Bu Blogda Ara

Pazar, Mart 21, 2021

Kınalı-ojeli parmakları görelim




Yaşananları hayretle izlerken pek çok “olamaz” dediğimiz olayın “bal gibi oldurulduğuna!” tanık olmadık mı? Elbette, İstanbul Sözleşmesi denen güvencemizin kaldırılmasından söz ediyorum. Nedir o? Diyorsanız, maddeleri şurada dursun, sözleşmenin adı bile bunu özetliyor. *



-Peki canlarım, arkadaşlarım, dostlarım, bacılarım, ablalarım, kız kardeşlerim, komşularım, bu -ben yaptım oldu-  yaklaşımının aslında  “bizleri yok saydığının” farkında değil misiniz?

-Neden? 

Diye soruyorsanız, ben de size, “toplumun yarısını oluşturduğumuzu ve bu gücümüzün hafife alınmaması gerektiğini” söylüyorum:

-Ayol, bir kararname ile bizi ve haklarımızı koruyan bu kararnameyi feshedebiliyorlarsa, biz de ojeli-kınalı  parmaklarımızın bir fiskesi ile onları seçimde bal gibi değiştiremez miyiz? 

Bakın size bir önerim var, gelin, altın günü yerine bir sohbet günleri düzenleyip (aman ha! Covit’e karşı, maskeli, birer ikişer kişiyle...) gelişmeleri konuşalım mı? Zaten altının yanına varılabiliyor mu? Uçmuş gitmiş fiyatı. “Altın yoksa gelmem” diyenlere de, kıyır kıyır peynirli poğaça ile bol tarçınlı-cevizli- elmalı pasta yaptım, masada. Çay da demlendi, haydi, kuru kuruya sohbet olmasın, çaylarımız da hazır, buyrun, afiyet şeker olsun.

Ha, ne diyorduk?

Kınalı-ojeli parmaklarımızın bir fiskesi ile yapabileceklerimizi konuşuyorduk.

-Kadın ve erkeğin fıtratında eşitlik yokmuş. E, siz bunu kabullendiniz mi?

-O zaman, kınalı ellerinizle tarlayı sürmeye, sütü sağmaya, bebeğe bakmaya, yemek pişirmeye, evi temizlemeye, dantelden kazandığınız üç beş kuruşu evin reisine vermeye devam... Eh, onun fıtratında yokmuş  madem bu işler, gitsin kahvede taş oynasın, kağıt karsın.

-E ne yapsın garibim? İş de bulamadı ki maaşlı? Çiftçilik, hayvancılık artık para getirmiyor, biz sadece evin kilerine koymak, aç kalmamak için tarlada çalışıyoruz.

-Nasıl iş bulacak? İktidar partisinden tanıdık var mı?

-Nerede olsun be ablam? Oğlan, kız ne çilelerimizle  okuyup üniversite bitirdiler, KPSS’de yüksek puanlar aldılar ama, sonuç? İkisi de mülakatta elendi.

İşte bunu yaptıranları bir fiske ile gönderelim.

———

Sonra diğer mahalleden! metalik ojeli, pırlantalı yüzüklü arkadaşlarım “aman evi boşver, zaten karantina da yeni kalktı, bir kafeye gidelim” dediler buluştuk, sinek avlayan garsona seslendik:

-Ay, ben bir buzlu Caramel Macchiato alayım, kafam yerinde değil de... Sorma cancağızım, bizim kız kocadan ayrılıyor

-Aaaa  ne oldu? Ayol daha yeni evli değil mi? Bana da bol köpüklü, sade kahve...

-Şiddet uygulamış kıza. Yavrucak bizden gizlemiş, -milletin diline düşmeyelim- diye. Nafaka, tazminat  duruşmaları bitince ayrı ev açacağız.  Malum, işi yok, evlenirken çalışmasını istemedi kocası. Kızın üniversite diploması, bildiği diller filan boşa gitti, 30 yaşını da aştı şimdi, iş bulabilmesi çok zor.

-Babası ne diyor peki?

-Ne diyecek, eve uğradığı yok ki, o kadınla beraber... Hele şu tarikatçı sözde doktor yok mu? -İkinci hanımla evlenin- dedi ya, benim kocam iyice zıvanadan çıktı.**

İşte bunu yaptıranları da bir fiske ile gönderelim.

———

Bir kaç gün geçti, kitap sohbetlerinde buluştuğum arkadaşlarımdan biri aradı:

-Yahu sen Feministler kitabı üzerine yazmışsın ama onlara uyulursa, memleket karışır. Malum, -cinsel özgürlüğünüzü ilan edin, yaşlıları huzurevine, çocukları kreşe bırakın, hayatınızı yaşayın- diyorlar.

-Aşkolsun, sen böyle mi anladın bunca, emek verilmiş 880 sayfayı?

-Tam öyle değil ama, gerçekçi bulmadım bazı fikirleri. Kreşler, huzurevleri kaç para haberleri var mı? Bizim maaşlar da malum. Zaten onların (kreşler, huzurevleri) sayısı da yetmiyor ki... Ama takdir etmedim değil, bizim lehimize pek çok yasa değişikliğini başarmışlar, helal olsun.***

Baktım parmağında, kendi tasarımı olan gümüş yüzüğü, düşüncelere dalıp, çevirip duruyor...

-Ama sen neden bu kadar karanlıktasın?

-Sorma, işyerimde korkunç baskı altındayım, daire başkanlığından alıp kızağa çektiler. Sebebi, o yeni atanan genel müdürün bir yakınını yerime getirmesi. Üstelik kadın hiçbir koşulu taşımıyor, doğru dürüst diploması bile yok, bir yatay geçiş uydurup, asla hakkı  yokken memuriyete atadılar. En önemli özelliği, kocasının parti il başkanının kardeşi oluşu, bir de o tarikat... Kara çarşafla gelip gidiyor daireye...

-Kara çarşaf mesele değil, belki kafasının içi aydınlıktır, peki mahkemeye başvurmadın mı görevine iade için?

-Başvursam ne olacak? Bütün hakimler savcılar ellerinde...

Bu kez yüzüğünü bırakıp ojesiz parmaklarını çıtlattı teker teker, ağlamaklıydı:

Ayrıca kızıma da çok üzülüyorum. Onca eğitim, masraf, çaba, okul yıllarında kurduğu hayaller, hep boşa çıktı... Defalarca girdiği sınavların hepsini kazansa da, sıra geliyor mülakata dayanıyor, orada eleniyor. Neymiş? Annesi, yani ben muhalif parti üyesiymişim...

İşte buna sebep olanları da bir fiske ile gönderelim...

E, o zaman? Madem kendi kaderimiz, kendi kınalı-ojeli ellerimizde ne duruyoruz?

* https://rm.coe.int/1680462545

** https://tele1.com.tr/iste-gerici-ali-edizerin-atandigi-yeni-hastane-240075/

*** https://t.co/BwUeHlD59m?amp=1

Cumartesi, Mart 13, 2021

SOSYAL MEDYA ÇUKURU




Bugün sanal alemdeki paylaşımlar üzerine biraz dertleşmek istiyorum sevgili dostlar. 

Aslında üzülecek çok şey vardı, Berkin Elvan’ın 7 yıldır kara topraklarda yatışı başta olmak üzere... Bu nefret tohumlarını nasıl saçtılar toplumumuza? Nasıl yeşertip dal budak sardırdılar? 

-Annesini yuhalatmak nasıl bir acımasızlık,  öyle değil mi yahu? (*)

Berkin Çocuk büyüseydi, annesi okul başarılarına sevinseydi, kırmızı bir yelek örüp giydirseydi oğluna, sizin neyiniz eksilirdi? Bunca yıldır vicdanınız hiç mi sızlamadı acaba?

İşte dün Berkin’le ilgili paylaşımlara bakarken farkettim... Anlamsız bir nefret yerleşmiş kimi insanların yüreğine... Adeta taşlaşmışlar. 

-Yeter yahu, bu çocukla alıp veremediğiniz nedir?

Çocuk gitti, annesini yuhalattınız, hala yüreğiniz soğumadı mı? Bir de “tembihle” gidip ablasını neden gözaltına aldınız o zaman?

—————-



Benim Berkin sonrası, paylaşımlar yoluyla uğradığım hakarete ne demeli!  El işlerine meraklı olduğumu arkadaşlarım bilir, gece deri ve dantel karışımı bir elişi paylaşımı yapmıştım, sonra uyumuşum. 

Sabah bir baktım ki, o küçücük resim için, aman tanrım neler neler yazılmış? Bedduaları mı anlatayım? Deri-dantel karışımı el işim için savurdukları hakaretleri mi? Kendimi frenleyip sakin sakin yanıt vereyim derken bu kez de dinciler grup halinde saldırıp, Arap harfleriyle yazılı ayetler filan göndermeye başlamadılar mı? Sorun şuymuş efendim, Nasıl olur da ben el işimde deve kuşu derisi kullanır mışım?” 

Ne yalan söyleyeyim? Ben “etyemez” değilim. zaman zaman bu konuda kendimle çelişkiye düşsem de, çıtır çıtır bir pirzolanın nefis bir lezzet olduğunu düşünenlerdenim. Deve kuşu derisiyle ilgili bana kızanlar için:

-Kurban bayramını da kutlamıyorlar zahir...

Diye düşündüm. “Cehalet ve nefret bu kadar at başı gider mi? Kime ne faydası olur?” Diye çok hayıflandım ama sustum. Çareyi  paylaşımlarıma yorumları kapatma butonunda buldum...

Derken gördüm, tanınmış bir müzisyen bana yazmış, amanin bir sevindim ki, epey de gururlandım... Hemen yanıtlamaya kalktım amaaaaaaa.... Sayfasına bir baktım ki, bakılacak gibi değil, porno resmen... Belli ki o hesap beni de tanıyan biri tarafından hacklenmiş! Neyse onu da bloke edip savuşturduk...

-“Bir kahve içeyim de kendime geleyim bari” diye hayıflandım önce, çok sevdiğim saygı duyduğum bir meslektaşımın paylaşımlarını bir süredir göremediğimi farkettim. “Hasta olmasın da” diye düşündüm. Aslında son dönemde o kadar yoğun günler geçirmiştim ki arkadaşlarımın paylaşımlarını sosyal medyada okumak şurada dursun, sayfalarını açamamıştım bile... Sordum soruşturdum ve ögrendim ki  meslektaşım tarafından “arkadaşlıktan çıkarılmışım....” Kırgınmış bana, “arayıp sormadın bile” diyor...

Neyse, ihmalde kastım olmadığımı anladı da beni tekrar sayfasına kabul etti...

Şimdi düşünüyorum da, bal gibi sosyal medyaya yapışık yaşıyoruz...

-Sen neymişsin be sanal yaşam?

Yalan mı?

(*) https://youtu.be/iL3oWgM8mHE




Salı, Mart 09, 2021

Geçmişimizle yüzleşebilsek parti kapatma huyundan vazgeçer miyiz?

Bilmem kaçıncı kez bir partinin kapatılması gündemde... HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş çoktandır hapiste, partinin pek çok yöneticisi ve seçilmiş belediye başkanı da... Hapse giren başkanlar yerine hooop bir kayyım atanıyor tamam...


Kürt lider Seyit Rıza’nın idamının yıldönümünde de  Dersim odağında,  Kürt Sorunu kemikleşmiş kutupların tartışmalarını yeniden alevlendirmişti.

Acaba bu kutuplaşma bizi nereye götürür? Havanda su dövülerek çözüme ulaşılabilir mi?

The New Anatolian gazetesinde haftalık röportajlar yaptığım sırada AKP Hükümeti,açılım süreci”ni başlatıyordu. Bölgeye gidip, Kürt Sorunu üzerine gözlemlerde bulunup, incelemeler röportajlar yapmıştım. Gazetedeki bu geniş yayın daha sonra kitaba da dönüştü. 

Yıllardır konuşulan, onbinlerce cana mal olan ama  “bir arpa boyu bile yol alınamayan” bu konu,  bence toplumumuzun kutuplaşmasında ve ileriye yol alamamasında  en önemli etken... 

Soruna inatla “takım tutar gibi yaklaşma” alışkanlığından vazgeçebilsek keşke,  bir de “kulaktan dolma bilgiler” yerine, araştırmak, okumak, dinlemekle eksiklerimizi biraz olsun giderebilsek...

İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında,  Seyit Rıza’nın “hukuk sistemi yerle bir edilerek, “yıldırım hızıyla nasıl idam edildiği” bütün detaylarıyla anlatılıyor... Ama yazılanlarda dikkati çeken nokta, yargılama ve idamın Atatürk’ün bölgeye yapacağı ziyaret öncesinde aceleyle gerçekleştirilmiş olması ve buna gerekçenin Çağlayangil tarafından, “Eğer gecikilirse, Seyit Rıza’nın Atatürk tarafından affedilmesi olasılığı” diye dile getirilmesi... 

-İnsanoğlu nasıl bu kadar acımasız olabiliyor?

Değil mi?

Oysa “ne hikmetse son yıllarda ortaya çıkan kuşkulu! bir  MAH (Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı) belgesi”ne göre, Seyit Rıza, idam edilmeden önce, bölgeye trenle gelen Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği üzerine, kompartmanına getirilerek kendisiyle görüştürülmüş, bu görüşmede Seyit Rıza’ya  “Eğer af dilersen seni idamdan kurtarırız” denilmiş ama Rıza bunu kesin bir dille reddetmiş. Eğer doğru ise, Rıza bu görüşmede Atatürk’e Dersim’de yaşananları, kendisine bugüne kadar söylenen yalanları ve kurulan komploları geniş biçimde anlatma fırsatı da bulmuş. 

İşin ilginç yanı, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da zamanında, Dersim araştırmaları yaptığı bir sırada İhsan Sabri Çağlayangil ile üstelik de “bant kaydı” ile bir röportaj gerçekleştirmiş olması...

Gazeteci Hulki  Cevizoğlu’nun yaptığı TV programlarında da konu en geniş kapsamda yer almıştı...

Şu sırada Kürt Sorununa bakışta, CHP’nin mazide kalan Süleyman Demirel- Erdal İnönü Koalisyonunun bile fersah fersah gerisine düştüğü dikkate alınırsa çözüm Kaf Dağının ardında görünüyor.

O halde Pandemi illeti dünyayı kasıp kavururken, bizim memlekette de işler güçler askıda, hepimiz karantina yorganını çekmiş, kış uykularındayken biraz okuyup aydınlansak fena mı olur?

Şu listeye göz atmaya ne dersiniz?


https://birikimdergisi.com/guncel/452/shp-nin-kurt-raporu


https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Seyit_R%C4%B1za


https://m.sabah.com.tr/gundem/2015/04/20/mustafa-kemal-ataturk-ve-seyit-riza-gorusmesi-belgelendi/amp


http://cevizkabugu.com.tr/gundem.asp?procid=218

Pazar, Mart 07, 2021

Okuma yazmayı unuttuk!




-Bilmem size de “ö” geldi mi?


Şu “kovit musibeti”nin hepimizi evde esir tuttuğu günlerde ne yapacağımızı şaşırmadık mı? 


-Günlük işler bitti mi? Sıra gelsin sinek avlamaya... 

-Yahu bu kış günü sinek de yok ki!

-Canım o sözün gelişi,  çoğumuzun başvurduğu “yaşamda oyalanma yöntemleri”nden söz ediyorum, şu akıllı telefonu elden düşürebiliyor muyuz mesela? Ya da evde o beyaz cam gece gündüz açık değil mi?


Evet, akıllı telefonumdaki mecraları bir bir tararım her gün...


İşte Twitter yine içimi kararttı, küçücük kızının yanında, sokakta karısını yere yatırıp tekme tokat döven adamın görüntüleri... Hem de kadınlar günü arefesinde! Facebookdaki mesajlara baktım, doğum günü olan arkadaşlarıma emojiden pasta gönderdim, Instagram kıraati de bitti, reel izle dur... Mübarek sistem iyi hoş da blog veya link paylaşımına izin vermiyor... Neymiş? Bilmem kaç binden fazla takipçin olacakmış... 

Sıra Whatsapp mesajlarında... Önce kişisel olanlar, sonra gruplar, imdaat herkes aynı görüntüleri, yazıları copy paste edip göndermiş... Yahu bari küçük bir mesaj ekleseydiniz “canım senin ilgini çeker” diye düşündüm filan...


-Emoji pasta dedim de ağzım sulandı, mutfağa girip güzel bir pasta mı yapsam? 


Eh, Google’dan veya direkt YouTube’dan girip ara işte... Tamam arıyorum, hah buldum, 6 yumurtalı bir tarif... Aman yarabbi, şuraya iki satırda önce malzeme listesini sonra  tarifi yazmak dururken adam almış yumurtayı eline, yavaş çekimde  kırıyor... Bu biiiir, bu ikiiiiiiii, evet kanalımın sevgili izleyicileri şimdi sıra üçüncü yumurtamızda... Yahu seni işkence için mi tuttular?


Çat diye ekrana dokun, çık oradan... Ayol ben, o sözde kanalınızın yumurta kırma etkinliğini izlemek için kaç saatimi vereceğim? 


Yıllardır yaptığım meşhur portakallı kekim dururken ne diye başka arayışlara girdim ki zaten? 


-Kır yumurtaları...


Eveeet, meşhur portakallı kek fırına sürüldü. Portakal sosu da hazırlandı... Tamam, şimdi kendine şöyle bol telveli mis gibi bir sade kahve yap, kek fırında kabarırken, aç bakalım telefonunun siyasi gelişmeler sayfalarını...


Aaa ne olmuş? Erdoğan için çanlar mı çalıyormuş? Bahçeli’ye artık daha da mı mecbur kalacakmış? Eşcinsel milletvekiline Gökçek şantaj mı yapmış?


Başlıklar ilginç, hangisini önce izlesem? Basarsın, pardon tıklarsın telefon ekranına, görüntü akmaya başlar... Önce saniyeler süren bir teaser, sonra korku filmi gibi bir görüntü... Bir adam tek düze, nezle görmemiş davudi sesle konuşuyor, hem de Türkçelerin en kötüsüyle... Gramer kötü, kelimelerin telaffuzu yanlış, cümlenin başı sonu belli değil, üstelik sadede bir türlü gelmiyor, belli ki -turbun büyüğünü- heybesinde saklıyor. Maksat seni dakikalarca oyalamak... 


-Yahu kibarlardan son kibarım! kurban olduğum! Senin okuma yazman yok mu? Eline kalemi klavyeyi alıp yazsan olmuyor mu? İlle de ekranlara çıkayım, herkes beni tanısın... Seçimler yakın diye gözünü oraya mı diktin be adam? Nedir bu çan çan çan konuşma hevesi...


Aman fırına bakmayı unutma... Yok yok kek kabarmaya yüz tutmuş ama daha var...


-TV mi açsam o zaman? Evet gelsin Tele 1, aaa ekran simsiyah... Aç kapa, yok olmadı... Fişi çıkar tak... Yine olmadı... (*)


Zapla bakalım...Halk TV’ye geçelim... Aaaay reklam işkencesi başlıyoooooor!!! En seçkin yazarların en güzel kitapları fakat günde bilmem kaç kere beynine balyozla vurulur gibi izlersen ambale olursun, derhal zapla...


Gelin kaynanalar mutfakta... Kaynanalarda bir kıskançlık, bir haset, gelinlerde bir saygısız ukala tavırlar.


-Nerde bizim geleneksel misafir kabülü anlayışımız? Dövseydiniz bari gelen kadıncağızları, Covit maskelerini takmışlar zaten zor nefes alıyorlar. 


-Du bakim şu ak saçlı dede ne diyor? Neymiş? 


Kadın telefonda soruyor:


-Hocam namazda başımızı örtmemizin dayandığı sebepler?

-Sallallahu aleyhi ve sellem Peygamber efendimizin kızı bir gün...

-Ayol, kamusal alan vs. Heryeri fethettiniz şimdi sıra Allah’la kul arasına girmeye mi geldi?


Çaaat, bas gitsin kumandanın düğmesine... 


-Oh beeeee, sessizlik ne güzel şey... Mmmm, portakallı kek mis gibi kabarıp pişmiş, yavaşça tabağa al, portakal sosunu üstünde gezdir, soğusun bakalım... 


-Al  çayını kitabını da eline...



(*) Kanalın Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ ertesi gün Twitter’dan açıkladı:  “Tele 1, fiber hatlardaki arıza giderildiği için normal yayınlarına başladı. Bu olayda yetkili firma Turkcell Superonline’ın sorumluluğu büyüktür...”


NOT: Bu yazıdaki yabancı kelimelerin sayısını bilenlere portakallı kek tarifi “yazılı” olarak  gönderilecektir...

Pazartesi, Mart 01, 2021

Bir oğlum oldu, beni büyüttü

Kaç “1 Mart vardır” yaşamında insanın?

Bilmem, yetmiş mi? Seksen mi?

Ama biri vardır ki unutulmaz... Her yıl daha da güzelleştirir yaşamı.

Benim 1 Martlarımdan söz ediyorum. Yani oğlum Ali’nin dünyaya geldiği 1 Martı anımsayarak.

Doğmadan önce bir kere görmüştüm onu, odamdaki çekmecedeydi. Çekmeceyi bir açıyorum Ali... Rüyaymış meğer, ama o kadar gerçek ki, ismini çoktan koymuşuz Ali’nin, “Bizimkiler gibi zor gelmesin dile kulağa” demişiz, doğdu, bir baktım, aynı o çekmecedeki Ali...

Önceleri ağlayan bir sesti, doymayan bir ağız. Sonra büyüdü biraz, özel bir dil geliştirdik aramızda. Öyle bir dildi ki, sadece ikimiz konuşabiliyorduk. Daha da büyüdüğünde arkadaş olduk, yarenlik ettik, dünyayı tanımaya çabalıyorduk birlikte, arada dertleşiyorduk, beni ne çok güldürürdü...  Üzüldüğümüz de olurdu bazen, neyse ki hemen  bulurduk teselli sözcüklerini.

Kavga etmedik mi?

Çoook... Bilmem ki, kavga  etmese miydik? Kimler biliyor peki çocuk yetiştirme kurallarını? Bilen öne çıksın...

Düşünüyorum  da şimdi, onun da çocuğu var Leyla... İnşallah kavga etmezler hiç... 

Göreceğiz, “kabına sığamama dönemi” gelecek onun da. Bakalım o zaman hangi şarkıyı dinleyecekler? 

Hani Orson Welles’in yeni çıkan şarkısı çalıyordu da, ben hep ağlamıştım dinlerken. Uzlaşamıyorduk bir türlü Ali’yle, o yaşlarıydı.


https://youtu.be/QDnXEllpelQ


Bırak şimdi o hüzünlü şarkıyı... Neşelen. 

Onun “Aneeeeeeey” deyişini, kahkahalarla gülüşünüzü hatırla... İlkokula başladığından al, fotoğraflar bir bir geçsin aklından, öğretmeninin şikayeti neydi, Şadiye hanımın?

-Ali’nin siyah paltosunu bir türlü çıkarttıramıyorum Nursun hanım, hep sırtında... İşte Mayıs geldi, hala sırtında... Rambo gibi mi hissediyormuş neymiş? N’apacağız bu çocuğu böyle? Yazın da mı paltosuyla dolaşacak?




-Sonra Tevfik Fikret’ten müdür Ayşe Hanım (Başçavuşoğlu) arasın:

-Ali bizim için çok değerli, çok özel öğrenci... Nazım Hikmet temsili düzenlediler, müziğini Ali yaptı... Fransızcası başta, dersleri çok iyi... Bir müzik festivali var Fransa’da, La Rochelle’de, ona göndereceğiz izniniz olursa...

Hazırlıklar tamam, Ali yarın  önce Paris’e  sonra o kente gidiyor... Dur, rüzgarlığını da güzelce bir yıkayayım... 

Makineyi bir açarsın, ıslak rüzgarlığın mis gibi kokusu...

- Aaaaa, cebinde bir şey var... İMDAAAAT! Ali’nin pasaportu...Lahana gibi görünüyor, bütün yaprakları açık...

Hafta sonu, yer demir gök bakır, Elçiliği bırak, her yer kapalı... Saatlerce  deli gibi sürdürülen  çaba...  Pasaportu ütülemeler, üstüne ağırlık koyup cendereye almalar... “Değerli kağıt” diye boşuna denilmemiş vize sayfası olduğu gibi duruyor...

Neyse, gidebildi bir şekilde... Fransada pasaport polisi sormuş “bu ne?” Diye tuhaf durumdaki pasaportu gösterip, Ali“Annem çok titizdir” demiş, karşılıklı gülmüşler...

Bugün o 1 Martların kaçıncısı? Saymıyorum... Canım Ali’m, İyi ki var,  yıllarca sürsün 1 Martlarınsağlıkla neşeyle Seda’yla, Leyla’yla ve tertemiz...

Cuma, Şubat 19, 2021

CUMANIZ MÜBAREK OLSUN!




Geçenlerde bir gecemizi heyecan, hayranlık duygusu ve ne yazık ki epey de hayıflanarak  geçirdik... Şu Perseverance’tan (sebatkar-gayretli demekmiş!) söz ediyorum. 

Hani, bizden fersah fersah uzaktaki Mars’a tam 7.5 aydır yol alıyordu da, keşfedilmemiş, “havasız mı susuz mu” tam bilinmeyen, engebeli, kıpkırmızı topraklara “şıp” diye konuveren Perseverance’tan. (*)




Onun Mars’a yumuşak inişini kıskançlık, pişmanlık, hayret, saygıyla karışık hayranlıkla izliyorduk...

NASA’nın sözcüleri (çoğu da kadındı,) teknik ekip üyeleri ile yapılan röportajları izledikçe gözlerime yaş doldu... Gülümseme o bilimin aydınlığı ile pırıl pırıl parlayan gururlu yüzlere nasıl da yakışmıştı.

-Zavallı ülkemiz

Diye düşündüm... Bu ortak sevinçten, başarıdan, gururdan ne kadar uzak... 

Liderler bırakın aydınlığa, bilime kafa yormayı, kafa yorana destek çıkmayı, birbirinin gözünü oymacada... 

Kötü söz, küfür, hakaret, beddua kıyamet gibi, havalarda uçuyor... Trilyonlar boşa savruluyor havaya.

Bugün Cuma mesela... 

Yobazı, cahili, şakşakçısı birazdan sahne alacak... Körlerle sağırlar o ipek seccadelerde birbirini ağırlayacak... 

-Acaba “TC bütçesinin üçte birini yutan eli kılıçlı Diyanetin”  dikte ettirdiği hutbede bugün bilimin B’si yer alacak mı? 

-Hiç sanmam...

Biliyorum, birazdan sokakları caddeleri, simsiyah camlarından içi görünmeyen son model resmî arabaların dizildiği dev konvoylar basacak... Covit movit tanımaz onlar, kalabalık şakşakçı destekçiler (varsın ölsünler!) en sevdikleri şeydir, zaten onlar seçim sonrası hep yok sayılır... 

İşte o burnundan kıl aldırmayan, kerameti kendinden menkul, ağır ol molla desinler tarzı bir sürü adam öğle vakti, alayı vala ile ulaşacakları altın kaplama  kubbelerin altında  saf tutup, “saltanatım sürsün” duası edecek...

-Ha, kadınlar mı? 

-Olmaaaaz, onlara yer yok o saflarda... 

Gidip evlerinde “ablaları”nın dizinin dibinde etsinler dualarını... 

Ne mi dileyecekler? Bilmem artık, daha donanımlı, özgür, aydınlık yaşam hakkı gibi soyut kavramlar yer almaz herhalde dileklerinde. Kocalarına, oğullarına ekmek, aş, işe indirmişlerdir beklentilerini... 

-Kızları mı? 

Okuyamadılar... 

Zaten kadının yeri işyeri değil evidir... Şöyle paralı pullu, sırtı sağlam, az döven, dövse de öldürmeyen  koca beklesin dursunlar köşelerinde... 

AKP’li Özlem Zengin’in hayali ise farklı... Başörtülüler eskiden belli makamlardaki erkeklerle evlenemiyormuş, bundan şikayetçi... Acaba düzelmiş mi şimdi?

Neyse işte. Perseverance’dan hayal mi olurmuş? Güzel kızlarımız, çeyizlerini işlerken, demli çaylarını yudumlayıp, televizyondaki takma kirpikli gelinler gibi bilezik şakırdatacakları, mutfaklarında (Country tarzı olsunmuş, ille de ondan isterlermiş!) börek açacakları günlerin hayalini kursunlar.

Ne diyeyim Cumanız Mübarek Olsun! 

Ben mi? 

NASA yayınını izlemeye devam edeceğim... Perseverance’tan bakalım daha  ne haberler, görüntüler gelecek? Farklı atmosferde helikopteri uçurabilecekler mi?

(*) https://youtu.be/LuITORqYgoE



Pazartesi, Şubat 15, 2021

Kara Delik mi yuttu?



13 şehit haberlerini okuyoruz, paylaşımlara bakıyoruz, savrulmalar yaşıyoruz... Öğreniyoruz ki bu 13 vatandaş, 6 yıldır PKK elinde rehin. Aralarında asker, sivil, polis memuru ve MİT mensubu olanlar var. Nedense (!) Malatya Valisinin açıklamasıyla isimleri (MİT görevlileri hariç!) açıklanıyor.

Peki:

-Bu insanlar kara delik tarafından mı yutulmuştu?

-Neden bugüne kadar kayıp olduklarından haberimiz olmadı?

-Ailelerinin “6 yıldır uğraştık ama kayıplarımızın duyurusunu bile yapamadık. Kamuoyunda, basında sesimizi duyuramadık” yakınması neden tam 6 yıldır yankı bulmadı?

-Ya polis memuru Vedat Kaya? PKK tarafından 6 yıl önce rehin alınmış, sonra açığa alınmış, sonra bir KHK ile meslekten ihraç edilmiş... 

-Ya şimdi?

-Tam 6 yıl sonra Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü tarafından “şehidimizin kanı yerde bırakılmayacak” diye duyuruluyor şehadeti...

Oysa aileler 6 yıldır başvurmadık kapı bırakmamışlar ama sonuç alamamışlar, herkese ama herkese başvurmuşlar, hatta Cumhurbaşkanına bile... Çareyi Kürt yöneticilerde de aramışlar...Aldıkları cevap şu:

-Yapacağımız bir şey yok. Olay bizi aştı...

Oysa 6 yıl önce kaybolanlardan biri olan Sedat Yabalak’ın ailesine yazdığı mektubu gazeteci Müyesser Yıldız (*) o zaman paylaşmış... O günden bu bugüne hiçbir açıklama yapılmamış Yabalak hakkında.

Duruma bakılacak olursa, yetkililer seyirci konumunda... Olayların seyri bunu ortaya net biçimde koyuyor. Oslo’lardan yola çıktılar, İmralı’da Abdullah Öcalan’la yıllarca  süren görüşmeler,  açılım süreçleri, akil adamlar, 6551 Sayılı Yasayla kendilerini suç çemberinden çıkarmalar vesaire vesaire derken oradan oraya savrulup bugünkü “sessizlik” noktasına ulaştılar...

Yani çözüm için kafalar bomboş, masa çoktan devrildi, yalnız “bizler”e ne demeli?

Kamuoyu olarak sessizliğimize ve vurdumduymazlığımıza hayret ediyorum.


NOT: Emniyet’ten yapılan resmi açıklamada Vedat Kaya’nın KHK ile işten atıldığı haberi yalanlandı ve “Şehit polis memuru Vedat Kaya'nın memuriyet hakları, PKK terör örgütü tarafından kaçırıldığı günden bu yana kesintisiz olarak devam etmiştir. Menfur olayın ardından şehitlik işlemleri de başlatılmıştır" denildi.


 https://muyesseryildiz.com/2015/09/12/pkknin-kacirdigi-polisten-mektup-var/

https://m.haberturk.com/hain-infaz-son-dakika-11-sehidin-kimligi-tespit-edildi-haberler-2972674-amp



Pazar, Şubat 14, 2021

Sevgililer günü kanaviçesi




 Gecenin bir vakti aklıma geldi:

-Yarın sevgililer günü, bir resim bulsam da hesaplarıma koysam...

Evet, düşündüm, nasıl bir resim koysam? Uçuşan kalpler mi bulsam, çoook eskilere gidip, el ele göz göze bir resim mi arasam? Ama şimdi bizim için değil, “aşkın kendisi”ne ilişkin resim arıyorum... 

-Aaa işte bak o en sevdiğim kanaviçe... Tamam, bunu kullanayım...

O kanaviçedeki tarih 1993... Cumhuriyet gazetesindeyim o zamanlar... Cüneyt Arcayürek şefliğinde, müthiş yoran ama tatmin açısından rüya gibi bir çalışma ortamındayız. Ben onca işten fırsat bulduğumda, evde de işler tamamsa, -hani sofradan kalkmışız, çocuklar ödev yapıyor, çayı demlemişim, biz sohbetteyiz- işte gecenin en güzel saatleri, hadi kanaviçeni de al eline... diyorum kendi kendime.

Gerçekten de kanaviçe işlemek en sevdiğim işlerdendi... Hayata dair anlatmak istediklerime, rengarenk ipliklerle bir yol bulurdum sanki... İşte o kanaviçenin ipliklerini, sevgili arkadaşım, meslektaşım Lale Sarıibharimoğlu (*) ile birlikte Cumhuriyet’te çalışırken, bir öğlen kaçamağında birlikte çarşıya çıkıp almıştık... 

Lale’nin başından neler neler geçti... Tutuklandığında  Bodrum’daydık, Hilmi Yavuz Hoca da aynı davada tutuklanmıştı ama çabuk bıraktılar, oysa Lale’yi tuttular, üstelik sürekli kullanması gereken ilaçlar vardı, o gece heryere herkese başvurup, ilaç mücadelesi vermiştik uzaktan!

Neyse işte, henüz bu tatsızlıklar yaşanmıyordu, 1993 idi yıl. 

Gazeteden eve döndüğümde huzurlu akşam saatlerinde kanaviçemi işliyordum. 



Bir aile yemeğinin hayalimdeki öyküsüydü tablom...

Hepimiz çok gençtik, çok mutluyduk...  Annem klarnet çalıyordu,  dans edenler belki bizdik, belki  Emine ile Kudret, ya da yakın arkadaşlarımızdı. Ailemizin bütün kadınları, Ayşegül, Nevin, Emine, Mine, Zülfiye hep birlikte günlerce uğraşıp harika bir ziyafet sofrası hazırlamıştık, nar gibi kızaran hindimiz, masadan herkese gülümsüyordu, çocuklar neşeyle ortalıkta koşturuyor, ağabeyim sigarasını keyifle tüttürüyordu. Masanın altındaki yaramazlar, Ali ile Mehmet’ti hayalimde... Pencerenin dışında yıldızlar parlayıp sönüyor, Duygu ile Zafer köşeden gülümserken haşarı kedimiz Kısmet, pencere pervazını tırmalıyordu.

-Ah o kedicik... Bir okul dönüşü, bahçeden evimize yürürken, hemen Ali’nin okul çantasına giriverip ailemize zorla katılan o değil miydi?

Haftalar boyu işlediğim kanaviçemi sonunda tamamlayıp çerçevelettim. Yemek masamızın arkasındaki duvara gururla astım. Bir gün annemle halam gelmişti, sevinçle gösterdim:

-Bakın, şu Ali, bu Mehmet, biz Feyzan’a dans ediyoruz, masayı Emine ve Mine ile hazırlamışız.  İşte anneciğim bu da sensin, klarnet çalan...



Annem, “aaa resimlerde hep de kötü çıkarım” demişti de hani, boğazıma bir düğüm oturmuştu! O zaman anlamıştım, anneciğimin yaşamının “unutkanlıklar” sayfasına geçtiğini...

Elimden gelse, o kanaviçedeki herkesi yerinde tutmak isterdim. Keşke mümkün olabilseydi... 

O mutlu gecede, ziyafet sofrasının çevresine ipliklerle tutturduğum güzel insanlar sonradan çözülüp, birer birer çekilip gittiler yaşamımızdan...



Perşembe, Şubat 11, 2021

Anneden gazeteci olur mu?

ABD’nin, Başkan Bush aracılığı ile Irak lideri Saddam’a “suyumu bulandırıyorsun!” Dediği günlerdi... 

-Eh, sözde müttefikin yanında ezeli-ebedi komşunun lafı mı olur? 

Bizimkiler  de hemen ABD’nin dümen suyuna girdiler. Oysa Bülent Ecevit’in “gazeteci kimliği” ile Bağdat’ gidip Saddam’la görüşüp, kapsamlı söyleşisini Milliyet’te (*) yayınladığı sayfalar tam bir ders niteliğindeydi. Dinleyen var mıydı ki?

Ok yaydan çıkacaktı yakında.

“Saddam yönetimi kimyasal silah üretiyormuş. Bunlar öyle silahlarmış ki, taaaa Bağdat’tan ateşlense, Ankara’ya kadar ulaşabilirmiş...” tarzında haberler yapılmaya başlandı. Hele Hürriyet, krokilerle süslü uydurma manşetleriyle başı çekiyordu. Oysa pek çok batılı, hatta Amerikalı uzman (**)  Birleşmiş Milletler’e kimyasal silah iddiasının doğru olmadığını kanıtlayan raporlar sunmuştu. Ama ABD kafaya koymuştu bir kere... Devirecekti Saddam’ı. 

Yıllar sonra İngiliz Başbakan Tony Blair’den gelen, “Bağdat’ta gerçeğe aykırı davrandık” itirafı, Amerikan Savunma Bakanı Colin Powell’ın benzeri vicdan azabı, olayları tersine çevirebilir miydi?

O sıralarda çalıştığım kuruluş adına (Kanal D TV) bana da art arda Bağdat yolları gözüktü. Bir yıl gibi bir sürede belki on kez Bağdat’a gittim. Hem de ne gidiş... 


Irak uluslararası ambargo altında olduğu için havaalanları kapalı, Bağdat’a uçmak mümkün değil... Önce uçakla Amman’a gidiyoruz, sonra bölge temsilcileri aracılığı ile “güvenilir” bir şirketten şoförlü cip kiralayıp, bütün gece süren, duruma göre 10-15 saati bulan meşakkatli! yolculuğun ardından Bağdat’a ulaşıyoruz. O ıssız yollarda, derme çatma gümrük kapılarında ne olaylar yaşadık. Elinde kocaman şırıngayla “AIDS testi yapacağız” diye ısrarcı olan kirli gömlekli sağlık elemanını mı anlatsam? Kameramıza  el koymak isteyen gümrükçüyü mü? Ambargo sözkonusu olduğu için cep telefonları çalışmıyor, şirketin üstümüze zimmetlediği uydu telefonunu ise rahat kullanamıyorduk çünkü farkedildiği anda Iraklıların el koyması işten bile değildi... 
Neyse ki bir kaç dolarlık “hediye” bütün kapıları açıyordu

Bu yaşadıklarımızı  2004 yılında yayınlanan “Hamamböceği Sendromu” başlıklı kitabımda detayları ile anlatmıştım... (***)

Şimdilerde kütüphanede haftalardır uğraştığım toz alma işini biliyorsunuz, o kadar uzun sürdü ki Arab’ın yalellisine döndü deseniz yeridir...

İşte temizlik sırasında elime geçirdiğim not defterime bakınca, boğazım düğümlendi, sizinle paylaşmak istedim. 


Bağdat notlarımın bir sayfasında, tozlu ıssız çöl yollarından araba ile Kerbela’ya gidişimiz, orada yaptığımız çekimlerin “time-kod”ları, (kamera görüntülerinin dakika-saniyeleri) ve haber anons metinlerim var. Tam karşısındaki sayfaya ise “Mehmet’in Okul Durumu” diye not almışım. Belli ki yolunda gitmeyen okul meseleleriyle ilgili bu not, Ankara’ya döner dönmez oğlumun okuluna gitmem gerektiğini kaydetmişim.

Aynı günlerde ilginç bir durum daha yaşamıştık. Dünyanın her yerinden 100’e yakın kurtuluştan sayısız gazeteciyle birlikte Bağdat’taki basın merkezinde çalışıyoruz. Ambargo olduğu için telefonlar çalışmıyor, acil durumlarda servete mal olan canlı yayın linklerini kullanarak ailelerimizle haberleşmeye çalışıyoruz. Bu hatlar son derece pahalı olduğu için çok az kullanılıyor. Bir sabah erkenden merkeze geldim, CNN’in (international) Amerikalı kameramanı, rastlantı eseri bana gelen telefonlara bakmış,  dedi ki:

-Sizi Ankara’dan oğlunuz aradı... Bir aşı meselesi varmış onu sormak istiyormuş... Ha, bir de eşiniz aradı, galiba o da Tokyo’daymış, sevgililer gününüzü kutlamak istiyormuş.

Sonra da gülerek ekledi:

-Nasıl ailesiniz siz böyle? Herkes dünyanın bir tarafında...

Hemen Ankara’yı aradım oğlumla konuştum, sordu:

-Anne bizim Hepatit B aşısının ikincisini olmamız gerekiyormuş galiba. Fadıl Bey (Prof. Dr. Fadıl Ertogan) aradı, ne yapalım?

Ne yazık ki yapacak bir şey yoktu, o sıralarda ilk ve ortaokulda olan oğullarımın ikinci aşıları bu zor koşullar nedeniyle yapılamadı. Biz de bu aşı meselesini unutup gittik. 


O yıl ilkokulda olan Mehmet, yıllar sonra askerliğini yapmak için gittiği Antalya’da sağlık kontrolüne alınınca “Hepatit B’ye karşı antikor geliştirmediği” ortaya çıktı,  böylece bu hatamız yıllar sonra kafamıza tekrar balyozla çakıldı. 

Düşünüyorum da buna benzer o kadar çok olay yaşandı ki... Esasen bir tek ben miydim suçluluk duygularıyla savaşan anne, kim bilir diğer anneler neler yaşamıştı?

-Bu anneler arasında CNN’in ünlü sunucusu Christiane Amanpour da var mıydı? 

Neden merak ediyorum biliyor musunuz? Bağdat’ta “yokluklar ve imkansızlıklar” arasında sürdürdüğümüz çalışmalar sırasında Christiane de oradaydı. Çekimler, montajlar ve canlı yayınlardan fırsat bulduğumuzda ayaküstü sohbetlere girerdik, basın merkezinin orta yerindeki montaj masasında Ürdün’lü teknik elemanla çalıştığım bir sırada görüntülerimiz dikkatini çekmiş olacak ki, Amanpour gelip yapmakta olduğumuz haberi dikkatle izledi, “savaş arifesindeki Irak’ta hızlanan düğünler ve Dicle nehrinin çamurlarında yapılan altın aramasına dairdi görüntüler…” Ayaküstü sohbet ettik, ertesi gün BM Genel Sekreteri Kofi Annan gelecekti, o önemli ziyaret sonrasında bir akşam yemeğinde buluşsak mı diye konuştuk.  Annan geldi, görüşmelerini tamamlayıp ayrıldı Bağdat’tan. Savaş ortamı şimdilik askıya alınmıştı, ben de Amanpour’u aramaya başladım, Dicle kıyısındaki o salaş balık restoranlarından birine gideriz diye düşünüyordum... Irak parasının değeri yerlerde sürünüyordu, koca bir bavula istiflenmiş değersiz Irak dinarlarıyla ödeniyordu hesaplar.

Basın merkezinde bir de ne göreyim, karşımdaki ekranda Amanpour’un canlı söyleşisi var... Çoktaaan Londra’ya uçmuş, İngiltere Başbakanı Tony Blair’le konuşuyor... Üstelik Amanpour sözkonusu olunca, akan sular durmuş! ambargo filan geçersiz kılınmış, özel uçak gelip, Amanpour ve ekibini Bağdat’tan alıp Londra’ya uçuruvermiş... 

-Bilmem o da annelik ve işi arasında bölünerek suçluluk duygularıyla savaşmış mıydı hiç? 










 

Perşembe, Şubat 04, 2021

67 CADILLAC CALAIS



Annem “mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” Deyişini sık tekrarlardı... 

-Yaşamı “sekiz sözcükte” özetleyiveren başka deyiş varsa, bilen söylesin...

Çocukluk serüvenlerimizin unutulmaz Hanımeli Sokağına park etmiş “tek araba”yı hatırlarım hep, o siyah 8 silindirli  “Bıyık”ı, pardon Buick’i... 

Komşumuz Ali Bey’in arabasına hep birden doluşur, Gençlik Parkına giderdik hani, mutluluktan gülüşüp kıkırdaşırken birer sosisli tutuşturulurdu elimize...

-Şişman’ın dondurması damağımızda erirken cennette mi sanırdık kendimizi?

O öykünün sayfaları Ali Amcanın Marsilya’da “baz morfin”le yakalanıp tutuklanışı ile kapandı... Buick sonraları kim bilir  kime satılmıştı “yok pahasına?”

Bu 67 Cadillac’ınki, neyse ki mutlu bir öykü... 

Taa Amerikalardan kalkıp, yorgun argın Ankaralara varıp, kendini Feyzan Erel’in sevgisine, Akgün Usta’nın şefkatli ellerine bırakmış... Tepeden tırnağa yenilenip, o kaymak gibi bembeyaz görünümüne yeniden kavuşmuş da, oooo kaç nişana, düğüne telli duvaklı gelinlerle damatları taşımamış mı?

Eh, sadece düğünlerin başkişileri mi  resmedilecekti Cadillac’ta? Onun da bir gün sırası gelecekti elbette... İşte o gün bugünmüş... Ugural Gafuroglu, Cadillac’ı aldı, sevdi okşadı, çerçeveleyip camaltındaki başrole oturtuverdi... 

Alkışlar Ugural’a gelsin❤️ Feyzan da, Cadillac’la bol bol gezip tozsun...


https://en.m.wikipedia.org/wiki/Cadillac_Calais

Cuma, Ocak 29, 2021

Bir Gün aslında kaç saattir?



Erendiz Atasü’yü okumaya da dinlemeye de bayılırım... Günlerdir iple çektiğim söyleşimiz çabucak sonlandı, su gibi akan bir saatin ardından vedalaştık... İzlemek isteyenler için linki buraya koyuyorum... https://www.facebook.com/media4democracy/videos/3793288504069473/

-Harika bir gün yaşadım diyecektim tam...  

İsterseniz günü baştan alayım, saat saat anlatayım:

Sabah 07.00 Evden çıkış, pardon çıkamayış! Dış kapı buzdan geçit vermiyor. Uğraş didin açılsın... Aaa kar lastiği kar etmiyor, kayıyor araba, dikkat.

Saat 08.00 Hastaneye varış... Fizik tedavi, offf acıyor, tut kendini sakın çığlık atma...

Saat 09.30 Yahu şu saçımı bir taratsam mı? Madem görüntülü söyleşi var...

Saat 11.00 Buz filan yok yollar erimiş bas gaza... Eve yetiş, İngiliz Büyükelçisinin  sanal basın toplantısını izlemek istiyordun ya...

Saat 11.30 Teams’dan canlı yayın başladı, ilginç, yeni büyükelçi tam bir diplomat, soruların hangisine off the record yanıt vereceğini iyi seçiyor... 

Saat 12.00 Oh ne güzelmiş toplantıyı ekrandan izlemek, hem haber yazma derdi de yok, gel keyfim gel, istersen çaktırmadan örgü bile örebilirsin...

Saat 14.00 Nazmi Bilgin başkanlığındaki Cemiyet toplantısı başlıyor hadi Zoom aç... 

Saat 17.00 Hazırlanıp çık evden, Erendiz Atasü söyleşisi için Cemiyete git. Ne olur ne olmaz tam yayın sırasında evde internet veya elektrik giderse fiyasko olmasın.

Saat 18.00 Söyleşi bitti, keyifli geçti, ooo baksana ne çok mesaj gelmiş izleyenlerden... Eve gidince hepsine ayrı ayrı cevap yazayım. 

https://www.facebook.com/media4democracy/videos/3793288504069473/

Saat 19.00 Eve varış... Ohh, rahat birşey giy, bir kaç lokma atıştır, mesajlara bak, söyleşinin kaydını tekrar izle, nerelerde hata yapmışsın bir bak...

Saat 20.00 Telefon... Ağabeyim düşmüş evde, kalkamıyormuş... Ne yapsak? Sokağa çıkma yasağı başlıyor Begüm gidemez, biz gitsek...

Saat 21.00 Ağabeyimin evinin anahtarını yanımıza  aldık, yola çıkıyoruz

Saat 21.00 Evine geldik tuh, yanlış anahtar almışız, neyse ki telefonu yanında:

-Aloo? Biz yanlış anahtar almışız, gelemez misin kapıya kadar?

-Yok, kalkamıyorum...

Saat 22.00 Çayyolundan İncek’e dönüş... Evde doğru anahtarı bulduk, tekrar Çayyolu... Acaba ağabeyimi ne halde göreceğiz?

Saat 23.00 Yerde yatıyor, bilinci yerinde, ağrısı var, kaldıramıyoruz...

-Üstümü örtün...

Saat 24.00 Birkaç lokma yemek, ağrı kesici ilaç ve su ile “şimdilik” koşturmacaya ara veriyoruz... Bakalım Hastanede ne diyecekler?

Çarşamba, Ocak 27, 2021

Erendiz Atasü’yü okumak kafamı da omzumu da iyileştirdi



Salgın, yasaklar, karantinalar, yalnızlık derken hepimiz karabasanlardayız. Hem de aylardır...

Kendi adıma söylüyorum, onca çaba boş,  dipsiz kuyuda kayboluyor, kaç zamandır süren şu kütüphane temizliğinde olduğu gibi... Onca yıllık mesleğin kimi hüzünlü, kimi pırıltılı, hatta neşe saçan anılarına dayanak olan belgeler... Fotoğraflar... O günleri coşkuyla yaşarken,  gün gelip de tozlara bulanmış sisli yaşanmışlıklara tekrar dalmanın böylesine hüzün yaratacağı aklıma gelir miydi?


Günler geceler geçmek bilmiyor. Ne kadar değerliymiş meğer anlamsız işler için bile sokağa çıkıvermek, direksiyondayken günü kafanda evirip çevirmek...


-Önce Tunalı’ya giderim, hanidir istediğim şu kazağa bakarım, zaten AVM’lerden içime fenalık geliyor. Birbirinin kopyası mağazalar  itiyor insanı. Tunalı’da her zaman farklı bir şey bulursun. Hatta bakarsın birisine bile rastlamışsın, kahve içersiniz. Neydi o David Barchard’la karşılaşmanız? Ayaküstü  sohbetiniz? İnanamıyorum onun bu dünyadan sessizce çıkıp gittiğine... Çetin de öyle olmadı mı? (*)  Hem de o Pazar günü yazışıp gülüşmüyor muydunuz? Ölüm böyle işte, apansız... Dönüşte Dalyan’a uğrarım, iri dil balığı gelmiştir belki... Aaa keşke akşam Mehmet de uğrasa, nar gibi kızarmış, tavadan yeni çıkmış dil balıkları, nefis bir salata... Bir kadeh de buz gibi beyaz şarap... Üçümüz dertleşir konuşurduk ne güzel...


-Yok canım şikayet etsem de yaşam o kadar tatsız değil... 


Günlerdir bir söyleşiye hazırlanıyorum, Erendiz Atasü ile karantina günlerinde iyice moda olan “zoom”da buluşup, ekrandan konuşacağız... Yazarlığını, yaşamını, memleketin durumuna bakışını merak ediyorum. Bendeki kitaplarını  günlerdir yeniden evirip çeviriyorum, sanal ortamdaki alıntılara bakıyorum. Bu süreç nasıl da canlandırdı, hayata bağladı beni... 



Önceki yıllarda okumuştum Atasü’nün kimi kitaplarını, “Dün ve Ferda”yı ise nedense başlayıp, rafta bırakmıştım... Bir kaç gündür elimde... O kadar ki, her sabah karanlıkta gittiğim fizik tedavide, acı veren işlemlerin ardından, teknisyen omzuma sıcak havlu koyup odadan çıkar çıkmaz:


 -Ohh, şimdi gelsin keyifli dakikalar deyip elime alıyorum... 


Ne çok şey düşündürdü “Dün ve Ferda” bana... Ülkenin defalarca geçtiği karanlık süreçleri, hele şu 12 Eylül döneminde yaşanan acıları, adaletsizlikleri anımsatıp, bugünle kıyaslattı...


-Bu ülkenin kaderi hiç mi değişmeyecek? Nedir bunca acı, eziyet? Üstelik bunları yaşatanların asla bedel ödemeyişi... Yeter be! 


Diye haykırmak geçiyor içimden...


-Sadece o karanlığa sürükleniş mi etkiledi kitapta anlatılan?

-Hayır... Pek çoğumuzun yaşadığı ama dillendiremediği,  hatta kendi kendine bile itiraf edemediği kadınlık serüveninde yaşananlar, evliliklerin arka odası, anne-baba ile kopuş süreci, hele dünyaya getirdiğin çocukla ayrışma-çatışma acıları nasıl gerçekçi ve cesurca ele alınmıştı...


Sonra teknisyen giriyor içeri, elimdeki  kitaba gözü takılıyor:


-Aaa, kitabı bitirdiniz sanırım, çok ilginç olsa gerek, bırakamadınız günlerdir, diyor... 


Kaslarım artık ısındı, acıtan diğer hareketlere geçiyoruz, çığlık atmamak için kendimi tutuyorum, neyse onları da tamamlıyoruz, teknisyen bu kez omzuma buzlu bir sargı koyup çıkıyor odadan... Kitabın son sayfalarındayım, hatta son satırında:


-Biliyor (Ferda,) rüyanın etkisi uzun sürmeyecek... Ama kısacık bir an, dertli başını rüyanın ninnisinde dinlendirse olmaz mı?


“Ah keşke... Hepimiz bunu zaman zaman ne çok düşleriz” diyorum kendi kendime... “Dün ve Ferda”yı odadaki etajere bırakıp çıkıyorum...


Neyse dışarısı artık aydınlanmış, eve dönüş yolundayım. Bu kez,  Erendiz Atasü’nün, “Benim Yazarlarım”dan kimi satırlar aklımdan geçiyor:


-Virginia Woolf, kahramanı Clarissa’yı yaratırken -generallerin yitirdiği savaş ne anlama geliyorsa- hayatı ev içinde başlayıp iten kadının evle ilgili yenilgilerinin -aynı ölçüde yıkıcı olduğunu- okuyucuya iletebilmeyi amaçlar...  (Benim Yazarlarım Sayfa 148)

Virginia Woolf haklıdır. Kadınların insan soyunu doğurmakl kalmayıp, doyurmakla da yükümlü oldukları nerede yazılıdır? Genlerimizde mi? Bize öğretilen budur. -Bu satırların yazarı gibi bir kaç kitap yazmış olabilirsiniz ama ev işlerini sevmemekten doğan suçluluğunuz, parmaklarından lezzet damlayan bir kadın olamamaktan kaynaklanan ezikliğiniz sadece kendi başınıza ilken sizi terk edecektir...


Hele şu Bayan Dalloway’i (Virginia Woolf)  okuyarak kendine gelmeye çalışan Laura’ya ilişkin satırlarında, Erendiz Atasü’ye öylesine sevgi duyuyorum ki, onu bağrıma basmak geçiyor içimden:


-Laura’nın deneyimi, entelektüel yetenekleri olan kadınlara tanıdık gelecektir.  Bana 80’lerdeki kendi halimi anımsattı. O yıllar, aklımı beynimin sınırlarında tutabilmek için bir yöntem geliştirmiştim. Çarşamba öğleden sonraları, öğretim üyesi olduğum fakülteyi “asar”, şehrin beni kimsenin tanıyamayacağı bir köşesine “kaçar,” doyasıya okur ve yazardım. Şimdi hatırlıyorum da her hafta aynı saatte çıktığımı gören ve bana garip garip bakan fakülte kapıcısı, belki de gizli bir ikinci işim olduğunu ya da birisiyle buluşmaya gittiğimi sanırdı.Yarım günlük kayboluştan sonra, eş-anne-sorumlu evlat-öğretim üyesi yüklerimi yeniden sırtlar ve fazla tökezlemeden yürüyebilirdim... 


- Oh diyorum kendi kendime, “demek bunca yıl suçluluk duygularıyla kıvranan tek ben değilmişim...” Kafam öyle rahatladı ki, galiba omzum da iyileşiverdi sanki...


Pazar, Ocak 24, 2021

O meşum gün, Uğur Mumcu’nun katledilişi


Uğur Mumcu kimdir? Uğur Mumcu suikastinin 26. yıl dönümü… Uğur Mumcu’yu anıyoruz, işte Uğur Mumcu’nun sözleri…


24 Ocak 1993 Pazar günü çok soğuk, hatta bizim o taraflarda karlı bir gündü, şehrin epey dışında, Eryaman’da oturuyorduk. Öğle saatlerinde  ailece Esenboğa’ya  doğru yola çıktık. Eşim Feyzan  o gün yurtdışına gidecekti, onu havaalanına bırakacaktık, çocuklarımız küçüktü, evde yalnız kalmalarını istememiştik.

O yıllarda, Cumhuriyet Gazetesinin Ankara Bürosunda çalışıyordum. Cep telefonlarının henüz yaygınlaşmadığı dönemdi, zamanla yarışabilmek kaygısıyla gazeteden hepimize birer çağrı cihazı verilmişti. Çantamda duran cihazın mesaj anlamındaki biplerini duyunca çıkarıp baktım:

 

-Uğur Mumcu’nun arabasına konulan bomba infilak etti... (*)


Tekrar tekrar okudum, inanamıyordum. Sanki okuduklarım kafama girmiyordu. Tam bir dumura uğramışlık haliydi...Çağrı cihazları sadece gelen mesajları gösterebiliyordu, yazışma yapılamıyordu. Kıvranıyordum meraktan, endişeden, ama yer demir gök bakırdı. Esenboğa’ya vardığımızda, arabadan hemen inip, bulduğum telefona sarılıp, büroyu aradım. Dakikalarca uğraştığım halde santrali düşüremiyordum, sürekli meşguldü... Nihayet telefon açıldı:


-Ben Nursun, Uğur Beye ne oldu?

-Bomba.. Mesajı gördün herhalde.

-Evet ama Uğur Bey?

-Ne yazık ki...


              

Cüneyt Arcayürek yönetiminde çalıştığımız o günlerde, Ankara Bürosunda yaşanan süreç çok ağırdı. Herkes yaslıydı ama yas tutmaya imkan mı vardı? Bir kere,  olay yerinde ve aileyle geçirilen acı anlara dayanmak çok zordu, büromuza taziye için gelip gidenin haddi hesabı yoktu. Devletin tepesindekilerden, meslektaşlarımıza, sade vatandaşa, sayısız insanla Kızılay’daki Cumhuriyet Bürosu dolup taşıyordu. 


Hepimiz işin bir ucundan tutabilmek için yanıp tutuşuyorduk, erken saatteki gündem toplantısından başlayarak, gün boyu, hatta geceyarılarına dek süren toplantılarımızın tek gündem maddesi korkunç suikastti... Araştır, konuş, sor... Ona sor, başkasına sor, sor, sor, sor...


Cenaze günü geldi çattı. Cüneyt Bey büro planlaması yaparken benim büroda kalmamı, İstanbul’a haber geçişini yürütmemi istedi, Uğur Mumcu’yu sonsuza uğurlama törenine katılamayacaktım, çok üzülmüştüm.(**)


Çarşamba sabahı (27 Ocak günü)  çocukları komşuma emanet edip (o gün çok yoğun geçecekti, eşim Ankara’da değildi, çocukları okula getir-götür işini yapmak zor olabilirdi)  erken çıktım evden. Cenaze töreni nedeniyle yolların kapalı olabileceğini hesaplayarak (İstanbul yolundan Atatürk Bulvarındaki büroya 30 kilometrelik bir mesafe katedecektim) Ulus taraflarına ulaştığımda trafik iyice ağırlaştı, hele  Kızılay’a vardığımda  trafik tamı tamına kör düğümdü. Ter içindeydim, caddeler, sokaklar insan seliyle dolup taşıyordu. Büroya zamanında varamamak endişesiyle kıvranıyordum. Bulduğum ilk boşlukta arabamdan kurtulup! büroya koştum, çok erken bir saat olmasına karşın içeri adım attığımda Aziz Nesin’i masalardan birinde otururken gördüm, bir kaç sözcükle selamlaştık, karşılıklı taziye diledik, çok durgundu.


Bir yandan ajansları izliyor, büroya ulaşan haberleri düzenleyip İstanbul’a geçiyor, bir yandan camdan dışarı bakarak, çevremizdeki hıncahınç dolu sokakları izliyordum. Sağanak yağmur altında, Selda Bağcan’ın “Uğurlar Olsun” diyen  o unutulmaz şarkısı (***) çınlıyordu hoparlörlerde... Kızılay’daki yoğunluk saatlerce sürdü, binlerce kişilik insan seli, ancak Cebeci’ye yönelince sesler azaldı... 


-Peki, Cumhuriyet Ankara Bürosunun tam kadro haftalarca sürdürdüğü takip, araştırma, inceleme çabası ortaya ne çıkardı? 

-Hiçbir şey...


Uğur Mumcu’nun şu sözü, yıllar sonra kendi kaderini de mi anlatıyordu?


-Biz unutkan bir ulusuz. Olanları bitenleri çabuk unuturuz. Bugün yarın kanlı olaylar için yas tutarız sonra daha önceki olaylar gibi bu son kanlı olay da unutulur...


 

İçimden Geçen Zaman

Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” kitabının sayfalarını, yayınlanışından 8 yıl, Uğur Mumcu’nun katledilişinden 28 yıl sonra yeniden çevirirken, toplum olarak aydınlığa çıkış umutlarımızın iyice tükendiğini hissediyorum.


Hele Uğur Mumcu’ya,  “rahat uyu” diyememenin yarattığı azap, hançer gibi yüreklerdeyken, bu korkunç cinayeti aydınlatma sorumluluğundaki herkese uyku haram olmalıydı...


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Uğur_Mumcu

(**) https://www.gercekgundem.com/galeri/medya/8316/on-binlerce-kisi-ugurlamisti-ugur-mumcunun-cenaze-toreninden-kareler

(***) https://youtu.be/F7GwScr3Mys



Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...