Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ekim, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Ölülerden özür dilenmez, Bekir Coşkun’dan da

“ Bekir Coşkun gitti, huzura kavuştu”  desem, onu deli gibi seven eşi Andree bana çok mu kızar acaba? Tabii o da anlıyordur benim aslında ne demek istediğimi.  Bu dünya pek çoğumuz  için bir cendere değil mi aslında? Bekir Coşkun ’u konuşalım mesela... Bu kadar mı sevilir bir yazar? Bu kadar mı okunur? Bu kadar mı kıvrak bir kalemi vardır? Ha, bütün bu özellikleri yanında bir yazar bu kadar mı halkının, ülkesinin çıkarlarını savunur? İlericiliği, doğruculuğu, dürüstlüğü ile bilinir?  -Peki bu özellikleri ile ülkenin en  önde gelen yazarı sıfatını taşıyan yazarın başı acaba göklere mi erer? Bir eli yağda bir eli balda mı yaşar? -Yoooo... Nerdeeee!!! Tam tersine, oradan oraya sürülür, kimi zaman işsizliğe, kimi zaman kıt kanaat geçineceği maaşlara talim ettirilir, zaten kendisi bu durumu yazı başlığı ile iki kelimede özetleyivermiştir,   Onuncu Köy ... Sıkıntılı süreç sonunda kansere davetiye çıkarır ve yaşama kısa sürede  elveda der Bekir Coşkun ....

Sodom ve Gomorra ile imtihanım!!!

Siyasetteki kısırdöngünün karamsarlığından biraz uzaklaşmak isterseniz, gelin kitaplar arasında kaybolalım.  Gerçi o da kolay değil, örneğin her elime alışta başa dönmek gibi bir durum hasıl oldu  Proust’un Sodom ve Gomorra ’sını okurken. İkide birde sözlüklere başvurmak, “Google’ı açıp kapamaktan yalama etmek” de cabasıydı bu okuma maratonunun. Proust Ustanın toprağı bol olsun da,  “ yazarlar anlaşılmamak için mi yazarlar? ” Diye bir soru dönüp durdu hep kafamda. Daha önce kitap kulübümüzde  “ Swann’ların Tarafı ”nı okumuştuk, ama heyecanımı yitirmeden tamamlayabilmiştim  onu... Aslında Marcel Proust ’un “Kayıp Zamanın İzinde” dizisinin parçasıydı ustanın yaşamının son 17 yılını verdiği bu kitaplar... 3 bin sayfa, 1 milyon 250 bin sözcükten oluşan 7 kitap... Demet Hanımın evindeki tatlı sohbetimiz saatlerce sürmüştü... Aklımda kaldığına göre, hiçbirimiz kendimizi kitaba o kadar da verememiştik.  Bakıyorum da ben de Proust’u  okumaya bir o kadar eme...

Keriman Hanımın böreği

Yaşadıklarımız o anda ne kadar keyif verirse versin, “ elimizden kayıp gittiğinde, ” yani artık ulaşılmaz olduğunda öylesine artırıyor ki değerini, anlatılamaz. Ah gençliğimiz, o güzel sofralar, muhabbet, büyüklerden kalbimize sıcacık akan karşılıksız sevgi... E, şimdi yok ki Keçiören ’deki o ev, Cihannüma mı denirdi çepeçevre camlı, hoş manzaralı, ferah salonlara? Neydi o güzelim bahçe, hele de alt sınırına çit yerine dikilmiş bembeyaz zambaklar... Sanki birazdan Keriman Hanım  (*) bahçe kapısında elinde bakır siniyle görünecek: - Kuzum, haydi bakalım, çay da demlendi, soğutmayalım böreği Diyecek . Fırından yeni çıkmış sinideki, dumanı tüten, nar gibi kızarmış börek acaba pırasalı mı? Yok yok, peynirli pazılı yapmıştır Keriman Hanım . Belli ki sabah saatlerini mutfağında böreğin iç harcını ve hamurunu hazırlamakla geçirmiş, misafir kapıyı çaldığında siniyi fırına sürüp, çayı demlemiştir... İşte börek o börek... Yıllar geçti Keriman Hanımı görmeyeli... Kızının, Emine ’nin (**) ...