Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Hocam Türkkaya Ataöv

Hocam  Türkkaya Ataöv (*)  üniversite yıllarımın unutulmazlarındandı... Yıllar sonra kitap fuarında rastladığımda hiç değişmediğini görmek ne hoştu. Yine papyonlu, koyu renk takım elbiseliydi, oturduk, biraz sohbet ettik,  birbirinden değerli kitaplarını aldım, imzalattım,  o kadar ilginçti ki imzalayış tarzı... Renkli kalemlerle çiçekli bir vazo çiziverdi, sonra da imzasını attı. Düşünüyorum da, insanı bugünkü hayat çizgisine, yaşam boyu süren başarısına, ulaştığı inanılmaz entellektüel düzeye getiren nedir? Ailesi mi? Aldığı eğitim mi? Arkadaşları mı?  Yoksa onu “koyun sürüleri gibi yaşayan diğer insanlardan farklı kılan ”, kendi yetenekleri, duyuşu, dehası mı? Aslında “ arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim ” derler değil mi? Kitabının ilk sayfasında ithafta bulunduğu isimlere ve yazdıklarına bakar mısınız: “ On-bir  yaşımdan bu yana birlikte olduğum, yerleri doldurulamaz, aklımdan hiç çıkmayan, çok sayıda sınıf arkadaşlarımdan, amcası eşsiz...

Mehmet’imle “Kayıp Zamanın İzinde...”

Bilmem Marcel Proust “ Kayıp Zamanın İzinde ” koşuyor mu hala? Ya da bir tek o muydu kayıp zaman koşucusu? Ooo ben bu konuda rakip tanımam, maraton koşarım, hem de kimbilir kaç tur bindiririm ona... Öyle çok ki, yakalamaya, değiştirmeye çabaladığım zamanlar.   İşte aradığım, peşinde koştuğum zamanlardan biri, 13 Nisan 2002, elimden kayıp gitti, yakalayamadım... Türkiye bilmem kaçıncı ekonomik krizini yaşıyordu da, yeni ekonomik paket açıklanacaktı hani... Ben de zamanı durdurup fotoğrafını çekmeye çalışanlardan biriydim... Fotoğraf çekilecek, rötuşlanıp Türk halkına sunulacaktı: - Bakın, işte sizi iyileştirecek, bütün dertlerinizi yok edecek ekonomik paket... Bundan böyle maaşınız enflasyona yenik düşmeyecek, ev sahibiniz insafa gelip artık kiranızı artırmayacak, evinizde cilalı yepyeni mobilyalar pırıl pırıl parlayacak, mutfakta bonfilenin en alası pişecek... Yok canım, tam da öyle değildi aslında... Politikacılar hele de ABD’den bulup getirileni (*) “ Türk...

Nerde o şampanya tepsileri?

Anadolu Ajansı nda mesleğe başladığım yıllardı, sabahları bir heves koşardım  İbrahim Çıngay’ın yönettiği büroya... İşlerin biraz durulduğu anlarda Çıngay bir sohbet başlatır, hayranlık duyduğum kıdemli gazeteciler pası alır, neler neler anlatırlardı... Ağzım açık dinlerdim...  O günlerin unutulmaz isimlerinden biri genel müdür Atilla Onuk , diğeri iç haberleri yöneten Ajlan Akıncı idi. Atilla Bey için, kendi yazdığı abartılı bir haberle Başbakan olduğu yıllarda Süleyman Demirel ’e “ masaya yumruk attırdığı ” efsanesi dolaşıyordu.  Ajlan Bey ise şık giyim kuşamı, muhabirlere mesafeli ama nazik yaklaşımı ile hepimizi etkiler, habere objektif bakışı, liberal tutumu ile saygı uyandırırdı.  Biz Ümit Zileli ile birlikte Ajansın en yenileri, daha doğrusu “ çömez ” muhabirleriydik. İç Haberler Müdürü İbrahim   Çıngay’ın redaksiyon yeteneğine hayrandım, bir kelimeyi değiştirir, bir virgülü kaldırır, farklı bir başlık koyar, metni bambaşka bir hale sokardı. Yaz...

Avni Lifij

Şu Corona salgınına “ bardağın yarısı boş mu dolu mu?” Diye baksanız neler düşünürdünüz?  Mesela, okumaya bir türlü zaman ayıramadığınız kitaplar mı var elinizde? Ne güzel, çok sevindim.  Durun bakayım, benim aklıma gelenler hangileri?  Çocukluğumun o unutulmaz dergileri,” Çocuk Haftası ”... Henüz okuma yazma bilmiyordum, annemle babam, ağabeyim Mehmet Alev’i dergiye abone etmişlerdi, o evde yokken elime alır, saatlerce içindeki resimlere bakardım... Okumayı söktüğümde daha keyifli hale geldi Çocuk Haftası... Yıldırım Kaptan nasıl da uçarak yetişir, kötüleri yok ederdi. Kemalettin Tuğcu ’nun o hüzünlü öykülerini   tekrar tekrar okuduğumda bile boğazıma bir şeyler tıkanır, yutkunamazdım...  İki oda bir saloncuk evimizin en renkli ve içine girdiğimde hemencecik kayboluverdiğim dünyasıydı köşedeki kitaplık. Babam formika kaplamadan yaptırmış, eve ilk getirdiğinde en üst rafa ansiklopedileri dizmişti, Ticaret Ansiklopedisi, Türkiye Ansiklop...

Seni Uzaktan Sevmek

Kim ne derse desin, bu Corona salgını hepimizi öylesine ürküttü ki, korkudan öleceğiz vallahi, hem de öylesine  korkuyoruz, var mı ötesi? -“ Ecel geldi cihane, Corona virüsü  bahane” Diyorsunuz, duydum, duydum, ama öyle değil işte... Benim en büyük korkum ne biliyor musunuz? Son dakikalarımı, nefes alamadan, boğulur gibi geçirmek... Covit 19’a (*) maruz kalıp, günlerce sürünüp, sonunda kurtulanlardan duyduk. Oksijenin yetmediği, akciğerlerin sertleşip, temiz havaya adeta set  çektiği  bir kabusla, günlerce yüz yüze kalmışlar. Tam bir işkence. Ha, bir de benden daha hassas durumdaki eşime geçer korkusunu yaşıyorum aslında, çünkü ameliyat  geçirdi ve henüz 1 ay oldu hastaneden kurtulalı. Eh işte bu korkuyla yaşayan insan ne yapar? Anlatayım... Günlerdir dışarı çıkmıyoruz, esasen yiyecek konusunda tedbiri elden hiç bırakmazdık. Örneğin yazdan hazırladığımız yiyeceklerimiz vardı, dolmalık biberleri ipe dizip güneşte  kurutmuş, buzlukta enginar, b...

Ah, kimselerin vakti yok

Gülten Akın dememiş miydi? “Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı Bakıp  kapatıyorlar”  Hep bu ilk sözleri yırtıp aldılar şiirinizden, devamını görmek istemediler bile Gülten Hanımcığım, sabırları yoktu, kalmamıştı. İnsanların kabalığı, hoyratlığı, benbenciliği, ilgisizliği tam da böyle bir şeydi... Gülümsemek şurada dursun, yüzümüze bile bakmadılar.Keşke sizi tanıyabilseydim, dertleşebilseydik karşılıklı...  Sizi düşünerek ördüğüm bir danteli getirmeliydim, köpüklü bir kahve yapsaydım, dünya halinden konuşsaydık...Olamadı, gittiniz buralardan, yarım yamalak okuduğumuz  şiirleriniz kaldı. Ah Gülten Hanım, bir bilseniz bugünkü dünya nasıl acımasız... İlk yaz Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Kalın fırçalarını kullanarak geçi...

Corona... Dünyanın sonu mu yoksa?

Yahu ne felaketmiş  şu eve tıkılıp kalmak? Zaman zaman; - “ Yok canım, bu bir kabus, bal gibi kabus, gerçek olamaz, nasılsa uyanırım yakında” Diyorum kendi kendime,  ama binlerce, milyonlarca insan, ya da  tüm dünyalılar aynı anda, aynı kabusun bir parçası olabilir mi? Düşünüyorum da, acaba bugüne kadar buna benzer bir durum yaşamış mıydık hiç? - Hımmm bir düşüneyim bakayım...  Bir kere nüfus sayımları vardı, o Pazar günü itirazsız sabahtan akşama değin sokağa çıkmak yasaktı. Ne saçma uygulamaydı, neyse ki sonunda vazgeçtiler. -Peki başka? -Bunun dışında galiba 12 Eylül Döneminin Sıkıyönetimlerce ilan edilen  sokağa çıkma yasakları vardı...  “İkinci bir emre kadar sokağa çıkılması yasaklanmıştır...”  anonsları filan.... Ama dur, bir dakika, onlar galiba hep gece 24.00 itibarıyla yürürlüğe giriyordu öyle  değil mi? Gençlik yıllarımızın en güzel günleriydi de çok takmazdık ama, şu ”mecbur olmak” var ya...   Diyelim ki arkadaşlarla bul...