Bu Blogda Ara

Çarşamba, Kasım 06, 2024

Ata’nın Kolibası




Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulunduğu semte…Bir arkadaşımla öğlen yemeğinde buluştuk, sonrasında güzel havada biraz yürümek istedim, arkadaşımın anlattıklarına takılmıştı aklım, son cümlesi epey canımı sıkmıştı, birden karşıma “tanıdık” bir yer çıkmasın mı?



-A, burası Atatürk’ün Kır Evinin bulunduğu yer değil mi?


Kır Evini yıllar sonra yeniden görmek istedim, yakınına kadar ilerledim, baktım kapı duvar, “Atatürk’ün bu Kolibayı kendi parasıyla yaptırdığı” bilgisine yer veren tabelanın asılı olduğu kapı, ikinci bir cam kapı ile koruma altına alınmıştı . Kolibanın (Selanik’te kulübe anlamında kullanılan bir sözcükmüş) arkasındaki pencerenin kepenkleri ise aralıktı, evin içini belki görebilirim diye kepengi açıp baktım ama pencerenin çatlak camının arkasındaki perde de kapalıydı, içeriyi göremiyordunuz.



Oysa yıllardır açıktı o kulübe, Ata’nın yudumladığı son kahve fincanı telvesiyle, tüttürdüğü son sigara da izmariti ile saklanıyordu bir rafta. Atatürk’ün herkesin belleğine kazılı o keyif anının resmi de zaten kulübenin önündeki hasır şezlongda çekilmemiş miydi?


Yıllar öncesinden başka resimler geldi geçti aklımdan.



Sarar İlkokulundaydık,  öğretmenimiz Melahat Hakyemez, velilerimizle birlikte hepimizi yıl sonunda Sögütözü’ne götürmüş, kulübeyi gezdiğimiz sırada uzun uzun Atatürk’ü ve Cumhuriyet kazanımlarımızı anlatmıştı bizlere…


-Şimdi neden kapalıydı peki Ata’nın kulübesi?


Bunu soracak kimse yoktu etrafta, sonra düşündüm, canımı sıkan konuyla,  Kır Evi’nin kapalı oluşunu ve çatlak pencere camını kafamda birleştirdim, ne demişti arkadaşım:


-Size bakanlıktaki çalışma odamda bir kahve ikram etmek isterdim ama…

-Ben de isterdim, neden -ama- dedin?

-Çünkü yeni bir atama yapıldı, oda arkadaşım var artık ve…

-Ve?

-Tüm gün dudakları kıpır kıpır, karşımda Kur’an okuyor


Duyduklarıma inanamadım, şunu söylemekle yetineyim, “Diyanetle dinle alakası olmayan bir  kurum” arkadaşımın çalıştığı yer…Yorum sizin…



Salı, Kasım 05, 2024

Ahmet Türk ve Kürt sorunu



Meslek yaşamımız Kürt sorununa dair her çeşit çözüm önerisini izleyip, dinlemekle, konuşmaları, röportajları kaleme almak, hatta ilgililerin yargılandığı duruşmalara katılmakla geçti. Apo’nun İtalyan makamları tarafından 1998 yılında Roma’da bir villada “misafir edilme”  sürecini izleyen gazetecilerden de  biriydim.  


Elde ne var? Diye düşünüyorum:


Diyarbakır, Van, Batman ziyaretleri, yakılan köyler, Kürt insanının talepleri, Ankara’nın kimi üstenci, kimi kucaklayıcı yanıtları, çözüm önerileri, girişimler, karşılıklı suçlamalar… Cumhurbaşkanından  sokaktaki adama, her taraftan, her fikirden isimlerle konuşmalar… Dünya örneklerini incelemeler… 


-Kürtçe yasak mı değil mi? 

-Televizyon Kanalında Kürtçe var ama okulda neden yok? 


Soruları… 


Kapatılan, yeniden kurulan, yeniden kapatılıp yeniden kurulan  siyasi partiler. Yıllarca “yüksek atlama barı” gibi ta yukarlarda tutulan seçim barajı, baraja takılan oylar, asıl sahibine gitmeyip, birinci parti hanesine yazılan oylar… 


-Kürsüde Kürtçe yemin edişi sonrasında Meclisten polis zoruyla çıkarılıp tutuklanan, yıllarca hapsedilen milletvekilleri, siyasetten men edilen Leyla Zana. Görevden alınan belediye başkanları, kayyımla yönetilen kentler, kasabalar…

Geriye dönük linkleri sildirilen, yasaklanan haberler, tutuklanan hapislerde çürütülen yazarlar, aydınlar. “Bir Kürtçe şarkı söyledi” diye memleketi terketmeye mecbur edilen sanatçılar…

 

-“Dağdan in, düz ovada siyaset yap” diye davet edilip Habur’da davulla zurnayla karşılanan PKK’lılar…


Abdullah Öcalan’ı bir “bebek katili” diye yerin dibine sokup, bir “aman bize yakın mesaj versin” diye umut kapısı yapmalar, hatta meclis kürsüsüne davet etmeler…


Terörün PKK eliyle Demokles’in kılıcı gibi tepede durmadan sallandığı çözümsüzlük ortamı. 

Yıllardır önlenemeyen ölümler, ölümler, sayısız ölüm… Harcanan milyarlar… 


-Sonuç?

-Elde var sıfır…


——Çözümü yaşarken göremeyecek miyiz?——




Bu kaos ortamında, Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün “üçüncü kez” görevden alınıp yerine kayyım getirilmesi beni, “yaşarken Kürt sorununun çözümünü göremeyecek miyiz” diye kara kara düşündürürken, eskiye de götürdü. (12 Ekim 2005)



The New Anatolian gazetesinde zamanın DTP (Demokratik Toplum Partisi)  eş başkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’la yaptığımız kapsamlı bir konuşmayı gözden geçirdim:


SORU: 1993 yılında HEP adına randevu alıp, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la görüşmüştünüz. Ardından Bekaa Vadisine gittiniz, Öcalan ile konuştunuz,  detay anlatır mısınız?


TÜRK: Özal’ın Cumhurbaşkanlığı sırasında kan hala dökülmeye devam ediyordu, bizler HEP (Halkın Emek Partisi) milletvekilleri olarak barış çağrısında bulunduk ve kendisinden randevu istedik. Bizi Çankaya Köşkü’nde kabul etti. Dedik ki, “bu dökülen kanın durdurulması için biz de sorumluluk duyuyoruz, gerekirse Bekaa’ya bile gideriz.”  Kendisi bize aynen şunu söyledi,  kelimesi kelimesine aktarıyorum, -ben Süleyman Demirel gibi korkak değilim, çünkü ben sadece Allah’tan korkarım. Kendi iç meselelerimiz uğruna birbirimizle savaşarak zaman kaybetmekten artık vazgeçmeliyiz. Kürtler bizim insanımızdır, doğrusu ile yanlışıyla bizim insanımızdır, onları tekrar kazanmamız gerekir. Benim şöyle bir düşüncem var, bir genel af çıkaralım, bu insanların elinden birer dilekçe alalım (tabii ki PKK’yı kastediyordu ) ve onlara özgürlüklerini verelim. Eğer beş yıllık bir zaman sürecinde herhangi bir suç işlemezlerse bu aldığımız dilekçeleri yok edelim, benim planım budur- dedi. Özal’la yaptığımız bu görüşmeden sonra, bir grup HEP milletvekili olarak önce Şam’a gittik Türk Büyükelçisi ile konuştuk, ardından da Lübnan’a, Bekaa’ya giderek Öcalan’la buluştuk. Kendisinin Özal’a yanıtı, yani Özal’ın bu planına bakış acısı son derece olumlu oldu. Fakat ne yazık ki biz tam dönüş yolunda iken Özal’ın ölüm haberi geldi, dolayısıyla bu çözüm politikasının gerçekleşmesi şansı da ortadan kalkmış oldu.

 

SORU: Şu anda da bir genel af beklentisi var, hatta  çözüm önerisi olarak gündemde. Sizce bu katkı sağlarlar mı meselenin çözümüne?


TÜRK: Bu sorun sadece bir af meselesine indirgenemez. Eğer böyle yapılırsa toplumda gerginlik yaratır. Her şeyden önce yeni bir demokrasi yaklaşımı ortaya konulmalı, bütün politik ve psikolojik altyapı çözüm için hazırlanmalıdır. Aksi taktirde, eğer böyle bir genel af gündeme gelirse pek çok çevre tarafından reddedilebilir, toplumu germemek adına bunu hazırlıksız başlatmamak gerekir. Mesela Ermeni meselesi ile ilgili bir çözüm paketi önerdiler. (*) Bunun gibi biz de aslında öncelikle bir Kürt konferansı organize etmek istiyoruz meselenin bütün boyutlarıyla tartışılması için ve bunun çok yararlı olacağına inanıyoruz.


SORU: Bunu partiniz yapamaz mı?


TÜRK: Biz -bu sorunları Kürtler aramızda tartışalım-  peşinde değiliz bütün taraflar olmalı böyle bir konferansta…

SORU: Bunu engelleyen nedir? 

TÜRK: Siz bunun kolay olduğunu sanıyorsunuz ama aslında değil görmediniz mi Ermeni Konferansı ile ilgili tartışmaları…


(*) Dönemin AKP hükümetinin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Nisan 2005 günü Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan´a Gönderdiği Mektup ve ortak konferans önerisini kastediyor. 

(*)Ahmet Türk’ün yapılmasını istediği Kürt konferansı o günlerde Brüksel’de toplanmış, ben de gazeteci olarak izlemiş ve haberleştirmiştim. The New Anatolian gazetesinin arşivleri ne yazık ki dijital olarak muhafaza edilmediği için bu kayıtlara ulaşmak artık mümkün olmuyor. (N.E.) 


Perşembe, Ekim 24, 2024

Oktay Ekşi ile balkon sohbeti





İstanbul’da tam deyimiyle “hoş vakit” geçirdim, meslektaşlarımla buluştum, uzun uzun sohbetler ettik. Mesleğimizin duayenlerinden Oktay Ekşi ile akşam yemeğinde söyleşmek ise benim için “ödüldü” desem abartmış olmam. Ekşi’nin “Boğaza nazır” evinin balkonunda çektirdiğimiz resim o günün güzel anısını yansıtıyor.  



Laf lafı açtı 70’lerde Oktay Ekşi’nin yine mesleğimizin duayenlerinden Altan Öymen ile birlikte Ankara’da Gazeteciler Cemiyeti seçimlerini kaybettiğini de sohbet sırasında  öğrenmiş oldum. 


İlginç değil mi? 


Ekşi “Hürriyet’teki baş yazılarının noktalanmasına yol açan” olayı, “bunlar analarını bile satar” sözünü yazısının sonuna nasıl eklediğini ve olayın perde arkasında yaşananları bir bir anlattı. Bence bu olayın en düşündürücü yanı,  Oktay Ekşi’nin tam 36 yıldır başyazarı olduğu Hürriyet’ten ayrılmasına yol açan yazısının orijinal halinin şimdi dijital arşivlerde aransa da bulunamayacak oluşu, çünkü “SİLİNDİ!” 


Düşünün, Türk basınının son yıllarda nasıl ağır bir baskı altına alındığının önemli örneklerinden biri olan bu olay artık yok hükmünde. Ben bu yüzden bir Toplumsal Hafıza Merkezi kurulmasını (*) bunca yıldır savunup duruyorum ama ne basın örgütlerinden ne toplumun aydın kesiminden bu yönde en ufak bir destek gelmiyor.


Gelelim Oktay Ekşi’nin Hürriyet gazetesinde “sonunu getiren” olaya… Ekşi o günlerde art arda yazdığı yazılarla doğanın katledilmesine yol açan HES’lere ve kimi yatırımların yabancılara peşkeş çekilmesine karşı çıkıyor, buna yol veren çevre bakanlığını sürekli eleştiriyor:


-O gün yazımı yazıp bırakmıştım, bana gazetenin taşra baskıları daima gelir, inceledim baktım, yazımı alelade bir bitişle noktalamışım, biraz daha güçlendirmek istedim, dedim ki, -bunlar analarını bile satarlar-


Ve o andan itibaren Ankara’da hükümet çevrelerinde kıyamet kopuyor, gazete yöneticilerini, gazete sahibinin kızını,  hatta sahibini arayan arayana…Hürriyet’in o günlerde genel yayın müdürü olan Enis Berberoğlu bu yaşananları, hükümet kanadından gelen ağır baskıyı Oktay Ekşi’ye aktarıyor, Ekşi de gazetenin sahibi Aydın Doğan’ı telefonla arayıp, “gerekirse gazeteden ayrılabileceğini” ima ediyor, Doğan’ın anında verdiği yanıt şu:


-Beni çok rahatlatırsınız…


Oktay Bey  Hürriyet Gazetesinden ayrılırken durumu nazik sözlerle okurlarına aktarmakla yetiniyor. 


“1966 yılından beri mensubu olduğum, 1974 yılından beri de “Başyazar”ı sıfatını taşıdığım Hürriyet Gazetesi’nden ayrılmaya karar verdim. Bana ne mutlu ki bunca yıl en iyi patronlarla ve mükemmel gazetecilerle çalıştım. Hepsine içten teşekkür borçluyum. Bugüne kadar ülkem ve mesleğim için hangi görüşleri savundumsa ömrümün sonuna kadar onları savunacağımın bilinmesini isterim.”



Oktay Ekşi’nin duvarını süsleyen İsmet İnönü ile olan bir resmi de  çok ilgimi çekti, İnönü acaba ona neden parmak sallıyordu? O günlerde röportaj yaptığı İnönü meğer, “Benim söylediklerimin tamamını yayınla” diyormuş  Ekşi’ye.

Ekşi ile Basın Konseyi başkanlığı sırasında yaşanan kimi ilginç olayları hatta ünlü bir gazeteciye kimi parasal işlerle anılması nedeniyle Konsey’in tembihte bulunuşunu da  konuştuk. 

Şimdilerde kaleme almakta olduğu anılarında bakalım hangilerine yer verecek? 


Ben de merakla bekliyorum.


Ha, unutmadan Ekşi’den son bir not ileteyim, yaşamda kimileri “çalışır durur” kimileri ise, “çalışmadan hazıra konar” ya, meğer o kader, daima yaradılışta belli olurmuş:


-Bazıları borçlu, bazıları alacaklı doğar, borçlular ha babam de babam çalışır durur, o borcu bir türlü ödeyemez. Alacaklılar ise şanslıdır, onlara hayat verir de verir ama  bir türlü alacakları ödenemez…


Söylesenize, siz acaba kimlerdensiniz?

(*) https://bennursunerel.blogspot.com/2024/10/tanklgn-omru-ne-kadardr.html


Çarşamba, Ekim 23, 2024

Barış Kaşıkçı’nın ardından!


Barış Kaşıkçı
meslekte tanıdığım “en parlak” gazeteciydi… Dün gece ölüm haberi ulaştı, o dakikadan bu yana sayısız  “enstantane” geçit yapıyor belleğimde:

Anadolu Ajansının İç Haberler Servisinde mesleğe başlamışım,  büyükçe bir salonda çalışılıyor, masaların üstünde kimi büyük dev gibi, kimi portatif, kimileri F klavyeli, kimi Q’lu, onlarca daktilo var.  Hayranlıkla izlediğim kimi gazeteciler bant çözüyor, biri telefonla yazdırılan haberi tape ediyor, işi olmayanlar özel cihazdan akan rulodan AA mahreçli haberleri okuyor, ya da gazeteleri gözden geçiriyor.. 



 İbrahim Çıngay (ÇIN) (*) içeri giriyor:

-Arkadaşlar kulak verin… IMF heyeti geliyor akşam kadrosunu güçlendireceğim, havaalanına özel ekip gidecek…

Diyor, daktilolar susuyor… Çıngay gözlerini salonda dolaştırıyor, bende karar kılıyor,  foto muhabiri Kadir Şengün’le birlikte Esenboğa’ya gitmek için hazırlanıyoruz. El telsizini, kocaman teybimizi unutmamalıyız.

Biz çıkmaya hazırız, Barış Kaşıkçı, Çıngay’ı yanıtlıyor:

-IMF gelecek tabii. Baksana Süleyman Demirel 77’deki lafını tekrarladı, -70 cente muhtacız- dedi. Şimdi eğer IMF Türkiye ile stand-by imzalamayı kabul ederse, haydi bakalım yine kemer sıkma politikası başlatırlar…

——Arabadan inen başbakan——

Herkesin gazeteciliğine hayranlık duyduğu Barış Kaşıkçı hakkında söylenenleri hep dinliyorum, o sırada mesleğe küser gibi olduğunu… Bir gün Cinnah Caddesinden aşağı yürüyerek iniyor, aniden kaldırımın kenarında bir makam arabası duruyor, içinden Bülent Ecevit iniyor, Barış’a yaklaşıyor:

-Barış Bey saygılar, nasılsınız?

Barış koskoca Başbakanın nezaketine, arabadan inip kendisine saygı sunmasına şaşırıyor, Yeni Ortam Gazetesinden yeni ayrılmış, yine bir işsizlik sürecinde…Oysa Başbakan olsa da gazeteci olarak Ecevit, Kaşıkçı’nın parlak gazeteciliğini çok iyi bilen bir isim, onun  isteğiyle  Barış AA’da göreve başlıyor. (Bu olayı bir gün kendisi anlatıyor)

Biz de tam da o günlerde,  Bülent Ecevit hükümetinin düşmesi, Süleyman Demirel’in Başbakan oluşu ile AA’ya Ümit Zileli ile aynı gün başlıyoruz…

Barış kendisi mesleğe küskün olsa da biz gençlere  tam destek veriyor. Arada espriyi de eksik etmiyor:

-Aman siz okullular yok musunuz? Haberi kolay kolay yazamazsınız, önce 5 N 1 K’yı kafanızda evirip çevirmeniz gerekir…

Bir keresinde beni Ankara’nın ilk gökdelenindeki Set Kafeterya’ya davet ediyor, “gel bak seni kimle tanıştıracağım” diyor.  Asansörle üçüncü kata çıkıyoruz, aaa Attila İlhan var masada… Oturuyoruz, sohbet ediliyor. Ben susuyorum, sormaya utanıyorum, keşke sorabilsem İlhan’a, bütün okul defterlerimi süsleyen o Revolution şiirini kime yazmış diye…

——Haber atlamayan, manşet deviren  gazeteci——

O yıllarda anarşi-terör sokaklarda kol geziyor, her gün sokak çatışmalarında gençler öldürülüyor. Demirel hükümeti  olağanüstü gerilen siyasi ortama faza dayanamıyor, muhtıra yiyor askerlerden.  Parlamento kilitlenmiş, TBMM tur üstüne tur yapıyor, Cumhurbaşkanını bir türlü seçemiyor, Ümit Zileli ile birlikte gece nöbetçisiyiz, telefonlar susmuyor:

-Alo, buyurun, Anadolu Ajansı İç Haberler?

-Kızım ben İhsan Sabri Çağlayangil, bugün parlamentodaki seçimin sonucu ne oldu?

TBMM’den sonuç yok… Arada Bülent Ersoy’a, Emel Sayın’a oy çıktığı bile oluyor.

Ve sonunda demokrasi darbeyi yiyor… 

Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Kurulu hükümete el koyuyor. Başbakanlık görevi  Bülend Ulusu’da…

Bizim salondaki daktilolar artık eskisi gibi  tıkır tıkır çalışmıyor, çünkü haber akışı yok gibi, varsa yoksa MGK’dan gelen bildiriler… Sadece onlar haber yapılıyor…

Eylül ayı sürprizlerle dolu, Bülend Ulusu’nun Devlet İstatistik Enstitüsünde bir toplantıya katılacağı haberi geliyor, Barış göreve çıkmaya hazırlanıyor. 

—-AA flaş geçiyor—-

Günlerden 22 Eylül 1980, Ajansta sakin bir gün yaşanıyor. Darbenin üzerinden 10 gün geçmiş… Birden istihbarat şefi Atilla Girgin (A.G.)  ile Ceyhan Altınyelek’in (CAY) odasından zil sesleri geliyor:

-Çın Çın Çın Çın çınnnnnnnnn

Rahmi Özyazgan (Ro-Ro)  koşarak dalıyor içeri, cihazın başına geçiyor:

-Arkadaşlar, savaş çıktı… İran Irak savaşı…

Herkes susuyor… İstihbarat defterini alıp bakıyor Barış Kaşıkçı, bana sesleniyor:

-Teybini al gel…

DİE Binasına gidiyoruz, Barış merdiven basamaklarını üçer beşer atlayarak içeri giriyor,  Hürriyet Gazetesinin parlamento muhabiri Ali Utku’nun Bülend Ulusu ile konuştuğunu duymuş… Hemen gidip ikili konuşmanın tarafı oluyor. 

Ulusu İran -Irak Savaşı ile ilgili açıklama yapıyor, Barış, Uusu’nun söylediklerini derleyip,  haberi telefonla merkeze yazdırıyor. Toplantı bitiminde Ajansa dönüyoruz, Barış’ın yazdırdığı haber yine flaş olmuş, üstelik jest yapıp benim parafımı da (NRS) habere eklemiş… Fakat biraz sonra MGK’dan açıklama yapılıyor, AA’nın haberi iptal ediliyor, gerekçe: 

-Ulusu’dan izinsiz demeç yazılması…

Ertesi gün öğreniyoruz, bizdeki haber iptal edilince, Hürriyet de taşra baskısında sekiz sütuna manşet yaptığı haberi kaldırmak zorunda kalıyor…

—-İki büyükannenin karşılaşması—-

Ben ve Barış bir kaç ay ara ile evleniyoruz O Yıldız Telatar ile ben Feyzan Erel ile… İkimizin oğulları birbirine yakın semtlerde büyüyor, aynı çocuk parklarında salıncakta sallanıp, kaydırak kayıyorlar. Ali ile Barış Can… Bir gün iki çocuk tahtıravalliye biniyor, büyükanneleri aynı banka oturmuş sohbette:

-Sizinkiler de mi çalışıyor?

-Evet çalışıyorlar

-Ne iş yapıyorlar?

-Ali’nin annesi gazeteci, Nursun Erel sizinki?

-A, bizimkinin de babası gazeteci, Barış Kaşıkçı…

O dostluk büyükannelerden sonra da kesintisiz devam ediyor… İki çocuk büyüyünce Tevfik Fikret Lisesinde de aynı sınıfa düşüyor, yıllar geçiyor aradan, Barış Can ABD’de şimdi, Michigan Üniversitesinde profesör, Ali İstanbul’da, iş dünyasında…

Artık Barış Kaşıkçı yok…  Kocaman bir boşluk bırakıp gitti… Bütün ajanslar flaş geçmeliydi bu acı haberi, çın çın çınlamalıydı her yer…

(*) AA’da haberlerin altında muhabir ve editörün parafı yer alırdı

(**) Révolution

Sarmaşıklı bir ev güneşli tertemiz camları..
Yine Chopin'den Révolution'u çalar komşumuz.
Sen işinden, ben işimden dönünce akşamları
Soframız hazır, taze ekmek, limon çiçekleri,
Billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz.
Sonra ben sana Nazım'dan şiirler okurken
Üşüşür penceremize gece kelebekleri.
Artık dalar gönlümüzce büyük şeyler düşünürüz.
Neler düşünürüz sevgilim neler düşünürüz..
Her sıçrayış bir birikişe bakar
Her birikiş bir sıçrayışı hazırlar.
Baştan başa tarih birikip sıçramalarla doludur.
Yine Chopin'den Révolution'u çalar komşumuz.
Saat kulesi gecenin on birini vurur.
Varıp deliksiz uyuruz uyuruz...
Sabahleyin bıraktığımız yerden hayata başlamak için...



Salı, Ekim 22, 2024

Tanıklığın ömrü ne kadardır?



Beyoğlu Muhabirliği”ni gazeteciliğin bir dalı olarak  hep duyardım, geçen gün bu alanda yapılanları birinci ağızlardan dinleme şansına eriştim. Beyoğlu Belediyesi tarafından düzenlenen “Gazetecilikte Beyoğlu Tanıklığı” panelinin konuğuydum. Değerli meslek büyüğüm Altan Öymen ile  sevgili meslektaşlarım Pınar Türenç, Namık Koçak ve Vahap Munyar’ın anlattıklarını ilgiyle izledim.


Paneli yöneten Nazım Alpman ilginç bir giriş konuşması yaptı:


-Çeteler, karanlık tipler, mafyacılar, kara paracılar gazetecileri sevmez, bu yüzden bir grup sevilmeyen insanla karşı karşıyayız şu anda… 





Ardından da Beyoğlu muhabirliğinin kıdemli isimlerinden, merhum Ergin Konuksever’in bir anısını bizlere aktardı:


-Ergin Ağabey yıllar önce Park Otel’de ilginç bir ismi bekliyor, sonradan Cumhurbaşkanı olan François Mitterrand kolunda genç, güzel bir kadınla içeri giriyor, Ergin Konuksever flaşı patlatıp ikilinin resmini çeker çekmez, Mitterand’ın yumruğu da kendi yüzünde patlıyor. Meğer Mitterand’ın kolundaki  Anne Pigeot, gözlerden yıllarca uzak tuttuğu evlilik dışı kızının annesiymiş. Yani bu ilişki ilk kez Ergin Konuksever’in objektifinden kayıtlara geçmiş.


Alpman’ın ardından söz alan gazeteciler o yıllarda Beyoğlu ve Taksim odağında, ünlü otellerde kalan pek çok isimle yaptıkları röportajları ya da bölgede izleyip, yaşayıp haberleştirdikleri olayları anlattılar. Böylece 6-7 Eylül yağmasından bugüne kadar yaşanan, hatta Taksim odağında başlayıp yurda yayılan 1 Mayıs olaylarına kadar uzanan bir tarihçeyi pek çok ilginç detaylarıyla öğrenmiş olduk.



Daha sonra  salondaki konuklara ve sevgili Pınar Türenç’in hatırlatmasıyla bana da söz verildi, şunları söyledim:


-Anlattıklarınızı ilgiyle izledim, neyse ki o yıllarda çalıştığınız gazetelerde yer alan haberlerinizin, röportajlarınızın ve fotoğraflarınızın tamamı kayıt altında ve arşivlerde.  Ancak ne yazık  içinde bulunduğumuz süreçte bu tanıklıkların kayda geçmesi giderek imkansız hale getirildi. Çünkü kişisel haklarının zedelendiğini öne süren herhangi br kişinin mahkemeye başvurması ile o haberler yasaklanıyor, geriye dönük linkler sildiriliyor, hatta o haberlerin yasaklandığına ilişkin haberler de anında yok ediliyor, dolayısıyla aslında bu yaşananlar  bir anda “yaşanmamış hale” getiriliveriyor.


Bundan diyelim ki on yıl sonra, bugünlere ilişkin araştırma yapacaklar olanlar bir bakacaklar, Türkiye’de meğer hiç mi hiç herhangi olumsuzluk yaşanmamış, örneğin Van’da helikopterden köylüler filan atılmamış, bunları haberleştiren gazeteciler hapsedilmemiş, Soma’daki maden faciasında da bir madenci yakını tekmelenmemiş, devleti yönetenlerin yakınları bütün önemli görevlere atanmamış, devlet ihalelerinin çoğu aynı kişilere verilmemiş, kısaca memlekette güllük gülistanlık bir yaşam sürmüş…


Neden mi?


Eskiden her türlü basılı yayının belli sayıdaki nüshalarının başta Milli Kütüphane olmak üzere devlet arşivlerinde saklanması, görüntülü haberlerin de belli sürelerle kopyalarının kenarda tutulması  zorunlu tutulurken, sonraki yıllarda özellikle dijital yayınlar için böyle bir sistem öngörülmedi. En önemli örneklerden biri Radikal Gazetesi, isterseniz deneyin internette arşivlerine ulaşmanız mümkün olmayacak. 


İşte ben bu konuya dikkat çektim. Panel sonrasında meslektaşlarla ve Beyoğlu belediye başkanı İnan Güney ile sohbet ettik, “dile getirdiğiniz hususun bu kadar yakıcı olduğunu bilmiyordum” dedi. 


Oysa ben bu konuyu uzun süredir yazılarımda,  üyesi olduğum gazetecilik örgütlerinde dile getiriyor ve bir hafıza merkezi oluşturulması için kamuoyunda farkındalık yaratmaya çalışıyordum. Umarım bu konuda meslek örgütleri başta olmak üzere ilgili çevreler bir an önce harekete geçer ve toplumsal amnezinin önüne geçilir. 


Gün olur, devran döner, bugün yasaklanan haberler, sildirilen linkler, görüntüler yeniden arşivlerde yerini alır.


(*)https://www.mlsaturkey.com/tr/anayasa-mahkemesi-iletisim-baskanligi-tweetini-sildi-sitesine-ulasilamiyor

(**)https://bianet.org/haber/radikal-gazetesinin-arsivi-kapatildi-264902

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...