Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Tuileries Bahçıvanının Günlüğü

Evet,  Tuileries Bahçeleri nin bahçıvanlarından biriyim. Aslen  Morocco luyum (Fas), eğitimim yok, Fransızcayı bir türlü sizlerin deyimiyle “ bi hakkın ” öğrenemedim. E, ne yapalım şu dünyaya gelmişiz bi kere. Biz de yaşıyacağız. Tam 25 yıldır  Paris  sokaklarını caddelerini arşınlar dururum. Hafta içinde yolum hep aynıdır,  Strasbourg Saint-Denis’ den 9 nolu metro hattına biner,  Concorde’ da inerim, ver elini  Tuileries .  Paris  yazları bile sabah hep serin olur. Üstümdekileri değiştirir bahçıvan ünformamı giyer işe koyulurum.  Önceki yıllarda  Tuileries B ahçelerinin çöpünü toplamaktı işim. Ne ararsan vardı, yemek artıkları, sigara izmariti, pet şişe, şarap şişeleri, bardaklar, en çok da prezervatif. Hatta kadın külotu bile çok bulunanlardandı. Neyse işte, şimdi beni bahçıvanlığa terfi ettirdiler de, ağaçları traş etme (bizim  Paris 'te ağaçları öyle bildiğiniz gibi budamazlar, kübik hatta kutu gibi bir şekil verilir ...

Su bütün dertleri siler

İlk adımın biraz çekingendir, sonra hızlanırsın, ama koşmazsın...Sabahın köründe koşmak sinirine dokunur, hem zaten o enerji çoook gerilerde kalmadı mı?  Yürürsün de yürürsün, hızla nefes alır verirsin. Son günlerin terslikleri, felaketleri, tatsızlıkları önce hep aklındadır:  - Onu öyle yapmasaydım, neden öyle dedim ki? Kırılmıştır kesin.  -Hay Allah, kalp krizi geçirmiş ve 48 saat yaşamış sadece... İnanamıyorum onun öldüğüne, tamam kabul ediyorum, çok yakın değildik, ayda yılda bir bile aramazdık birbirimizi ama hala yaşasaydı keşke...  -Karşıdan gelen şu adamlar ve kadınlar da ne suratsız öyle? Olur mu ama yahu? Her gün bu parkurda karşılaşıyoruz. İnsan zorla bile olsa, birazcık gülümsemez mi?  -Ufff ya, şu referandum ne olacak? Ya -evet- çıkarsa? Zaten kan uyuşmazlığın olan bu idarenin daha da ceberrutlaştığını düşünebiliyor musun?  -O zaman bizimkilerin iş bulması daha da mı zorlaşacak? Zaten kimsenin ne ehliyete ne deneyime baktığı var, öyle değil mi?...

Anna Karenin

Bugünün dünyasında, yani Tolstoy ’un ölümünden bir asır sonra Anna Karenin ’i (*) okumak hem keyif verir insana, hem de pek çok şeyi sorgulamasına yol açar...  Bir kere Anna Karenin , insanın iliklerine kadar hissedeceği bir aşkın hikayesidir. Yani “ başından aşk geçmiş! ” insanların çok iyi bildiği duygulardır o kült romanda anlatılanlar. O kadar ki, romanın üstüne kurulu olduğu kadın Anna, Kont Vronski ’ye olan aşkı uğruna her şeyden hatta yaşamaktan bile  vazgeçmiştir... Küçücük oğlu Serjoya ’yı, herkesin saygı duyduğu kocası Aleksey Androviç ’le gah Moskova’da gah Petersburg’da sürdürdüğü, hiçbir olanaktan yoksun kalmadığı o renkli yaşamı, herkesin hayranlıkla izlediği güzelliğine çok yakışan, en iyi terziler elinde, gerçek dantellerle dikilen  tuvaletleriyle boy gösterdiği suareleri, kuş sütünün eksik olduğu evinde kitap okuyarak geçirdiği huzurlu saatleri ve büyük aşkı Vronsk i’yi, hatta küçücük kızını bile geride bırakıp gitmiştir... Çünkü, görünürde pek çok kadın ...

Sekiz silindirli 66 Buick ve yaşamımızdan yitip gidenler

Kimdi o komşular? Nereye gittiler? Oğullarının ismi Gürbüz, kızlarınınki  Gülten  miydi? Karşımızdaki  Saadet Apartmanı nın sokağa bakan birinci katında otururlardı, evlerinin balkonunu çepeçevre saran mor salkımlı evde. Nisanda mı Mayısta mı açardı mor salkımlar? Ortalık nasıl bir yağlıboya resim şölenine dönüşürdü?  İlk taşındıklarında onlara “ mahalleye hoşgeldiniz ” demeye gitmiştik annemle.  Evin hanımı Gönül Teyze biz pırıl pırıl temizlenmiş, limon kolonyası kokan salonda misafir etmişti. Ev iki oda bir salondu, pardon salon salomanje ... Duvarda, Saatli Maarif Takvimi nin hemen yanında duran saatin sarkacıyla, uzayıp giden kurma zincirinin ucundaki siyah abanoz kozalaklar nasıl da hoşuma gitmişti. Yakınına gidip, ayaklarımın ucunda yükselerek incelemiştim saati:  “ Tik tak, tik tak... ” sesleri arasında yelkovan ilerliyordu, birden üstteki minik pencere açılmış ve mavi minik kuş çıkıp “ guguk guguk ” diye dört kez öterek saati...

Kadınlar ne ister?

  Geçenlerde Ankara 'da pek parlak, süslü ve epey de pahalı etiketleriyle tanınan bir mağazada psikolog İlkim Öz bir söyleşiye katıldı. Mağaza butiğinden bol sıfırlı çeklerle bolca ürün satın alırken izdiham yaratan hanımlar, nedense söyleşiye tek tük katılım göstermişlerdi. Grupta bulunan bir hanım kendini tutamadı: -İlkim Hanım, zamanınızın çok değerli olduğunu biliyorum, kitaplarınızın çoğunu okudum. Ben söyleşinizin hınca hınç dolu olmasını beklerdim. Annemin bir sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim. 'Kafanın içini süsle, dışını değil!” derdi rahmetli... Acaba bu yüzden mi tenha bu salon? Salondaki süslü püslü hanımlar arasında birden buz gibi bir hava esti. Pek havalıydılar aslında, hep de pohpohlanmaya alışıktılar... Çoğu estetik burun ameliyatlı ve silikon dudaklıydı. Beceriksiz ve ilkesiz doktorlar elinde tuhaf, donuk ve tornadan çıkmış gibi duran, birbirinin tıpkısı suratlarıyla doğru dürüst gülümseyemiyor ya da kaş çatamıyorlardı. Nasıl oluyorsa aynaya baktıkl...