Ana içeriğe atla

Bir Kadının Portresi

 



Henry James’in, “Bir Kadının Portresi” (*)  romanı uzunca bir süredir elimde, araya başka kitaplar girse de, “yüzelli yıl” önce kaleme alınan kitabı adeta içinde yaşarcasına okuyarak, notlar alıyor, o yıllardaki yaşam ve genel kabuller üzerinde düşünüyorum. Kitap, ele alındığında hissedilen fiziksel ağırlığı ve altıyüz küsur sayfalık kapsamı ile ilk bakışta insanı ürkütse de, aslında keyifle okunuyor. 

Sayfaları çevirdikçe, o yıllardaki Avrupa’nın, Paris, Roma, Floransa, Londra’sı, hatta İsviçre’sinin güzelliklerine tanık oluyor, oralarda onca yıl önce yaşam sürdüren seçkinlerin yaşama bakış açısını, meraklarını, alışkanlıklarını gözlemliyorsunuz. Henry James yıllar içinde derinliğine incelediği müzeleri, ressamları, heykeltraşlarıyla bizimle paylaşmaktan da geri durmuyor. 



Varlıklı bir aileden gelen Henry James, babasının yönlendirmesi ile gençliğinde Avrupa’yı baştan başa gezmiş, ABD’ye dönüşte Harvard’a kaydolmuş ama bir yıl sonra bırakmış, aklı fikri sadece edebiyattaymış çünkü… Geçim derdi olmayan James, yaşamı boyunca Avrupa’yı mesken tutmuş, yıllar içinde pek çok ünlü yazarla tanışmış, pek çok kentteki müzeleri gezmiş, resim-heykel sanatını, Avrupalının yaşam tarzını irdelemiş, belki de bu yüzden  romanlarında Avrupa’da yaşamayı seçen Amerikalılara sıkça yer vermiş.

İlginç olan ise, yaşamında hiç evlenmemiş olan Henry James’in evlilik kurumunu, bu romanında farklı kişilerin ve özellikle de romanın baş kişisi Amerikalı genç Isabel’in gözünden irdelemesi…



Isabel, çok güzel olmasa da, zarif, yumuşak huylu, hoş meraklarıyla nitelikli bir genç kadın. Teyzesinin davetiyle uzun süre kalacağı İngiltere’ye geliyor, oralarda yaşamayı seçen pek çok zengin Amerikalıyla karşılaşıyor:


“…Isabel, insanlığa karşı yüklendiği görevin  geçici heyecanı yüzünden olsa gerek, durup dinlenmeden teyzesinin yolunu aşındıran bu kişileri şiddetle eleştiriyordu. Lüks içinde ama bomboş bir yaşamları olduğuna karar vermişti. Isabel onlara, -hepiniz böyle yaşıyorsunuz ama bu sizi nereye götürüyor?- diye sormuştu. -Hiçbir yere götürmediği belli; bu yaşamdan çoktan bıkmış olmanız gerekirdi…”


Acaba Isabel’in “insanlığa karşı yüklendiği görev” neydi? Bunu öğrenemesek de farklı ülkeleri gezip görme tutkusunu farkediyoruz, hatta bir ara Türkiye’de bile bulunduğunu, toplam üç ayını Mısır ve Türkiye’de geçirdiğini de… Romanda teyzenin zengin kocası ve veremli oğlu Ralph da önemli roller üstleniyor, Ralph’in önerisiyle enişte Isabel’e hatırı sayılır bir miras bırakıyor. Ralph’in amacı bu paranın Isabel’e özgürce gezip dünyayı dolaşabileceği ve kendi ayakları üzerinde durabileceği olanağı sağlamak. 

 

Romanda Isabel’e aşık olan erkekler var, hepsi onunla evlenebilmek için ısrarcı, kimileri genç kızın seyahat tutkusunun farkında:


Lord Warburton onun yanında yürüyor, İstanbul’daki Ayasofyayı anlatıyordu….”


O yıllarda “iyi bir evlilik” yapabilmesi için kadının da erkeğin de “para sahibi olması şart,” üstelik, kadının şansı, “drahomasının yüklü olup olmadığı” ile çok bağlantılı.

Isabel’e aşık adamlardan biri büyük toprak sahibi, Lord ünvanlı bir İngiliz (Lord Warburton) , diğeri Harvard mezunu, pamuk tüccarı bir Amerikalı (Caspar Goodwood). Isabel’in talipleri arasında parasız ama sanata meraklı bir koleksiyoner de var,  Osmond dul bir adam, küçük bir kızı var, yaşı Isabel’den çok büyük ama Isabel’le evlenmeyi başarıyor. Bir entrika sonucu gerçekleşen bu evlilik Isabel’e mutluluk getirmiyor, Osmond onu sürekli aşağılıyor, eleştiriyor, gereksiz kompleksleri, kıskançlıkları ile yaşamı genç kadına zindan ediyor.

Filmi de yapılan kitapta, sayfalar boyu Isabel’in kendini sorgulaması, eski talipleriyle karşılaşması ve sonunda bir karara varması irdeleniyor. Filmde Isabel’i Nicole Kidman oynamış.

Kadın-erkek ilişkisini, cinsellikten tümüyle arınmış gibi ele alan kitap, evliliği de sadece kişilerin iç dünyaları, kendileriyle hesaplaşmaları, karşılıklı diyaloglarıyla dile getiriyor.

Kitabı tercüme eden iki değerli insan Necla ve Ünal Aytür’ü tanıma şansına erişmiştim, ne kadar zor bir işi başardıklarına bir kez daha tanık oldum, onlara saygım daha da arttı. 

İçinde yaşadığımız ortama hiç benzemese de yüzelli yıl öncesinin Avrupasında insan ilişkilerini, evlilikleri ve aşkları anlatan kitabı sonbaharda okumak güzel olabilir diye düşünüyorum. Sayfaları çevirirken ülke ülke Avrupayı gezmek, ünlü müzeleri ve sanat eserlerini incelemek ise beni çok  mutlu etti. 


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Henry_James


Yorumlar

  1. Drahoma onlarda, başlık parası bizde başa belaydı

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Nursun ellerine sağlık.

    YanıtlaSil
  3. Türkiye’de o yılları dile getiren hangi romanlar var?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Külliye’ye içerden bakış: Erdoğan’a: “Sistem yürümedi, Türkiye’yi seçime götürmeli”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın  “Başdanışmanı” olarak Beştepe’de    7 yıl süreyle  görev yapan İlnur Çevik’le konuştuk. “ Bu sistem yürümedi ” diyen Çevik durumu, “Erdoğan’ın en kısa zamanda Türkiye’yi seçime götürüp sistemi rayına oturtması şart, eğer torunlarını şu kadarcık! bile seviyorsa bunu yapmalı, aksi halde eyvah! ” diye özetliyor.  DEM Parti ile yürütülen “çözüm süreci” için, ortada bir plan taslağı bulunmadığını savunan Çevik’e göre, her zamanki “Kervan Yolda Düzülür” mantığı yine ağır basıyor. …Acaba Külliye’de çalışma sistemi nasıl? Cumhurbaşkanı gündemini nasıl belirliyor? Yüksek İstişare Kurulu diye bir kurul var, orada ve  pek çok kişinin üye olarak yer aldığı diğer kurullarda neler görüşülüyor? Erdoğan, Atatürk ismini neden diline almak istemiyor?Beştepe’nin bodrumunda gerçekten tam teşekküllü bir hastane var mı?…  Gibi pek çok soru aklımı kurcalıyordu, “ İlnur Çevik nasılsa görevi bıraktı, artık belki konuşur ” diye düşün...

KONGRE TUFANI (1) Nazmi Bilgin: “32 yıl yetmedi”

Gazeteciler Cemiyetinde bir kongre geride bırakıldı, “ 32 yıl yetmedi, devam” diyen Başkan Nazmi Bilgi n yeniden seçildi.  Ancak başta OY’unu Beyaz Sayfa Kadro Hareketi için kullanan 295 değerli meslektaşımız olmak üzere aslında Cemiyetin yeni yönetim kuruluna ve  tüm üyelerine  olan sorumluluğumuz gereği, söylenecek çok şey var.  Bugünden itibaren bunları bir bir paylaşacağım:  1-32 (OTUZ İKİ) yıllık Başkan Nazmi Bilgin, benim bulunduğum her toplantıda “ Bu benim son dönemim, bir daha aday olmayacağım ” diyordu, Vakıf Senedi’nin mahkeme tarafından reddedilmesi üzerine haykırarak, “ Ben bu Vakıf Kuruluncaya kadar başkanlığa aday olacağım ” demedi mi?  Gazeteciler Cemiyetinin her türlü menkul ve gayrimenkul varlığının, üyelikleri ölünceye kadar sürecek 16 kişilik mütevelli heyete geçmesinden muradı neydi acaba da başkanlık koltuğunu terk etmemekte bu kadar ısrarcı oldu? Bu durumu sizlerin yorumuna bırakıyorum.  2- Yüzlerce üyesi olan bir Gazet...

KONGRE TUFANI (2) Alo 198’e sormuş!

  Gazeteciler Cemiyetinde yaklaşan kongre için, adaylığım üzerinde ısrarlar yoğunlaşınca epey düşündüm: -Kırk yıl emek verdiğim gazetecilik mesleği bana artık bir örgüt sorumluluğu yüklemiyor muydu?  -Gazeteciler Cemiyetinde yürüttüğüm çalışma sırasında gözlemlediğim ciddi yanlışlar için çaba göstermek gerekmez miydi? -Biz başımızdakileri, “ koltuğa yirmi üç yıldır yapıştınız, denetimden kaçtınız, adaletsiz davrandınız ” diye eleştirirken, “ tam otuz iki yıldır başımızda durmakta ısrar eden, denetime, adalete, eşitliğe kapalı yol yürüyen ” yöneticilere ne diyecektik? Uzun uzun düşündükten sonra kararımı verdim ve adaylığımı açıkladım. İstifa ettiğim gün başkan beni telefonla arayıp, dedi ki: - Nursun ben zaten senin ayrılacağını tahmin ediyordum. Belki de adaylık düşünüyorsun, e tabii, demokratik hakkındır. Bu sözler kulağımda çınlarken, elimde “ Cemiyetin aday listesini talep eden dilekçemle ” yola çıktım, Üsküp Caddesi 35 numaradaki cemiyetin bahçesinden içeri ...