Deprem haberi size ulaştığında ne yapıyordunuz?
Büyük olasılıkla sıcak yatağınızdaydınız çünkü “büyük felaket”sabaha karşı yaşandı. Oysa “depremzedeler” kim bilir ne haldeydiler? Ölülere sormak imkansız ama göçük altında kalanlar korkunç sarsıntının etkilerini acaba nasıl yaşadı? Yıkıntıların altında, yaraların acısıyla, gecenin ayazında saatlerce kurtarılmayı beklemekten daha beter bir kabus olabilir mi? Sağ salim kurtulanlar peki? Belki ilk anda şükretmişlerdir sağ kaldıklarına ama sonra? Yakınlarını kaybetmenin acısı? Sığınacak sıcak bir yer bulamamak, bir lokma ekmeğe, bir bardak sıcak çaya özlem duymak?
Hepimiz önce bölgede yaşayan yakınlarımızı aradık, kiminden haber alabildik, kimine ulaşamadık. Acaba hangi haldeydiler? Televizyonlar radyolar açıldı, haberleri izliyoruz, elimizde telefon sağdan soldan bilgi almaya çabalıyoruz…
Ve görüyoruz ki Deprem Cephesinde! değişen hiçbir şey yok…Neden yok peki, neden?
Japonya’da, Şili’de daha şiddetli depremler yaşandı, kimsenin burnu bile kanamadı da biz niye bu durumdayız? Bütün bu yaşananlar neden bizi yönetenlere asla ders olmaz?
Bu sorulara kafamda yanıt ararken, aklımda 23 yıl önce yaşanan o iki büyük depreme ilişkin fotoğraflar canlandı, çabalasam da hayalimden hiç silemediğim, asla unutamadığım o fotoğraflar, beynime kazınmış, hafızama sinmiş olan o kokular, duyduğum hıçkırıklar, sesler…
Anlatayım:
İZMİT: Ölü sayısı o kadar fazlaydı ki… Enkazdan çıkarılmaları günler almıştı, bu durum salgın hastalıklara kapı açabilirdi, o yüzden ölüler (dokunulmadan-yıkanmadan) kireçlenip bir torbaya konularak, greyder kepçesinde çukurlara indiriliyordu, imamlar onlarca ölünün aynı anda gömüldüğü toplu mezarların başında,ağızları-burunları maskeyle kaplı, hepsine birden, isimlerini bileanmadan, o hengamede ölüleri uğurlayacak cemaat filan da olmaksızın dualar mırıldanıyordu.
GÖLCÜK: İnsanlar günlerce yakınlarını aradılar, dirisine ulaşamadılarsa, ölüsüne razı oldular. Sokaklardan zaman zaman, bir askeri kamyonet geçiyordu kasasında siyah ceset torbalarıyla, bir yol ağzında durduğunda, askerin biri megafonlu alıp çevresine sesleniyordu:
-Ölüsü olan gelsin…
Siyah ceset torbaları bir bir, yavaşça indiriliyordu kaldırıma. Bir genç adam koştu geldi, yüzü acılı, bitkin, gözlerini sabitleyip küçük siyah torbanın açılmasını bekledi, incecik bir kol göründü fermuar açılınca, bileğindeki siyah plastik kordonlu dijital saat hala çalışıyordu, genç adam gözyaşlarına boğuldu… -Kardeşim-dedi… -O saati doğum gününde ben hediye etmiştim… Babaannesinin yanında kalmak istemişti gece, depremde apartman olduğu gibi yıkılıp suya gömülmüş. 10 gündür bulmaya çalışıyorduk…- Hıçkırarak anlattı bunları.
Koku nasıl anlatılır peki? Çok zor, ama kokuyu anlatmazsam olmaz, o tablo tamamlanamaz…
Anlatamam ki, belki de anlatmasam daha iyi… O güzelim sarışın çocuk, belli ki saç traşı yeni, kolundaki dijital saat hala çalışıyor, ama kendisi sessizce tam 10 gündür suda yatıyormuş…
O günlerde Kanal D televizyonunun Ankara’daki haber merkezinde birlikte çalıştığımız kameramanım Ali Berber’le deprem bölgesini karış karış geziyor, bu manzaraları haberleştiriyorduk, büyük felaketin, acının, gözyaşının, çaresizliğintam göbeğindeydik.
-Deprem 20 bin can aldı- dediler, o canlar gitti de geride kalanlar ne oldu?
Yaralananlar, kriz geçirenler? Ameliyat olması gerekenler? İlaca, pansumana ihtiyaç duyanlar? Hastaneler, doktorlar, sağlık personeli yetmiyordu ki… Derken bir haber ulaştı, ABD Türkiye’ye Hastane Gemisini gönderiyordu, Kearsarge Gemisi bir kaç güne kadar İstanbul’a ulaşıp, demir atacak, depremzedelere katkı sağlamaya çalışacaktı.
Hemen elçiliği aradım, gemiyi görüntülemek, röportajlar yapmak için randevu istedim, “olur” dediler, geminin İstanbul’a gelip demir attığı sabah bizi helikopterle kıyıdaki bir parktan alıp gemiye götürdüler… Görüntü almak serbestti, muayene odalarını, görüntüleme merkezlerini, ameliyathaneleri, hastanenin heryerini kaydettik. Tek sorun, gemiye hakim sessizlikti, bizden başka güverteye inen filan yoktu, ne gelen vardı ne giden.
Gemi komutanı sessizliğin nedenini açıkladı:
-Bir kaç dakika önce Sağlık Bakanınız (*) açıklama yapmış, -Amerikalılara verecek tek bir hastamız bile yok, biz kendimize yeteriz- demiş… Boşuna gelmiş olduk yani, kimseye bir katkımız olamadı, yakında demir alıp ayrılacağız İstanbul’dan…
Günlerdir sürdürdüğümüz dur duraksız çalışmadan yıpranmıştık, o anda başıma bir ağrı saplandı, gemi komutanının yanındaki doktora sordum:
-Bana bir ağrı kesici verebilir misiniz? Başım çok ağrıyor…
Doktor, ağrı kesici ilacı getirtip, bir bardak suyla gülümseyerek uzattı:
-İşte buyrun, Türklere hiç değilse bu kadar faydamız olsun…
O büyük depremde, Türkiye Bülent Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon tarafından yönetiliyordu. MHP’li Sağlık Bakanı Osman Durmuş, “Amerikalılar defolsun gitsin, onlara verecek tek bir hastam bile yok” demişti…
Hayır, Amerikalıları savunuyor filan değilim, sadece vatandaşlık hakkımı kullanıp, bunca yıl sonra başımızdakilere soruyorum:
-Madem kendimize yetmiyoruz, bari biraz olsun ders alabilseydik, neden yaşananlardan ders alamıyoruz?
(*) https://www.milliyet.com.tr/the-others/akil-durduran-zihniyet-5241144
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder