Greene, genç gazetecilere “araştırmacı gazetecilik” üzerindeki deneyimlerini ve mesleğin geleceği hakkındaki fikirlerini aktarırken ben de aklımı yıllardır kurcalayan soruyu yönelttim:
-Amerikan Basını sizce uluslararası krizlerde, savaşlar sırasında tarafsız davranabiliyor mu? Saddam Hüseyin döneminde “Irak’ta kimyasal silah var” iddiasıyla ülke yakılıp yıkıldı, Saddam öldürüldü, sonradan -kimyasal silah meğer yokmuş- denildi, hatta dönemin Genelkurmay başkanı Colin Powell bile kalktı “bize yalan söylendi” dedi. Amerikan basınının tutumu sizce doğru muydu?
Greene sanki pek hoşnut olmadı bu sorudan, -ya da başını sallayışından yüz ifadesinden ben böyle anladım-, şunu söyledi:
-Körfez savaşında bütün Amerika aldatıldı, o sırada hepimize yalan söylendi. Hatta krizin başlarında bazılarımız yalan söylendiğini de biliyorduk. Ben o sırada mesleğe yeni başlamıştım heyecanla işimi yapmaya çalışıyordum. Ancak Körfez Savaşı nedeniyle şu anda özür dileyecek olan ben değilim. Yani bütün bu hatalı haberler için özür dileme ve yargılama konumunda olan ben değilim…
—-Kim özür dileyecek?—-
Ne yazık ki bazı gazetecilerin pek sık karşılaştığı durumlardan biri budur. Hükümetler bir yol çizer, yandaş basına da o yolun inşaası için taşları döşemek kalır.
-Ancak soruyorum size, eğer bir savaş söz konusu ise, binlerce onbinlerce yaşamın yitirilmesi an meselesiyse, hükümetin maşası olmak hangi vicdana sığar?
Değerli Susan Greene “kendi adıma ben özür dileme konumunda değilim” diyor, ama aynı zamanda da Amerikan basının aslında işin başından itibaren yalan söylendiğinin farkında olduğunu ve körfez krizi haberlerinin sakat-kusurlu (lame) bir bakışa açısıyla üretildiğini itiraf etmekten de geri kalmıyor…
-İyi de yüzbinlerce insanın yaşamını yitirdiği savaşlar için kim özür dileyecek?
—-Körfez krizi—-
Saddam Hüseyin’in sonunu getiren körfez krizi sırasında “Bağdat’tan bildiren” gazetecilerden biriydim. Bağdat’ı adeta ikinci adres edinmiştik. Amerika’nın başı çektiği BM ambargosu altında inim inim inleyen ülkeye gidiş o kadar zordu ki, hava sahası kapatıldığı için uçakla gitmek imkansızdı. Önce Amman’a gidiliyor, oradan bir jip kiralanıp, tanımadığınız, hırlı mı hırsız mı bilmediğiniz bir şöförle gece yarısı yollara düşüyordunuz. Gümrükte, zifiri karanlık yolda, kimlik sorma bahanesiyle defalarca durdurulup aramadan geçiriliyordunuz. Sonunda rüşvet vermeden, kimi değerli eşyanızı (uydu telefonu vs) rehin bırakmadan Bağdat’a varabildiyseniz şanslı addediliyordunuz. Orada bulunduğumuz sürelerde nedense bizim aklımıza “Irak’taki kimyasal silahlar” haberleri yapmak hiç gelmemişti, çünkü öyle bir veriye ulaşamamıştık…
-Amma da meslek aşkıymış sizinki de
Diyorsanız, evet öyleydi… Bunu ancak mesleğine tutkun gazeteciler anlayabilir. Gerisi, “ellerine tutuşturulan kağıtlar” üzerinden sözde gazeteci geçinenlerdir diyorsam inanın abartmıyorum, üstüne alınan alınsın…
Şimdilerde mesleği öne sürüp, bir de “parsayı kapma” heveslileri başgösterdi, aslında bu tiplerin ezelden beri var olduğu bilinir de, “hayvancılık yapmak için hibe kredisi alanına” ilk kez rastlamış olduk, eh artık bu durumu da meslek kuruluşları değerlendirsin…
(*) https://fb.watch/kfRyfhzVHS/?mibextid=YCRy0i
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder