Ana içeriğe atla

Kayıtlar

TCG Silivri

Yağmur bardaktan dökülürürcesine yağıyor, silecekler zor yetişiyor önümüzü görmemize. Silivr i’ye ulaşmamıza sadece dakikalar kaldı... Yolda hızla ilerlerken sağımızda solumuzda  sapsarı uzanan kolza ekili  tarlaları hayranlıkla izliyoruz -Geldik galiba -Burası cezaevinin girişi mi? Yani duruşma salonunun? -Nizamiye olsa gerek. -Peki şu dev cami inşaatı neyin nesi dersin? -Bilmem, tutuklular için desek, mümkün değil, özgür değiller ki gidip secdeye varsınlar... Olsa olsa savcılar, hakimler, gardiyanlar için filandır. -Zaten tutuklular özgür kalabilse ilk yapacakları iş  secdeye varmak mı olur sence? Yoksa şu gri tavanla sınırlanmadan ufuk çizgisine uzanabilen kolza tarlalarını seyredip,  tertemiz havayı soluyorak özgürlüğün tadını çıkartmak mı? Duruşma salonunun yetersiz park yerine arabamızı güç bela park edip iniyoruz, girişte de izdiham var. Çantalarımız, üstümüz başımız aranıyor, telefonlarımız teslim alınıyor. Duruşma salonuna giriyoruz. Saat henüz 09....

Gizli kalmış”, hazin bir aşk öyküsü

Bakın, şimdi  Mehveş Hanım la ilgili olarak size anlatacaklarım tam olarak doğru değil, bunu itiraf etmeliyim, nasıl söylesem? Aslında yarı fantastik bir anlatı... Ama aynı zamanda o kadar gerçek ki... Hele bir de sizinle karşı karşıya olabilseydik misafir odamda... Dantellerim pek güzeldir, çoğu sevgili halamın eseri. Ha, o mu? O küçük ceviz etajer de annemden kalmadır. Onun sevdiği “ şeyler ”i orada saklarım. Üstündeki şişeyi mi sordunuz?  Reve D’or ... (*) Bitmesin diye gözünün içine bakıyorum, çünkü annem öte dünyaya göçeli bir kaç yıl oldu, çok severdi bu kokuyu, sadece misafirliklerde kullanırdı, işte bunlar artakalan son damlalar. Korkarım artık üretilmiyor... Aslında, “ hem çayımızı yudumlayalım, hem de şu benim  macbook' dan  youtube' u açıp görüntü eşliğinde sohbet edelim ” diyecektim ama, malum,  Türk  halkı olarak cezalıyız(****)... Onun için büyükbabamın gramofonunu  çalıştırayım  önce, hemen geliyorum yanınıza... Aaaa sormadım ...

Bir rüzgar esti...

  Ne hoş, ey güzel Tanrım,  ne hoş.                       Mavilerde sefer etmek! Bir sahilden çözülüp gitmek Düşünceler gibi başıboş (*) Bu dizeler aklımdan geçerken, “yaşıyor olmak, ne hoş, nasıl  sevinçlerle dolu ve ne kadar güzel” diye düşündüm. Rüzgar, uzaklardan, ta uzaklardan bilinmedik kokular getirdi, sürülüp nadasa bırakılmış tarlaların, yağmurla ıslanmış otların kokusu muydu? Yoksa kurumaya yüz tutan lavantaların esintisi miydi beni böylesine mutlu eden... Kaybolmaya yüz tutmuş ışıklar o kadar güzeldi ki, dokunduğu an, rüzgarla salınan otları birer amber parçasına dönüştürüyordu. Ama zavallı bizler şehir ortamında, doğadan ne kadar uzaktaydık. Sonra  Nazım Hikmet ’i düşündüm, ‘ Yaşamak güzel şey be kardeşim ” demişti ya... Çektiği acıları, hapishane günlerini, karısına, hele biricik oğlu Mehmet’e duyduğu hasreti, sürgündeki yalnızlığını, Türkiye özlemini düşündüm... Yaşama bu kadar umutla bağlanışına...

New York Üçlemesi 3-Rüya mı bu? Çantam bulundu...

-Yupiiiiiiiiiiiiiiiii Bu neşeli  haykırış,  Manhattan ’ın göbeğindeki tüm gökdelenlerde yankılandı... E, kolay mı dostlar?  New York ’ta çanta kaybetmek ne demek? Felaket , hatta felaketin de ötesi demek. Pasaport, kimlikler, kredi kartları, biraz nakit para... Komik ama, “uğur getirir!” diye halamın koyduğu bir at kestanesi ve palamut... Hepsi çantada. -Peki çanta nasıl bulundu? -Anlatayım... Haşarı! gri çantam, küçücük, omuza asılan cinsten, uzun saplı ve gayet sıradan görünümlüydü. Mağazanın birinde bir ceket deneyip bırakmıştım. Ceketi denerken çantamı da askıdaki başka bir ceketin üstüne aksesuar gibi asmışım. Aynı anda da çantayı unutup çıkmışım mağazadan (dalgınlığım bilinir, ayrıca elde şemsiye, başka bir alış veriş çantası vs. var) Neyse işte, çantamı orada bıraktıktan saatler sonra, Central Parktan telaş içinde ayrılıp, filmi geriye sararak daha önce uğradığımız her yere tekrar girip baktık, yok, yok, yok… Evet artık çantadan ümidi kesmişken yaşasınnnnn...

New York Üçlemesi 2- Bu şehirde camlar nasıl silinir?

Ön not: Ne güzeldi eskiden seyahatlerimiz. Pandemi filan yoktu, hele hele  kur patlaması da yaşanmamıştı… Sizlerle o güzel  günleri paylaşayım istiyorum Pazar kahvenizi içerken. N.E. Bütün gece yağmur yağdı.  New York' a mahsus kesintisiz siren sesleri ise dün gece yoktu nedense. Jetlagı (*) atlatamayıp TV’lerde  ne kadar haber, dizi, talkshow varsa izledim. -Hay Allah, ne olacak bu Amerikanın hali?  New Yorklular da bu yüzden mi kendilerini viskiye vurdular acaba? Ne yağmurdu ama... Şemsiyeler gündüz de dayanmadı, kahvaltı için arkadaşlarımızla buluşmaya çıktık, bizim bir gün önce de takıldığımız kafeye gelecekler. Girip oturuyoruz. -Aaa aynı karı koca değil mi? -Evet dün de buradalardı (onlar da bizim için aynı şeyi düşünüyorlardır!) -Evet ama bu bizim burada geçireceğimiz topu topu son 72 saatten biri, oysa onlar belli ki buralı, baksana köpekleri ayaklarının dibinde. “Yaşlı çift yanyana kahvaltı ediyor. Ne var bunda diyeceksiniz?”  İkis...

New York Üçlemesi 1- Arka Sokaklar

Ön not: Ne güzeldi eskiden seyahatlerimiz. Pandemi filan yoktu, hele hele  kur patlaması da yaşanmamıştı… Sizlerle o güzel  günleri paylaşayım istiyorum Pazar kahvenizi içerken. N.E. O yaban elleri arşınlarken bana en cazip gelen nedir biliyor musun?  Arka sokaklar . Çöplerin toplanış tarzı bile ipucu sayılır...  Aklımdan öyle çok soru geçer ki... -Evsizler neden o sokağa kümelenmiş? -Şu pencerede gözüme ilişen gerçek miydi, yoksa hayal mi gördüm? -Toptan şapka dükkanları hiç perakende vermez mi? Ahhh, ama o şapka ne güzeldi. New York  ve özellikle  Manhattan  bu şaşırtıcı manzaralar açısından rakipsiz. Yolunuzu   uzatmak i çin girdiğiniz sokakların birinde tam karşındaki pencerede soyunan bir kadını görmek ne kadar şaşırtıcı:  -Aaaa gerçek mi bu? -Yok canım, o film yahu. -Ne filmi ya? Bal gibi gerçek, baksana soyunuyor kadın. -Aaaa evet, bak biri daha girdi içeri.   Bu tuhaflığın  hemen ardından, pencerenin geris...

Donup kaldık... (Bu olay dün saat 14.00’de Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesinde yaşandı)

Uzun süredir görmediğim bir arkadaşımla dün  Tunalı Hilmi Caddesinde  (*) buluştuk, sonra, öğle kalabalığının arasına karışıp yürüyerek, bir restorana gittik. Arkadaşım sigara içer (oysa önemli bir rahatsızlık geçirdi, yani yaşam ona bir şans daha tanıdı, ne mutlu... Keşke sigarayı bırakabilse!) o yüzden kaldırım kenarındaki bir masaya oturduk, garson geldi, menüleri elimizden alırken: -Seçebildiniz mi? -Evet, birer tavuk şnitzel alacağız, yanında ne veriyorsunuz? -Patates kızartması efendim. -Hardal da getirin. Sonra koyu bir sohbete daldık. Meslekte kimler ne yapıyor? Kimler iktidarın dümen suyunda refah içinde, kimler işsiz? Kulislerdeki son dedikodular... Laf lafı açtı, konuşup durduk. Bu sırada yanımızdan onlarca insan geçip gidiyor. Şık kadınlar, el ele aşıklar, iki dilenci, koşar adım yürüyen gençler... Yaşlıca, dökük kıyafetli bir adam sırtında koca bir çuvalla yürürken ayağı takılıp düştü, ama kimse yardım etmedi, çuvalı hala sırtında, zorla yanındaki park durum...