Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ercan Deva’nın kaleminden KOKUŞMA

Bir süredir elimde değerli meslektaşım Ercan Deva ’nın kitapları var, Kurban Bayramı öncesi “Kokuşma ” (*) başlıklı olanına başlamıştım, bayram günleri boyunca,  hatta gecelerde de elimden bırakamadım. Bu nedenle bayramım biraz “ kasvetli” geçti, çünkü  sayfaları çevirirken çoğu kez hayıflandım: -Yahu bu gazete sahipleriyle, büro yöneticileri hangi hakla gazetecilere böylesine eziyet edebilmişler? Ne yani, gazeteci “ kurbanlık koyun ” mudur ki bu tutumlara layık görülsün? Çünkü kitap, A’dan Z’ye basın sektöründeki durumu yaşanmış olaylarla, kişilerin inanılmaz zaaflarıyla son derece gerçekçi bir dille anlatıyor.  -“ Kokuşma ” sözcüğü ile “ basın sektörü” tamlaması  nasıl yan yana gelebiliyor? Diye kimsenin soru soracağını tahmin etmiyorum çünkü sektördeki durum ayan beyan ortada. Basın-yayın kuruluşları neredeyse tümüyle ele geçirilmiş halde. “ Doğru haber” okuyabilmeniz için, bütün mecraları  adeta “ araştırmacı gazeteci, pardon okur! ” Gibi hallaç...

Bir tuhaf rastlantı

Bu sabah tuhaf bir şey geldi başıma…   Kapı çalındı, ısmarladığım kitap kargodan elime ulaştı. Meslekte kendimce önemli bulduğum kimi röportajlarımla yol öykülerini bir araya getirdiğim bir kitabım vardı, “Hamamböceği Sendromu…” Çoktan tükendi…  Bir dostuma göndermek için arıyordum,  ikinci el kitap satan bir siteden bulup ısmarlamıştım. Kitap o…  Kitabımı göndereceğim dostum genç bir meslektaşım, ona imzalamak için kitabımın kapağını açtım ve dondum kaldım… Elimdeki kitabı, uzun süre önce kaybettiğim bir sınıf arkadaşıma “yıllar önce ” imzalamışım…  Donup kalma halimden yavaş yavaş kurtuldum, düşünceler karıncalar misali  üşüştü belleğime: -Acaba kitabı o arkadaşıma imzalamıştım da vermemiş miydim? -Olamazdı ki, ikinci el kitap satan siteye kitabımı ben, neden gönderecektim? -Yoksa arkadaşım okuyup bir kenara kaldırmıştı da, günün birinde kitaplık temizliği yaparken gereksiz bulduğu kitaplarla birlikte benimkini de elden çıkarmış mıydı? -Yoks...

Mevlüt Işık ölümüyle en acı manşeti yazdı!

1 Haziran 1988 Çarşamba günü… Öğleden sonra, büro toplantısındayız, ertesi gün yayınlanacak  haberlerin üzerinden geçiyoruz, toplantı masasında Metin Işık da var. Bir telefon geliyor: -Ankara Otelinde silah patladı, ölüler var… Büyük Ankara Oteli , Tunus Caddesindeki Tercüman Gazetesi binasının arkasında. Haber merkezimiz otelin havuzuna bakıyor, bize o kadar yakın yani… Metin Işık fırlayıp masadan kalkıyor, olayı izlemek, haberleştirmek için bürodan koşarak çıkıyor. Sonrası tam bir kabus. Çünkü Ankara Otelinde vurulan isimlerden biri, ne yazık ki  onun ağabeyi Mevlüt Işık!  Metin bu korkunç gerçekle tam da orada, Ankara Otelinde karşılaşıyor, Bir türlü inanamadığımız,  inanmak istemediğimiz o meşum haber bize de anında ulaşıyor, çok sevdiğimiz meslektaşımız Mevlüt Işık’ın henüz kırk yaşında yaşamını yitirdiğini öğreniyoruz. Tam otuz yedi yıl sonra gözümün önünden o trajedinin sahneleri bir bir geçiyor, Mevlüt’ün evine gidişimiz, yaşamının baharında, 40 yaşındayken...

Bir Nişan, Bir Altın Saat ve Bir İdam Sehpası (*)

  Gazetecinin günlüğü! - “Bir kere gazeteci, daima gazeteci” denilmiş ya… Ne kadar doğru… Gerçekten gazetecilik tutkusundan kurtulmak kolay değil, ömür boyu sizi bırakmıyor… Uzun süredir yürüttüğüm bir kitap çalışması var, bugün ona odaklanmıştım. Sadece öğle saatlerinde genç arkadaşım Songül Karadeniz ’le daha önce sözleştiğimiz pod-cast için, ses kaydı yaptık. Songül, genç kuşakta benim her yönüyle çok değer verdiğim gazetecilerden biri, gazetecilik geçmişimi, meslekte yaşadıklarımı, mesleğin bugününe ilişkin yorumlarımı merak ediyordu, söyleşimiz sırasında o yıllarla bu yılları karşılaştıran sorular sordu.  Mesleğe başladığımız yılları anlatırken, çok eskilere gittim, acı tatlı ne kadar çok  olay yaşamışız onlardan söz ettim… Tabii  Songül, gündemi çok yakın takip ettiği için, bugünleri de epey detaylı konuştuk, Aslında günün 27 Mayıs oluşu ve  tam 65 yıl önce yaşanan acı olaylar da aklımdaydı ancak 1960 Darbesine ilişkin farklı görüşlere ben de bir t...