Yağmur bardaktan dökülürürcesine yağıyor, silecekler zor yetişiyor önümüzü görmemize. Silivr i’ye ulaşmamıza sadece dakikalar kaldı... Yolda hızla ilerlerken sağımızda solumuzda sapsarı uzanan kolza ekili tarlaları hayranlıkla izliyoruz -Geldik galiba -Burası cezaevinin girişi mi? Yani duruşma salonunun? -Nizamiye olsa gerek. -Peki şu dev cami inşaatı neyin nesi dersin? -Bilmem, tutuklular için desek, mümkün değil, özgür değiller ki gidip secdeye varsınlar... Olsa olsa savcılar, hakimler, gardiyanlar için filandır. -Zaten tutuklular özgür kalabilse ilk yapacakları iş secdeye varmak mı olur sence? Yoksa şu gri tavanla sınırlanmadan ufuk çizgisine uzanabilen kolza tarlalarını seyredip, tertemiz havayı soluyorak özgürlüğün tadını çıkartmak mı? Duruşma salonunun yetersiz park yerine arabamızı güç bela park edip iniyoruz, girişte de izdiham var. Çantalarımız, üstümüz başımız aranıyor, telefonlarımız teslim alınıyor. Duruşma salonuna giriyoruz. Saat henüz 09....
Mürekkep kokan sayfalarda şimdilerde bize yer yokmuş, eh, ne yapalım? Açılsın bari hayali sayfalar... Oysa onlara yazmak tıpkı suya yazmak gibidir. Kayboluverir gider.