Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Rio’da Türk Rüzgarı (2)

Feyzan ve Mehmet’e Taunay'ın fırçasından şelale Rio ’daki gezimiz devam ediyor... Tijuca ormanındaydık... Yürüdüğümüz patikalarda kelebekler uçuyor, renklerine bayılıyorum. Sağ tarafta muz ağaçları var, Dörtyol ’daki evimizde de muz ağaçları vardı ama nedense pembe pembe çiçekler açtığına hiç tanık olmamıştım. Ormanın kendine özgü kuş, böcek seslerine bir yenisi eklendi, bir yerlerden su sesi geliyor ve aniden bütün görkemi ile Taunay şelalesi çıkıveriyor karşımıza: - Aman Tanrım, bu nasıl bir güzellik? Taunay Şelalesi Taunay  (*) bir Fransız ressam... 1800’lerde gelip yerleşmiş Brezilya ’ya... Her tarafı karış karış gezip Tijuca Ormanının tepesindeki bu şelalenin yakınında yaşamaya karar kılmış ve evini buraya kurmuş. Yaptığı resimlerle şelaleyi ve ormanı ölümsüzleştirmiş... Sonra da Brezilyalılar şelaleyi onun adıyla “Taunay ” diye anmaya başlamışlar... Dağın tepelerinden akıp gelen tonlarca suyun döküldüğü kayalar, cilalanmışcasına pırıl pırıl ...

RIO DE JANEIRO'DA TÜRK RÜZGARI (1)

Sevgili Feyzan ve Mehmet'e Rio ’ya gitmek aklımın ucundan bile geçmezken, Feyzan’ın büyük sürprizi ile kendimi bir anda Copacabana’ya bakan bir otel odasında buluverdim. Copacabana Plajı Saatler süren yolculuktan, Sao Paolo ’da sıkıcı mı sıkıcı bir duraklamadan, üstelik de yeniden bavul al-ver telaşından (*) nefes alamaz duruma gelmiştik... Odanın penceresinden görülen manzara müthişti... Copacabana kumsalını gündüz gibi aydınlatan dev projektörler öyle nefes kesici bir güzelliği gözönüne seriyordu ki, yorgunluğumuz uçtu gitti.... Sahile vuran dev dalgaların sesi,   sanki “ samba ritmi ”ndeydi, bu ninniyle hemen uykuya dalıp rüya bile gördüm... Rüyamda yemyeşil çimenlerde koştururken,   “nedense” karla kaplı   bir şeve girip, bu kez daha hızlı koşmaya başladım. Eriyen karlara bata çıka koşarken, ayaklarım sırılsıklam olup dondu... Uyandığımda farkettim klimanın odamızı buzhaneye döndürdüğünü... Sabah kahvaltıya indik, büfenin en gözalıcı yanı envai ...

Sevgi Horoz’un Sofrasında

Sevgi Horoz ’un sofrasında, lezzet, dostluk ve zerafetle sarılıp sarmalanmış o muhteşem davetteydik dün akşam... Bu güzelliği silinmemek üzere damağıma da anılarıma da not ettim.  O bizlere servis yaparken aklımdan neler neler geçti. Çocukluğunuzun sofralarını hatırlar mısınız? -" Kim unutur ki? " Dediniz değil mi? Kimi sabahlar  son anda hazırlanan ödeve, ütülenmesi unutulmuş beyaz gömleğe kafa yorulurken, alelacele beyaz peynirli-domatesli sandviçten bir ısırık alıp bir bardak soğuk sütü kafaya diktiğiniz sofralar... Seçim geceleri, radyonun saatbaşı ajansları heyecanla dinlenirken sabaha kadar salonda açık tutulan sofralar... Ailelerin ilk tanıştıkları akşam, beyaz gül buketinin özenle evin tek vazosuna yerleştirilip masanın başköşesine konulduğu  sofralar. Bakışlarınızın arasına hiçkimse giremezdi, gülümsemekten yanaklarınıza kramp girerdi hani... E, onlar çok geride kaldı artık... Hepsi sislerin arkasındaki çerçevelere takılı... Bugünlerin rengaren...

O MUTLU GÜN

Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi belki ama ben pek farkında değildim ... Çocukluk işte, nereden bilebilirdim ki hayat serüveninde hızla büyüyüp, yetişkinliğe, hatta daha ilerisine varıldığında, dertler de misliyle katlanırdı? - Neydi peki o yıllar öncesinde kalmış ama bugün bile gülümseten mutluluğun sebebi?  - Ah, hiç sorulur mu bu? Annesinin elini tutmuş yeşilliklerin ortasında yürüyen, üstelik de en güzel elbisesini giymiş çocuğa? Annemin işyeri Denizciler Caddesi ndeydi. Halamla birlikte onu ziyarete gitmiştik. Öğlen, bize Uludağ Kebabı ısmarlamıştı annem ( nedense kendisine getirtmemişti yine!) Çıtır çıtır kızarmış pide parçalarının üstüne serili, tereyağına bulanmış incecik döner yaprakları, mis gibi kokusuyla (tabağın kenarında biraz yoğurtla közlenmiş domates ve biber de vardı her zaman) önce ne kadar lezzetli görünür, ama bir iki çatal aldıktan sonra hemen doyururdu da ben artık asla bir lokma dahi alamazdım...  O yüzden mi “ ikiyüzelli gramlık kız ” diye se...

TCG Silivri

Yağmur bardaktan dökülürürcesine yağıyor, silecekler zor yetişiyor önümüzü görmemize. Silivr i’ye ulaşmamıza sadece dakikalar kaldı... Yolda hızla ilerlerken sağımızda solumuzda  sapsarı uzanan kolza ekili  tarlaları hayranlıkla izliyoruz -Geldik galiba -Burası cezaevinin girişi mi? Yani duruşma salonunun? -Nizamiye olsa gerek. -Peki şu dev cami inşaatı neyin nesi dersin? -Bilmem, tutuklular için desek, mümkün değil, özgür değiller ki gidip secdeye varsınlar... Olsa olsa savcılar, hakimler, gardiyanlar için filandır. -Zaten tutuklular özgür kalabilse ilk yapacakları iş  secdeye varmak mı olur sence? Yoksa şu gri tavanla sınırlanmadan ufuk çizgisine uzanabilen kolza tarlalarını seyredip,  tertemiz havayı soluyorak özgürlüğün tadını çıkartmak mı? Duruşma salonunun yetersiz park yerine arabamızı güç bela park edip iniyoruz, girişte de izdiham var. Çantalarımız, üstümüz başımız aranıyor, telefonlarımız teslim alınıyor. Duruşma salonuna giriyoruz. Saat henüz 09....

Gizli kalmış”, hazin bir aşk öyküsü

Bakın, şimdi  Mehveş Hanım la ilgili olarak size anlatacaklarım tam olarak doğru değil, bunu itiraf etmeliyim, nasıl söylesem? Aslında yarı fantastik bir anlatı... Ama aynı zamanda o kadar gerçek ki... Hele bir de sizinle karşı karşıya olabilseydik misafir odamda... Dantellerim pek güzeldir, çoğu sevgili halamın eseri. Ha, o mu? O küçük ceviz etajer de annemden kalmadır. Onun sevdiği “ şeyler ”i orada saklarım. Üstündeki şişeyi mi sordunuz?  Reve D’or ... (*) Bitmesin diye gözünün içine bakıyorum, çünkü annem öte dünyaya göçeli bir kaç yıl oldu, çok severdi bu kokuyu, sadece misafirliklerde kullanırdı, işte bunlar artakalan son damlalar. Korkarım artık üretilmiyor... Aslında, “ hem çayımızı yudumlayalım, hem de şu benim  macbook' dan  youtube' u açıp görüntü eşliğinde sohbet edelim ” diyecektim ama, malum,  Türk  halkı olarak cezalıyız(****)... Onun için büyükbabamın gramofonunu  çalıştırayım  önce, hemen geliyorum yanınıza... Aaaa sormadım ...

Bir rüzgar esti...

  Ne hoş, ey güzel Tanrım,  ne hoş.                       Mavilerde sefer etmek! Bir sahilden çözülüp gitmek Düşünceler gibi başıboş (*) Bu dizeler aklımdan geçerken, “yaşıyor olmak, ne hoş, nasıl  sevinçlerle dolu ve ne kadar güzel” diye düşündüm. Rüzgar, uzaklardan, ta uzaklardan bilinmedik kokular getirdi, sürülüp nadasa bırakılmış tarlaların, yağmurla ıslanmış otların kokusu muydu? Yoksa kurumaya yüz tutan lavantaların esintisi miydi beni böylesine mutlu eden... Kaybolmaya yüz tutmuş ışıklar o kadar güzeldi ki, dokunduğu an, rüzgarla salınan otları birer amber parçasına dönüştürüyordu. Ama zavallı bizler şehir ortamında, doğadan ne kadar uzaktaydık. Sonra  Nazım Hikmet ’i düşündüm, ‘ Yaşamak güzel şey be kardeşim ” demişti ya... Çektiği acıları, hapishane günlerini, karısına, hele biricik oğlu Mehmet’e duyduğu hasreti, sürgündeki yalnızlığını, Türkiye özlemini düşündüm... Yaşama bu kadar umutla bağlanışına...

New York Üçlemesi 3-Rüya mı bu? Çantam bulundu...

-Yupiiiiiiiiiiiiiiiii Bu neşeli  haykırış,  Manhattan ’ın göbeğindeki tüm gökdelenlerde yankılandı... E, kolay mı dostlar?  New York ’ta çanta kaybetmek ne demek? Felaket , hatta felaketin de ötesi demek. Pasaport, kimlikler, kredi kartları, biraz nakit para... Komik ama, “uğur getirir!” diye halamın koyduğu bir at kestanesi ve palamut... Hepsi çantada. -Peki çanta nasıl bulundu? -Anlatayım... Haşarı! gri çantam, küçücük, omuza asılan cinsten, uzun saplı ve gayet sıradan görünümlüydü. Mağazanın birinde bir ceket deneyip bırakmıştım. Ceketi denerken çantamı da askıdaki başka bir ceketin üstüne aksesuar gibi asmışım. Aynı anda da çantayı unutup çıkmışım mağazadan (dalgınlığım bilinir, ayrıca elde şemsiye, başka bir alış veriş çantası vs. var) Neyse işte, çantamı orada bıraktıktan saatler sonra, Central Parktan telaş içinde ayrılıp, filmi geriye sararak daha önce uğradığımız her yere tekrar girip baktık, yok, yok, yok… Evet artık çantadan ümidi kesmişken yaşasınnnnn...