Seyahatler beni çok heyecanlandırıyor, kendimi şanslı sayıyorum. Yıllarca okuyup, fotoğraflarını görüp, filmler izleyip, üzerine düşler kurulan bir ülkeye, Güney Afrika Cumhuriyetine ayak basmak kimi zaman kabusa dönüşse de, o düşün parçası olabilmek büyük bir şans değil mi? -Kabus mu? Neden? Diye soruyorsanız, Pretoria’dan başlayayım anlatmaya… Jakarandalardan dökülen çiçeklerin caddeleri mor halılarla kapladığı, yasemin esintileriyle mis gibi kokan başkente eylül sonunda ayak basmıştım. Gecenin geç saatiydi, über çağırıp otele ulaştığımda motor gürültüsü ve mazot kokusu hiç hoşuma gitmedi ama, saatler süren yolculuğun etkisiyle valizimi bile açmadan yatıp uyudum. Küçük otelimde uyandığımda artık motor sus muş, mazot kokusu yok olmuştu, bahçeden sızan yaseminlerin esintisi ferahlatıyordu. İlk kez ayak bastığım ülkeyi tanıma hevesiyle alelacele bir şey atıştırıp resepsiyona yöneldim: -Kent planı var m...
Mürekkep kokan sayfalarda şimdilerde bize yer yokmuş, eh, ne yapalım? Açılsın bari hayali sayfalar... Oysa onlara yazmak tıpkı suya yazmak gibidir. Kayboluverir gider.