Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bir rüzgar esti...

  Ne hoş, ey güzel Tanrım,  ne hoş.                       Mavilerde sefer etmek! Bir sahilden çözülüp gitmek Düşünceler gibi başıboş (*) Bu dizeler aklımdan geçerken, “yaşıyor olmak, ne hoş, nasıl  sevinçlerle dolu ve ne kadar güzel” diye düşündüm. Rüzgar, uzaklardan, ta uzaklardan bilinmedik kokular getirdi, sürülüp nadasa bırakılmış tarlaların, yağmurla ıslanmış otların kokusu muydu? Yoksa kurumaya yüz tutan lavantaların esintisi miydi beni böylesine mutlu eden... Kaybolmaya yüz tutmuş ışıklar o kadar güzeldi ki, dokunduğu an, rüzgarla salınan otları birer amber parçasına dönüştürüyordu. Ama zavallı bizler şehir ortamında, doğadan ne kadar uzaktaydık. Sonra  Nazım Hikmet ’i düşündüm, ‘ Yaşamak güzel şey be kardeşim ” demişti ya... Çektiği acıları, hapishane günlerini, karısına, hele biricik oğlu Mehmet’e duyduğu hasreti, sürgündeki yalnızlığını, Türkiye özlemini düşündüm... Yaşama bu kadar umutla bağlanışına...

New York Üçlemesi 3-Rüya mı bu? Çantam bulundu...

-Yupiiiiiiiiiiiiiiiii Bu neşeli  haykırış,  Manhattan ’ın göbeğindeki tüm gökdelenlerde yankılandı... E, kolay mı dostlar?  New York ’ta çanta kaybetmek ne demek? Felaket , hatta felaketin de ötesi demek. Pasaport, kimlikler, kredi kartları, biraz nakit para... Komik ama, “uğur getirir!” diye halamın koyduğu bir at kestanesi ve palamut... Hepsi çantada. -Peki çanta nasıl bulundu? -Anlatayım... Haşarı! gri çantam, küçücük, omuza asılan cinsten, uzun saplı ve gayet sıradan görünümlüydü. Mağazanın birinde bir ceket deneyip bırakmıştım. Ceketi denerken çantamı da askıdaki başka bir ceketin üstüne aksesuar gibi asmışım. Aynı anda da çantayı unutup çıkmışım mağazadan (dalgınlığım bilinir, ayrıca elde şemsiye, başka bir alış veriş çantası vs. var) Neyse işte, çantamı orada bıraktıktan saatler sonra, Central Parktan telaş içinde ayrılıp, filmi geriye sararak daha önce uğradığımız her yere tekrar girip baktık, yok, yok, yok… Evet artık çantadan ümidi kesmişken yaşasınnnnn...

New York Üçlemesi 2- Bu şehirde camlar nasıl silinir?

Ön not: Ne güzeldi eskiden seyahatlerimiz. Pandemi filan yoktu, hele hele  kur patlaması da yaşanmamıştı… Sizlerle o güzel  günleri paylaşayım istiyorum Pazar kahvenizi içerken. N.E. Bütün gece yağmur yağdı.  New York' a mahsus kesintisiz siren sesleri ise dün gece yoktu nedense. Jetlagı (*) atlatamayıp TV’lerde  ne kadar haber, dizi, talkshow varsa izledim. -Hay Allah, ne olacak bu Amerikanın hali?  New Yorklular da bu yüzden mi kendilerini viskiye vurdular acaba? Ne yağmurdu ama... Şemsiyeler gündüz de dayanmadı, kahvaltı için arkadaşlarımızla buluşmaya çıktık, bizim bir gün önce de takıldığımız kafeye gelecekler. Girip oturuyoruz. -Aaa aynı karı koca değil mi? -Evet dün de buradalardı (onlar da bizim için aynı şeyi düşünüyorlardır!) -Evet ama bu bizim burada geçireceğimiz topu topu son 72 saatten biri, oysa onlar belli ki buralı, baksana köpekleri ayaklarının dibinde. “Yaşlı çift yanyana kahvaltı ediyor. Ne var bunda diyeceksiniz?”  İkis...

New York Üçlemesi 1- Arka Sokaklar

Ön not: Ne güzeldi eskiden seyahatlerimiz. Pandemi filan yoktu, hele hele  kur patlaması da yaşanmamıştı… Sizlerle o güzel  günleri paylaşayım istiyorum Pazar kahvenizi içerken. N.E. O yaban elleri arşınlarken bana en cazip gelen nedir biliyor musun?  Arka sokaklar . Çöplerin toplanış tarzı bile ipucu sayılır...  Aklımdan öyle çok soru geçer ki... -Evsizler neden o sokağa kümelenmiş? -Şu pencerede gözüme ilişen gerçek miydi, yoksa hayal mi gördüm? -Toptan şapka dükkanları hiç perakende vermez mi? Ahhh, ama o şapka ne güzeldi. New York  ve özellikle  Manhattan  bu şaşırtıcı manzaralar açısından rakipsiz. Yolunuzu   uzatmak i çin girdiğiniz sokakların birinde tam karşındaki pencerede soyunan bir kadını görmek ne kadar şaşırtıcı:  -Aaaa gerçek mi bu? -Yok canım, o film yahu. -Ne filmi ya? Bal gibi gerçek, baksana soyunuyor kadın. -Aaaa evet, bak biri daha girdi içeri.   Bu tuhaflığın  hemen ardından, pencerenin geris...

Donup kaldık... (Bu olay dün saat 14.00’de Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesinde yaşandı)

Uzun süredir görmediğim bir arkadaşımla dün  Tunalı Hilmi Caddesinde  (*) buluştuk, sonra, öğle kalabalığının arasına karışıp yürüyerek, bir restorana gittik. Arkadaşım sigara içer (oysa önemli bir rahatsızlık geçirdi, yani yaşam ona bir şans daha tanıdı, ne mutlu... Keşke sigarayı bırakabilse!) o yüzden kaldırım kenarındaki bir masaya oturduk, garson geldi, menüleri elimizden alırken: -Seçebildiniz mi? -Evet, birer tavuk şnitzel alacağız, yanında ne veriyorsunuz? -Patates kızartması efendim. -Hardal da getirin. Sonra koyu bir sohbete daldık. Meslekte kimler ne yapıyor? Kimler iktidarın dümen suyunda refah içinde, kimler işsiz? Kulislerdeki son dedikodular... Laf lafı açtı, konuşup durduk. Bu sırada yanımızdan onlarca insan geçip gidiyor. Şık kadınlar, el ele aşıklar, iki dilenci, koşar adım yürüyen gençler... Yaşlıca, dökük kıyafetli bir adam sırtında koca bir çuvalla yürürken ayağı takılıp düştü, ama kimse yardım etmedi, çuvalı hala sırtında, zorla yanındaki park durum...

Türküm, doğruyum, çalışkanım

Türküm, doğruyum, çalışkanım Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk!Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene! - Şimdi nereden çıkardın?  diyeceksiniz.  Yıllarca okulun ilk Pazartesileri, anlamını pek de düşünmeden bu sözleri tekrarlamadık mı hepimiz?  Dün uzunca bir süre  kuyrukta beklerken bu sözler kafamda çınladı durdu, düşündüm de: “Varlığımızı Türk varlığına armağan ettik, Türkiye’yi ileriye taşıyabildik mi?” - Ne kuyruğundaydın?   diyecekseniz, anlatayım.  Avrupa ve İngiltere vizelerinden daha beter Amerikan Büyükelçiliğinden vize almak. Önce telefonla iş yapan bir firmaya kredi kartınızla ödeme yapıp randevu alıyorsunuz. Diyelim ki size  Pazartesi günü, saat 09.00  randevusunu verdiler. Ondan sonra internette bir formu  online  doldurmanız ge...

Sen neymişsin be abla, pardon abi!?

Onu biiiin yıl kadar önce mahallemizde tanımıştık, bizim sokağın en güzel, en beyaz hem de şömineli evinde otururlardı,  annesi sokağa çıkmasına izin vermezdi. Balkona ya da salonun penceresine hapsolup, pencereden bizim oyunlarımızı seyrederdi. Biz ona gülümserdik, o bize asık yüzle bakar, nanik yapardı, sonra biz seslenirdik: - Faaazıl, pabucu yarıııım, çık dışarıyaa oynayalıııım. Öfkelenir, annesini çağırırdı, annesi, “ Çekilin bakayım sizi gidi arsızlar sizi, terbiyesini bozmasanıza benim prensimin ” diye bizi kovalardı bakımlı bahçelerinden. Sonraki yıllarda o da sokağa, bizlerin arasına karıştı, karıştı dediysem uzakta durup bizi seyretti sadece. En güzel bisiklet onundu, kimseyi bindirmez, zaten kendi de doğru dürüst binemezdi. Onun topu hep pırıl pırıldı. Hiçkimseyle oynamaz, zinhar oynatmaz, hep koltuğunun altında tutardı. Biz  “sokak çocukları ” ise çılgınca eğlenirdik o bize bakarken, yarım saati 1 liraya bisiklet kiralardık köşedeki tamirciden. Öbür köşedeki bo...

Kubbede kaybolmuş sesler

Sultan İkinci Abdülhamit (*) Yıldız Sarayının bahçesine küçük bir tiyatro yaptırmak istediğinde buna en çok sevinenler, çocukları, özellikle de Şadiye ve Ayşe olmuştu. Öyle ya, onlar diğer kız çocukları gibi ne gezip tozup dışarılarda vakit geçirebilir ne de büyükleri tarafından Direklerarasında , Beyoğlunda şurada burada kurulan tiyatrolara götürülürlerdi. Onların tek işi, sarayda özel eğitmenler tarafından eğitilmek, büyüklerinin yanında hanım hanımcık oturmak ve tümüyle boş kalan zamanlarında ise Dolmabahçe Sarayının Bahçesinde koşup oynamaktı. Sonunda tiyatro tamamlandı (**). Yıllar içinde Yıldız Saray Tiyatrosunda ne oyunlar oynandı ne oyunlar (***). Aslında kızları muhterem pederleri Sultan İkinci Abdulhamit ’in tiyatroya gelmesini ve oyunları izlemesini pek de istemezlerdi. Çünkü o geldiğine başta oyunun aktörleri olmak üzere müzisyenlerde ve hatta herkeste bir gerginlik, bir tedirginlik oluşurdu. Sultan Abdülhamit ’in kimi oyunlarda, trajik sahneler için oyunu yönete...

Portre: Melih Gökçek

Melih Gökçe k  (Biz  İ 'sini kullanmayalım da   Emin Çölaşan, Metin Uca  meslektaşlarımıza olduğu gibi astronomik tazminatlara kurban gitmeyelim!) tam 3 dönemdir Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve şimdi 4. döneme talip. Bunu kendisi, “ Belediyecilik, yapılarak ögrenilen bir iş, okulu yok, 3 dönem bu işi yaptım, hala öğrendim diyemiyorum, bu yüzden bir döneme daha talibim ”  diye izah ediyor.  Aslında onu siz de çok iyi tanıyorsunuz,  “Kuğulu Parkı kuşa çevirme” , Türkiye'nin yüz akı “ Ortadoğu Teknik Üniversitesi arazisini yok etme”  gibi düşmanca! girişimlerine tanık oldunuz. Başkentin havasını,  sözde yardım için fakir fukaraya usulsüz dağıttığı kömürle nasıl  zehirlediğini , başkentlileri  Kızılırmak' tan şip şak getirtiverdiği arsenikli suya nasıl  mahkum ettiğine tanıklık ettiniz . Peki şöyle biraz daha geriye gidip, Gökçek son 3 dönemde başkan olarak Ankara'da neler denemiş? Neleri başarmış? Nelerde yanılmış? Bir ha...