James Joyce’ un Ulysses ’i ile yaşadığım, aylar hatta yıllar süren bir okuyamama-okuma serüveni sonuçta kendimi sorgulamaya dönüşmüştü.. (*) “- Dünya edebiyatının “üç önemli romanından biri ” sayılan kitap beni neden sayfaları arasına hapsedip süründürdü? -Okunmasını güçleştiren unsurlar neydi? Nevzat Erkmen ’in çevirisi miydi okuru zorlayan?” Diye hayıflanıyordum. Soğuk rüzgarların güz yapraklarını bir oraya bir buraya savurduğu bir sabah, İngiliz Dili ve Edebiyatının usta ismi Ünal Aytür ’ün (**) kapısını çaldım, içeri buyur edildiğimde asla unutamayacağım bir manzarayla karşılaştım, salondaki masayı boydan boya bir James Joyce külliyatı kaplıyordu. Büyük yazar, “ yüz kırk üçüncü yaşında,” Zürih’teki mezarından kalkıp elbette aramıza katılamazdı ama yazdıkları ve hakkında yazılanlarla “ bal gibi!” bizimleydi işte… Belleğimden birbiri ardına sözcükler, resimler, sesler geçti: Yoksa biz Dublin’de, Kule’de miydik? İrlanda Deniz...
Mürekkep kokan sayfalarda şimdilerde bize yer yokmuş, eh, ne yapalım? Açılsın bari hayali sayfalar... Oysa onlara yazmak tıpkı suya yazmak gibidir. Kayboluverir gider.