Ana içeriğe atla

Kayıtlar

DAMIZLIK DANALAR

  Çocukluğumu anımsıyorum, çok küçüktüm, babam güncel gelişmeleri hiç kaçırmazdı, salondaki büfemizin üstünde duran radyo gün boyu açıktı. Babam kimi zaman radyonun ibresiyle Hilversum ’dan Sydney’ e kadar pek çok istasyonda gezinir, farklı dillerden yayınlara kulak verir, ben de o yayınları  “ anlamadan dinlerken ” Jules Verne ’nin “ 80 Günde Devr-i Alem ”inin sayfalarında hayali gezilere çıkardım.  Radyonun ibresi, arada bir, akşam saatlerinde Moskova ’dan Türkçe! yayın yapan “ Bizim Radyo ”ya denk düştüğünde, kadın spiker,  madeni sesi, zor anlaşılan tuhaf Türkçesiyle konuştukça tüylerim ürperirdi. Kadının anlaşılmaz anonslarından, arada bir “geliyüür, gidiyüür, yapıyürler” gibi tanıdık sözcükler çalınırdı kulağıma… Babam bir gün radyoyu dinlerken sinirle söylenmeye başladı: -Yine yapacaklar… Memleketle oyun oynuyor bu yobazlar… Radyodaki yayın üzerine yorum yapan babam, bilmediğim bir olaydan, “ Milli Nizam Partisi ” diye bir partinin kapatılması sonrasın...

BİLMECE

-Bir bilmecem var çocuklar… -Haydi sor sor sor? Bir ülke düşünelim:  Kimliği, geliş sebebi, amacı, hedefi bilinmeyen adamların baskınına uğrayıp yol geçen hanına dönmüştür. “Kime ne söz verildi de bunlar başımıza geldi?” Diye sorulmaz, yasaktır. Güzelim ormanları, dağ köyleri, hayvan varlığı “ ihmalden, kasıttan, aymazlıktan ” yanar, kül olurken, müdahale etmesi gerekenler düğün dernek gezmiştir.  O ülkeyi yönetenler sıkıya gelince  “ at izi it izine karıştı” der, kaçarcasına çeker gider. Hesap veren yoktur, istenmez de.  “ 128 nerde?” diye soranın ağzına kürek çarparlar.  Kıskananlar, “ Ayranı yok içmeye” dese de Süvari , “ atla dörtnala giderken ” Somali ’ye, tarikatlere, Türgev ’e Mürgev’e filan nakit, yangın mağdurlarına çay saçar! Hakkını arayan içeri atılır, asıl suçlular elini kolunu sallayarak gezer, kimse hesap vermez.  Elde kalan son gümüşler misali tüm varlıklar Katar Katar (!)  ve haraç mezat satılır…   Ali Mektebi mezunu Stockholm...

Semiha Hanıma okul yaptırmak yakışırdı

Dikmen Vadisi , başkentin yeşillikler içinde, huzurla yaşanan semtlerinden biridir. Gelgelelim son zamanlarda bu vadiye bakan binalarda huzur kalmamış. Kiminle konuşsanız yeni yapılan “ Semiha Yıldırım Camii ”nin hoparlörlerinden yakınıyor: -Bizim yaşadığımız bölgede çok sayıda cami varken bir de bu eklendi. Acaba bunca camiye ihtiyaç var mıydı? Bunu sorduğunuz anda, alnınıza -dinsizlik- yaftası yapıştırılıyor... - Caminin yarattığı sorun nedir? - Minarelerdeki her yöne bakan sekizer hoparlörü görüyorsunuz... Sabah ezanı öyle bir başlıyor ki aman allah! böyle yüksek ses olamaz. Aynı anda bebekler ağlamaya başlıyor, çoluk çocuk, yaşlı genç, hepimiz ayağa fırlıyoruz... Kimsede ne uyku kalıyor ne huzur.  -Bu konuda şikayette bulundunuz mu? - Tabii ki... Çevredeki bütün binaların sakinleri olarak ortak imzayla Diyanet’e başvurduk ama, hoparlörden gelen sesi ölçmüşler, yüksek değil normalmiş. Anlayacağınız, bu cami hizmete girdiğinden bu yana, kimsede uyku durak filan kalmadı. ...

Paramount Otel

-O meşhur Paramount Otel’ de ben de bulundum! Desem, biliyorum hemen: -Nee? Sen de mi? Sedat Peker ’in ifşa ettiği gazeteciler gibi bedavadan lüks hayat sana yakışır mı? Diyeceksiniz biliyorum, ama durun anlatayım “ Paramount ’a toplam 5 dakikalık ” ziyaretimizi... Bodrum ’da bir gün telefonumuz çaldı, yurtdışından bir arkadaşımız: -Nasılsınız? Yazları Bodrum ’dasınız biliyorum,  beni de hep davet etmiştiniz, ama yakın bir dostum şu an orada, karısı ve çocuklarıyla tatil geçiriyor. Kimseyi tanımadıkları için sıkılmışlar, ben de düşündüm -acaba bir gün olsun ilgilenebilir misiniz?- diye. Telefonlarını versem arayabilir misiniz? Tabii dedik, arkadaşımız “ Suudi Arabistanlı diplomat ” dostunun telefonunu verdi, bir gün buluşmak üzere sözleştik... Bu arada Paramount Otelinde kaldıklarını öğrendik. Tabii “ Suudi misafir ” söz konusu olunca, “ acaba nasıl bir ortam ayarlasak? ” Sorusu vardı aklımızda, ama misafir bizi rahatlattı: -Önce gelin bizi otelimizden alın, beach clu...

Hadi, kardeş kardeş yaşayalım...

Bir zamanlar Almanya ’nın  kendi isteği ile ve seçerek aldığı Türk işçilerden ne kadar şikayetçi olduğunun yakın tanığıyız değil mi? Yok efendim, Alman toplumuna uyum sağlayamamışlar da, Kreuzberg’ e filan kısılıp kalmışlar da, çocuklarını eğitmiyorlarmış da, tarikatlara esir olmuşlar da... Uzun yıllar bu öyküleri dinledik Almanla rdan, hatta bir temsilcinin Milli Eğitim Bakanlığındaki toplantıda  “Türk kadınları çok kötü giyiniyor, ya çarşaflılar, ya özensiz. O yüzden çocukları da Almanya’ya adapte olamıyor ” diye konuştuğuna bile tanık olmuşluğumuz var. Hatta bir dönem, Türk işçilerin ülkelerine geri dönmesini teşvik için ek ikramiye öngören bir yasa taslağı bile hazırlamışlardı. O günlerde Alman Çalışma Bakanıyla konuşmuştum da, “ Taslak hazırladık ama işçilerin yerinde ben de olsam, ben de  dönmezdim Türkiye’ye ” deyivermişti. -E, şimdi?  Şimdi Türkiye ’deki konuk Suriyelile r sorununa nasıl bakıyorlar acaba? İğneyi kendilerine batıramadılar ama bizdeki ç...

GİZLİ SAKLI İŞLER

Cumhuriyet Gazetesinin  başarılı muhabiri Hazal Ocak ’ın yazdıklarından öğreniyoruz, İstanbul Atatürk Havalimanında yeni depo alanları tahsis ediliyormuş.   İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Darphanenin fazlalık yaratan kimi tarihi birikimleri oraya taşınacakmış... Acaba herhangi birimizin bu konudan haberi var mı? Herhangi birimizi bırakalım bir kenara, hocaların hocası, benim de SBF ’de öğrencisi olmaktan gurur duyduğum hocam İlber Ortaylı ’nın bile bu durumdan haberi yok inanın... Dün aradım kendisini, “ Neymiş olay? Nereden nereye ne taşınıyormuş? Bu taşınma işlerinin gerekçesi neymiş? Darphanenin kasalar dolusu nümizmatik birikimi çok önemlidir, onları ne yapacaklarmış? ” diyerek o da bana sordu “ ne olduğunu? ” Peki, İstanbul Atatürk Havalimanının o değerli pistleri, “ pandemi hastanesi yapılmak üzere! ” Kırılıp dökülmemiş miydi? Eeee, hastane nerdeeeee? Darphane nerde; öyle değil mi? İyi de, böyle önemli bir karar alıyorsunuz da, bunu aynaya bakıp, kendi kendinize mi da...

Mapusluğun sonu

Evde günlerce kapalı kaldıktan sonra kendini sokağa atanların arasına karıştım dün. Yollar çok kalabalıktı, sanki tuhaf bir sevinç vardı insanlarda, bir şey almasalar da çarşı-pazara çıkmak, bir yere gitmeseler bile arabayla tur atmak iyi mi gelmişti acaba? Ama esnafın yüzünden düşen bin parçaydı.   Önce kuaföre uğradım, ( bilmem saçınızı siz kendiniz kesebiliyor musunuz? ) şakır şakır makas sesleri arasında sohbet ettik:  -Yahu ne yaptınız iki haftadır?  -Ne yapacağız? Bizler günlük kazanan insanlarız, evde beş parasız oturduk kaldık. Son 3 aydır devlet sadece bin lira gelir kaybı için, 750 lira da kira için destek sağladı.  Dükkânın kirası 2 bin 500 lira, elektriği suyu hiç söylemesem daha iyi. Ev sahibine, bu dükkânın sahibine artık yüzüm tutmaz oldu, kaç aydır kirayı aksatıyorum .  -Peki kalfa destek alabildi mi? Kısa çalışma ödeneği filan?  -Yok onu herkese vermiyorlar, belli bir süreyi doldurmadığı için alamadı, ben bu halimle birkaç kuruş yardım...

Oh be, mapuslukta son gün!

Günlerdir dört duvar arasında mapustayız, pandemi yüzünden “ istisnai meslek sahipleri ” dışında herkes evinde hapis... Neyse ki bugün kapanmanın son günü, yoksa durumumuz  aynen şarkıdaki gibi: - Oynatmaya az kaldı, doktorum nerde? Boğazımız sıkılıyormuş,  göğsümüze biri oturmuş da kalkmıyormuş gibi karanlıkta, bir kabusun içindeyiz de bir türlü uyanamıyoruz sanki...    Hapistekileri bir kez daha ve çok iyi anladım. Hele bir de çoğunun “ gözünün üstünde kaşın var! ” Denilerek içeri atıldıklarını düşünürsek...  -Ne yani? Yalan mı? Aksi taktirde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne diye bunca kararında başvuru sahiplerini haklı bulsun? TC makamlarını mahkum etsin? Demirtaş ’ı, Kavala ’yı serbest bırakın diye ısrarcı olsun? Türkiye neden AHİM ’de düşünce ve ifade özgürlüğü  ihlallerinde, Rusya ’dan bile fazla mahkum edilerek rekor kırsın? (*) Vallahi abartmıyorum, eğer yarın yasakların son günü olmasa çıldırmak işten bile değil. Nasıl mı atlatmaya çalıştık? Ev...

Turgut Özal ile “pijamalı bayram söyleşisi”

Anadolu Ajansı nda mesleğe yeni başlamıştım, hevesle çalışıyor, ekonomi alanında ilerlemek istiyordum. Turgut Özal , 12 Eylül Darbesi  sonrası Milli Güvenlik Konsey i tarafından Başbakan Yardımcısı olarak görevlendirilmişti, misyonu “Türkiye Ekonomisi fotoğrafını içeride ve dışarıda düzeltmek ”ti . Bu nedenle bir grup genç gazeteci olarak deyim yerindeyse  Özal ’ın “ peşinden ayrılmaz ” olmuştuk.   AA ’nın o yıllardaki güçlü kadrosunun önde gelen isimlerinden biri de, benim gazeteciliğine hayranlık duyduğum  deneyimli gazeteci Barış Kaşıkçı idi. Özal ’ı yakın takipte olduğumuz için Başbakanlıktaki danışmanı Adnan Kahveci ile de sık görüşüyorduk. AA ’nın  gece gündüz tıkır tıkır çalışan teleks bülteninden BK ve NRS paraflarıyla (imza kullanılmazdı) dökülen haberlerimiz, ertesi gün bütün gazetelerin manşetlerinde yer alır olmuştu.  Bir Ramazan Bayramı öncesinde Turgut Özal ’dan randevu istedik, ekonomi gündeminde önemli yer işgal eden konuları kon...

Soyulduk soğana çevrildik!

Türk halkının uğradığı kitle soygunlarını düşünüyorum da, “bu kaçıncı? Hiç mi ders alınmaz?” Desem de, kızamıyorum doğrusu. Hatta hoş görüyorum. Çünkü “ devlet nerede ?” Sorusu ortada sahipsiz dururken vatandaş ne yapsın? -“ Toreks, Vebitcoin olaylarından mı söz ediyorsun?” diyeceksiniz.  - Sadece onlar mı? Tarihe mal olmuş onca soygundan hangi birini sayayım? Gurbetçilerimizin güçlükle biriktirdikleri paraları iç eden  Yimpaşlar, Kombassanlar, Deniz Fenerleri unutuldu mu? Sorumluları doğru dürüst yargılandı mı? Kimden hesap sorulabildi? Tam tersine taltif edilip önemli makamlara getirilmediler mi? Ya, “ soygunlara değil” de “ yayınlara dur diyen ” yönetimler? “ Akacak kan damarda durmaz ” misali,  milletin cebindeki paralar da “ bir yerlere ” aktı gitti. Oysa ne emeklerle yapılmıştı o birikimler,  gurbet ellerde yemeden içmeden, yıllarca köle gibi çalışıp, memlekette bir ev bir araba hayaliyle yaşamadı mı “ En alttakiler? ” (*)   Bence demokrasimiz...

Ah bi zengin olaydık!

Şu “zengin olma hevesi ” kimde yoktur ki? İyi de, “ çoook zengin olsan o parayla ne yapardın ?” Sorusunu sorsanız kim ne der acaba? -Soğanın cücüğünü yerim... -Dalga geçme, bırak o lafları şimdi... -Ev alırım, araba alırım... -Pöh! Onun için zengin olmak gerekmiyor ki. Artık bu işler çok kolaylaştı, AKP’li  hanımefendi (*) böyle demedi mi? Geç o sıradan hayalleri, daha ulaşılmazlarını bul. -Aşı sırasına giremeyen eşime dostuma, fakir fukaraya Yeşilyurt Belediyesinden (**) birer gri pasaport çıkarttırır, hepsini uçağa doldurur, Ukrayna’ya Rusya’ya filan götürürüm. Şimdi oralara aşı turizmi başlamış ya, hepimiz Sputnik aşısı oluruz... - Hah bak bu güzel... Peki Rusya’ya gitmişken başka ne yaparsınız? -Ne bileyim, sabah Tretyakov Müzesine gider Ayvazovski’nin, Shiskin’in tablolarını hayran hayran seyrederiz. Sonra? Bolşoy açılmış mıdır? Bileti önceden alabildiysek, muhteşem bir baleyi, giderek fakirleşen sanat belleğimize unutmamak üzere kaydederiz.   -Yemek yemeden olur mu? - Ol...