nın sözcüleri (çoğu da kadındı,) teknik ekip üyeleri ile yapılan röportajları izledikçe gözlerime yaş doldu... Gülümseme o bilimin aydınlığı ile pırıl pırıl parlayan gururlu yüzlere nasıl da yakışmıştı. -Zavallı ülkemiz Diye düşündüm... Bu ortak sevinçten, başarıdan, gururdan ne kadar uzak...  Liderler bırakın aydınlığa, bilime kafa yormayı, kafa yorana destek çıkmayı, birbirinin gözünü oymacada...  Kötü söz, küfür, hakaret, beddua kıyamet gibi, havalarda uçuyor... Trilyonlar boşa savruluyor h...

Kara Delik mi yuttu?

13 şehit haberlerini okuyoruz, paylaşımlara bakıyoruz, savrulmalar yaşıyoruz... Öğreniyoruz ki bu 13 vatandaş, 6 yıldır PKK elinde rehin. Aralarında asker, sivil, polis memuru ve MİT mensubu olanlar var. Nedense (!) Malatya Valisinin açıklamasıyla isimleri ( MİT görevlileri hariç!) açıklanıyor. Peki: -Bu insanlar kara delik tarafından mı yutulmuştu? -Neden bugüne kadar kayıp olduklarından haberimiz olmadı? -Ailelerinin “6 yıldır uğraştık ama kayıplarımızın duyurusunu bile yapamadık. Kamuoyunda, basında sesimizi duyuramadık” yakınması neden tam 6 yıldır yankı bulmadı? -Ya polis memuru Vedat Kaya? PKK tarafından 6 yıl önce rehin alınmış, sonra açığa alınmış, sonra bir KHK ile meslekten ihraç edilmiş...  -Ya şimdi? -Tam 6 yıl sonra Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü tarafından “şehidimizin kanı yerde bırakılmayacak” diye duyuruluyor şehadeti... Oysa aileler 6 yıldır başvurmadık kapı bırakmamışlar ama sonuç alamamışlar, herkese ama herkese başvurmuşlar, hatta Cumhurbaşkanına bile... Çarey...

Sevgililer günü kanaviçesi

 Gecenin bir vakti aklıma geldi: -Yarın sevgililer günü, bir resim bulsam da hesaplarıma koysam... Evet, düşündüm, nasıl bir resim koysam? Uçuşan kalpler mi bulsam, çoook eskilere gidip, el ele göz göze bir resim mi arasam? Ama şimdi bizim için değil, “ aşkın kendisi ”ne ilişkin resim arıyorum...  -Aaa işte bak o en sevdiğim kanaviçe... Tamam, bunu kullanayım... O kanaviçedeki tarih 1993 ... Cumhuriyet gazetesindeyim o zamanlar... Cüneyt Arcayürek şefliğinde, müthiş yoran ama tatmin açısından rüya gibi bir çalışma ortamındayız. Ben onca işten fırsat bulduğumda, evde de işler tamamsa, - hani sofradan kalkmışız, çocuklar ödev yapıyor, çayı demlemişim, biz sohbetteyiz- işte gecenin en güzel saatleri, hadi kanaviçeni de al eline... diyorum kendi kendime. Gerçekten de kanaviçe işlemek en sevdiğim işlerdendi... Hayata dair anlatmak istediklerime, rengarenk ipliklerle bir yol bulurdum sanki... İşte o kanaviçenin ipliklerini, sevgili arkadaşım, meslektaşım Lale Sarıibharimoğlu (*)...

Anneden gazeteci olur mu?

ABD’nin, Başkan Bush aracılığı ile Irak lideri Saddam ’a “suyumu bulandırıyorsun! ” Dediği günlerdi...  -Eh, sözde müttefikin yanında ezeli-ebedi komşunun lafı mı olur?  Bizimkiler  de hemen ABD’nin dümen suyuna girdiler. Oysa  Bülent Ecevit ’in “ gazeteci kimliği ” ile Bağdat ’ gidip Saddam ’la görüşüp, kapsamlı söyleşisini  Milliyet ’te (*) yayınladığı sayfalar tam bir ders niteliğindeydi. Dinleyen var mıydı ki? Ok yaydan çıkacaktı yakında. “Saddam yönetimi kimyasal silah üretiyormuş. Bunlar öyle silahlarmış ki, taaaa Bağdat’tan ateşlense, Ankara’ya kadar ulaşabilirmiş...” tarzında haberler yapılmaya başlandı. Hele Hürriyet , krokilerle süslü uydurma manşetleriyle başı çekiyordu. Oysa pek çok batılı, hatta Amerikalı uzman (**)   Birleşmiş Milletler ’e kimyasal silah iddiasının doğru olmadığını kanıtlayan raporlar sunmuştu. Ama ABD kafaya koymuştu bir kere... Devirecekti Saddam’ı.  Yıllar sonra İngiliz Başbakan Tony Blair ’den gelen, “ Bağdat’ta g...