Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Ah bi kurtulsak...

Hayatımızın bu döneminde Corona denen musibeti yaşamak da varmış. Resmen “ mapusluk .” Yıllarını cezaevinde hele hele hücrede geçirenler bıyık altından gülüyordur ama ne yapalım ki insan bu, her daim “ ben benci ”...  Gerçi çok sevdiğim Ertuğrul Kumcuoğlu ’na göre bizler hiç olmazsa bahçede gezebildiğimiz için “ yarı açık cezaevi mahkumu ” sayılırmışız...  Şaka bir yana, saçma sapan kurallar var...  - 65 yaşın üstündekilerle 20 yaşın altındakiler dışarı çıkamazmış. -Neden efendim?  -Onlar kendilerini koruyamazmış! Sanki diğer yaştakiler koruyabiliyor da... Korku dağları bekliyor: -Ya bulaşırsa? Çok mu ağır geçiririm? Ya evdekilere de bulaştırırsam? Ay o Covit 19 geçirmiş doktor neler anlattı öyle? Nefes alamamak. Ciğerlerin kösele gibi oluşu, ateş, dur durak bilmeyen ishal, bilinç kaybı... Of of of... Ölmek bile zor anlaşılan... Yaş sınırlamasına takılmasan da dışarı çıkmak öyle zor ki, maske ve eldiven takacaksın, arabaya başkası da binecekse arkada oturacak. Mark...

Hocam Türkkaya Ataöv

Hocam  Türkkaya Ataöv (*)  üniversite yıllarımın unutulmazlarındandı... Yıllar sonra kitap fuarında rastladığımda hiç değişmediğini görmek ne hoştu. Yine papyonlu, koyu renk takım elbiseliydi, oturduk, biraz sohbet ettik,  birbirinden değerli kitaplarını aldım, imzalattım,  o kadar ilginçti ki imzalayış tarzı... Renkli kalemlerle çiçekli bir vazo çiziverdi, sonra da imzasını attı. Düşünüyorum da, insanı bugünkü hayat çizgisine, yaşam boyu süren başarısına, ulaştığı inanılmaz entellektüel düzeye getiren nedir? Ailesi mi? Aldığı eğitim mi? Arkadaşları mı?  Yoksa onu “koyun sürüleri gibi yaşayan diğer insanlardan farklı kılan ”, kendi yetenekleri, duyuşu, dehası mı? Aslında “ arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim ” derler değil mi? Kitabının ilk sayfasında ithafta bulunduğu isimlere ve yazdıklarına bakar mısınız: “ On-bir  yaşımdan bu yana birlikte olduğum, yerleri doldurulamaz, aklımdan hiç çıkmayan, çok sayıda sınıf arkadaşlarımdan, amcası eşsiz...

Mehmet’imle “Kayıp Zamanın İzinde...”

Bilmem Marcel Proust “ Kayıp Zamanın İzinde ” koşuyor mu hala? Ya da bir tek o muydu kayıp zaman koşucusu? Ooo ben bu konuda rakip tanımam, maraton koşarım, hem de kimbilir kaç tur bindiririm ona... Öyle çok ki, yakalamaya, değiştirmeye çabaladığım zamanlar.   İşte aradığım, peşinde koştuğum zamanlardan biri, 13 Nisan 2002, elimden kayıp gitti, yakalayamadım... Türkiye bilmem kaçıncı ekonomik krizini yaşıyordu da, yeni ekonomik paket açıklanacaktı hani... Ben de zamanı durdurup fotoğrafını çekmeye çalışanlardan biriydim... Fotoğraf çekilecek, rötuşlanıp Türk halkına sunulacaktı: - Bakın, işte sizi iyileştirecek, bütün dertlerinizi yok edecek ekonomik paket... Bundan böyle maaşınız enflasyona yenik düşmeyecek, ev sahibiniz insafa gelip artık kiranızı artırmayacak, evinizde cilalı yepyeni mobilyalar pırıl pırıl parlayacak, mutfakta bonfilenin en alası pişecek... Yok canım, tam da öyle değildi aslında... Politikacılar hele de ABD’den bulup getirileni (*) “ Türk...

Nerde o şampanya tepsileri?

Anadolu Ajansı nda mesleğe başladığım yıllardı, sabahları bir heves koşardım  İbrahim Çıngay’ın yönettiği büroya... İşlerin biraz durulduğu anlarda Çıngay bir sohbet başlatır, hayranlık duyduğum kıdemli gazeteciler pası alır, neler neler anlatırlardı... Ağzım açık dinlerdim...  O günlerin unutulmaz isimlerinden biri genel müdür Atilla Onuk , diğeri iç haberleri yöneten Ajlan Akıncı idi. Atilla Bey için, kendi yazdığı abartılı bir haberle Başbakan olduğu yıllarda Süleyman Demirel ’e “ masaya yumruk attırdığı ” efsanesi dolaşıyordu.  Ajlan Bey ise şık giyim kuşamı, muhabirlere mesafeli ama nazik yaklaşımı ile hepimizi etkiler, habere objektif bakışı, liberal tutumu ile saygı uyandırırdı.  Biz Ümit Zileli ile birlikte Ajansın en yenileri, daha doğrusu “ çömez ” muhabirleriydik. İç Haberler Müdürü İbrahim   Çıngay’ın redaksiyon yeteneğine hayrandım, bir kelimeyi değiştirir, bir virgülü kaldırır, farklı bir başlık koyar, metni bambaşka bir hale sokardı. Yaz...