Bu Blogda Ara

Çarşamba, Kasım 04, 2020

İlk Manşet!






İmzalı ilk manşetimdi 4 Haziran 1981 tarihli Tercüman gazetesinin 1. Sayfasındaki Turgut Özal Röportajı. 


Gazetenin taşra baskılarında imzam Nursen Alev diye yayınlanmış, sonra düzeltilip Nursun Alev’e çevrilmişti. Yani evlenmemiştim henüz.


Bizler için bir efsane olan istihbarat şefimiz Erkan Yiğit demişti ki:


-Üzülme Nursun’cum bu editörler, sayfa sekreterleri biraz ukaladır. Her şeyin doğrusunu onlar bilir. Bir keresinde dünyaca ünlü kemancı Yehudi Menuhin İstanbul’da konser vermişti, yıkılmıştı salon alkıştan... Bu haber nasıl girdi gazeteye biliyor musun? Musevi Menuhin’in Aya İrini’deki konseri muhteşemdi... Bizim sekreter aklı sıra Yehudi Menuhin demek kabalık olur diye tutmuş haber metninden Yehudi’leri çıkarıp, Musevi Menuhin yapmış adamcağızın adını...


 Sonraki yıl evlendiğimde  istihbarat şefim Kemal Işık’a sormuştum, 


-“İmzamı acaba Nursun Alev Erel yapsak olmaz mı?” Diye... 


O da dedi ki: 


-Yok yahu, o da Yahya Kemal Beyatlı der gibi çok uzun olur, sıkıntı yaratır, gel Nursun Erel diyelim sana...


Yıllar sonra kütüphane temizliği sırasında bu gazete kesiği elime geçince ilk aklıma gelen şu oldu:


-Bu Katar neymiş yahu? Amma meraklıymış siyasiler ikide birde Katar’a gitmelere...


Özal’la olan siyasetçi-gazeteci bağlantımız inişli çıkışlı bir yol izledi. Geçenlerde paylaşmıştım, Özal’ın bana bir haberimden dolayı kızdığı, “sizi çağırmamıştık, neden geldiniz?” Dediği gün, karşısında gayet suratsız biçimde oturduğum fotoğrafı. Aslında Özal her şeye rağmen çok zeki, olayları önceden gören ve genelde iyi insan ilişkileri kurabilen bir yaradılışa sahipti. Kendisine seçimden 1. Parti olarak çıkmasına rağmen hükümeti kurma görevini haftalar sonra veren darbeci Başkan Kenan Evren’i kucaklaması unutulmaz.


Ekonomi alanında yoğunlaştığım için onu takip etmek görevi gazetede bana verilmişti. 12 Eylül sonrası, Türkiye siyaseti, darbeden-demokrasiye yönelirken, Özal büyük bir sürpriz yaparak Başbakan Yardımcılığından istifa etti. 


O günlerde cep telefonu filan yok. Bize göre sakin bir gün, istifa henüz duyulmamış, meslektaşım Nur Batur’la uzun bir öğlen yemeği yemişiz dışarıda. Gazeteye bir döndüm ki, Özal istifa etmiş, yer yerinden oynuyor. Kemal Işık bana:


-Yahu Nursun neredesin? Heryere baktırdım Saygılar Kebapçısına  bile... Saat 3 olmuş (15.00)  sen ortada yoksun...


Azarı yiyince kıpkırmızı oldum, hemen masama geçtim, ilk işim özel kalem müdürü Mehmet Perçin’i aramak oldu. Bana “bacım” diye hitap ederdi, karşılıklı sempatimiz büyüktü... Onu defalarca aradım, sonunda ulaştım:


-Bacım nasılsın?

-Nasıl olayım Mehmet Bey... Nedir durum böyle? Ortalık toz duman oldu... Neden istifa etti sayın Özal?

-Önümüzdeki günlerde açıklayacağız, takip edersin

-Ama Mehmet Bey, görmüşsünüzdür Milli Güvenlik Konseyi açıklamasını, Başbakanlıktan yapılan açıklamaları... “Büyütülecek bir olay değil” demeye getiriyorlar. Hatta bazı meslektaşlarımdan da duydum, “haberi sakın büyütmeyin, iç sayfalarda geçiştirin” diye baskı yapılıyormuş.


Bunu söyleyince Mehmet Perçin, “gel bir dertleşelim” diyerek beni Başbakanlığa çağırdı. Koşarak gittim tabii, konuşmalarımız sırasında ısrarlarım üzerine bana, “Özal’ın hiç de öylesine geçiştirilemeyecek, zehir zemberek istifa metnini” vermeye razı oldu. O anda nasıl sevince boğulduğumu  anlatamam.  Elimdeki bomba müthişti, ilk biz patlatmalıydık. Teşekkür edip tam odasından çıkarken, telefonu çaldı, telefonun ahizesini kapatıp bana “Barış Kaşıkçı arıyor” demesin mi? O anda aklım başımdan gitti... Anadolu Ajansı’nın en önemli kıdemli gazetecisiydi Barış Kaşıkçı. Evet, onu çok sever ve sayardım, hatta sözde “mektepli” ama aslında tam bir “çömez” olarak Ajansa girdiğim günlerde, Barış bana sahip çıkarak  mesleği öğretmişti, hatta beni yetiştirmişti demek daha doğru olur. Ama bu defa iş başkaydı, göze göz dişe diş bir haber atlatma sürecindeydik... Üstelik böylesine önemli bir haberin Ajans’tan geçilmesi demek, bütün gazetelere ulaşması demekti.


Aceleyle Başbakanlık Binasının merdivenlerini üçer beşer atlayarak indim, gazeteye koşturdum:


Kemal Işık bütün yüzümü kaplayan gülümsemeden anlamıştı elimde bir bomba olduğunu.


-Hadi çabuk, çabuk otur daktiloya... Taşra baskıları kaçmak üzere, bari İstanbul Ankara’yı, şehir baskılarını yakalayalım...


Zaten o yıllarda meslektaşlarım benimle “daktilo şampiyonu” diye dalga geçerdi, daktiloya oturup haberi bir solukta yazıp tamamladım, telekscimiz Erdoğan Bey de anında “tıkır tıkır” yazıp İstanbul’a geçti...


Ertesi gün haber sadece bizim gazetede “Sekiz sütuna manşet” olarak yayınlandı. Bir de sanıyorum, Cüneyt Arcayürek, Barış’tan bilgi alarak o sırada yazarı olduğu  Güneş Gazetesinde istifa mektubunun bir bölümünü yayınlamıştı... O gün, yaşamımın en neşeli günlerinden biriydi desem acaba tahmin edebilir misiniz mutluluğumun derecesini?


A, şimdi biliyorum aklınızdan geçen soruyu:


-E, peki Kaşıkçı’nın haberi ne oldu? 

-“O bizim meslek sırrımız olarak basın tarihinin tozlu sayfalarına gömüldü...” dersem bana kızmayın olur mu? Belki birgün Barış Kaşıkçı anlatır bunu...

 


Pazartesi, Kasım 02, 2020

Naftalinin boğucu kokusu!




Anneme hayret ederdim, nedense naftalin kokusunu severdi. 


Oysa benim için naftalin demek, yünlü kumaştan paltoların, mantoların, elbiselerin, el örgüsü kazakların kısaca kışın giyilecek ne varsa tümünün sandıktan çıkarılıp, örtülerinden sıyrılıp, naftalinlerinin silkelenip, temizlenip, ütülendiği, gardroba asıldığı günler demekti.


O “kış seferberliği” sırasında ev günlerce naftalin kokardı.


Uyumaya çalışırken naftalin, ders çalışırken naftalin, yemek yerken naftalin... İmdaat diye bağırmak gelirdi içimden çünkü, o koku bende boğulma hissi yaratırdı


Bir keresinde okulla birlikte Ankara’nın Sıhhiye Semtindeki demiryolunun tam kıyısına kurulu Hava Gazı Fabrikasına gitmiştik. Göğe uzanan, tam bir hayaleti andıran simsiyah silindirin kapısından içine girdiğimizde gördüğüm devasa boşluktan nasıl da ürkmüştüm. Dev silindirin iç duvarlarını kocaman bir çember gibi çevreleyen bembeyaz naftalin kalıntılarını görüp, o heryeri saran berbat kokuyu duymak nasıl da  midemi bulandırmıştı. Naftalin, o gün anlatıldığına göre ve aklımda yanlış kalmadıysa hava gazı elde edilen sürecin yan maddesi olarak oluşuyordu.


Oooo, o günler çoktaaan geride kaldı. Artık Ankara’da mutfaklarda, banyo şofbenlerinde hava gazı kullanan yok, çünkü eskilerin deyimiyle o “lenduha” (*) gibi Hava Gazı Fabrikasının yerinde yeller esiyor. 


-Saklanacak kışlık giysiler mi? 

-A, onlar için ben çoktandır naftalin yerine sabun kalıpları yerleştiriyorum  dolaplara, çekmecelere.


Ama bu derdimi size niye açtım?

Ev buram buram naftalin kokuyor da ondan...


-Hani kullanmıyordun naftalin?


-Yok canım, naftalin filan yok ortada, o bir sanrı sadece...


Zaten gerçek olsa bu kadar sıkıntı duyamazdım...


Naftalin kokusu, açılıp kapanan kitap sayfalarından birer hayalet gibi yükselip, burnumu sızlatarak geçip beynime saplanıyor.




Bilmem kaçıncı keredir kitaplık temizliğindeyim... Kimileri çocuklukta okuyup defalarca kapatıp açtığım için aşınmış, sayfaları kopmuş, ciltleri zedelenmiş kitaplar. Altını karaladığım satırlarla gençliğimi, o yıllarda yaşama bakış açımı, beklentilerimi, hayallerimi anımsatan kitaplar. Mesleki kitaplar, babamdan, annemden kalan kitaplar... Klasörler dolusu belge, notlar, defterler. Hatta röportajlarımın ses kayıtları. Raflara “bel verdiren!” cilt cilt National Geographic’ler


Şu Adab-I Muaşeret  kitabına Ayşegül’le kahkahalarla gülmez miydik? 


Hele “Çarın Çizmelerine?”


Bir keresinde kitap, büroda masamın üstündeydi, Adnan Kahveci (**) beni ziyarete geldiğinde, ‘MihaiZoşçenko’nun hikayeleri beni çok güldürüyor’ demiştim de, ‘ben de biraz güleyim’ deyip alıp gitmişti hani. Ne yazık ki yaşamında pek fazla gülemedi, çok erken ayrıldı aramızdan.


Çocukluğumuzda ağabeyimle tekrar tekrar okuduğumuz babamızın Michel Zevaco ciltleri, Pardayanlar karşıdan bana bakıyor.  Ah o  okuduklarımın hepsi bugün gibi aklımda, hani Paris’i boydan boya Hardy Dö Pasavan’la birlikte at üstünde geçerdik, Tuillerie Bahçelerinin orada bir yerde atımız biraz soluklansın diye dururduk. Başka neler neler olurdu... Kraliçe İzabo gerçekten o kadar güzel miydi?


Oysa artık onların kapağını açan yok...




Demet Işık’ın Kitap Kulübünde okuduklarımız ise neredeyse bir raf dolusu... Ne kadar farklı bir dünyaydı o ihtişamlı günlerimiz. Rüya ülkesindeydik sanki. O gün sadece kitabımızla notlarımız mı vardı masada? O muhteşem sofrada neler yoktu ki. Demet Hanımla yardımcısı Ayşe Hanımın elinden çıkma birbirinden leziz tadımlıklar, salatalar, peynirler, hele o meyve tabağı... Demli çayla başlayıp, birazdan Hasan Faruk Levent’in ((****) sakiliğinde kadehlerimize konulacak kırmızı şarapla devam edecek koyu sohbet... Mustafa Şerif Onaran hangi toplantımızda  okumuştu Yalnızlık şiirini? (*****)  Erendiz Hanımın (Erendiz Atasü) (*****) yorumlarıyla daha mı ateşlenirdi tartışma? 


-Bırak şimdi anılarda gezinmeyi kitaplığa dön haydi!!!

-Ufff, ne sıkıcı, yalnızca kitaplarla kalsa iyi.


Benim ve ev halkının hobilerini dayandırdığı dergiler, çeşitli koleksiyonlar, hatta çocukluğumdan kalma bir pul koleksiyonu, dünyanın heryerinden toplanmış menüler... 


Özellikle de şu menülerin kapağını bile açmak istemem doğrusu... Düşünsene, kolalı beyaz keten örtüler serili masadasın, kadehindeki buz gibi Chablis’yi yudumlarken, yemeğini bekliyorsun. Nasıl ağzım sulanırdı kimbilir! 


-Hmmm ne için mesela? 

-Mesela nar gibi kızarmış ördek kanadı için... 


Yok canım, hayatımda hiç gitmiş değilim o ünlü restorana, La Tour d’Argent’a (******) Zaten gitmem de. Bir kere asla o kadar param olmaz, ayrıca ördekleri kanları akmasın diye bir kalemde kesmek yerine, ipte asarak!  boğduklarını duydum, çünkü öyle daha lezzetli oluyormuş zavallıların eti. 


-Ne vahşet!!!


Daha bitmedi.


-Sahi, yıllarca süren keyiflere dayanak olan o kanaviçeler, dantelleri düşün bir de... E, onların dayandığı şablonlar vahiyle mi gönderildi? Raflardaki onca dergi, hele hele şu 100 yıl öncesinin dantel örneklerini içeren ciltlerce katalog değil miydi seni “aferin budalası” yapıp, başka işlerden alı koyup, aylarca yıllarca odalara hapsedip, esir alan? 

-Evet doğru doğru, kendimi el işlerinden alamıyorum diyerek geçen ay bir psikoloğa bile gittim. 


Dur bir de şu dolapların kapaklarını açıp, önce alttakine bakmalı...


Aman allahım haykırmak geliyor içimden:


-Yardım ediiiiiiiin. Burası tam bir CD mezarlığı, yüzlercesi alt alta sıralanmış. Klasiklerden tut, canlı konser kayıtlarına uzanan çeşitleme. Evet evet, daha dün değil miydi CD çaların sesini sonuna kadar açıp dinlediğim hatta eşlik ettiğim şarkılar? Ne çabuk kabuk değiştiriyor bu teknoloji denen canavar? Yıllar öncesinin plaklarını ne yapmıştık sahi? Aaa, bir kısmı duruyor şu rafta, bak işte  45’likler, Longplayler.


Dolap kapaklarını hemen çarparak kapatıyorum, içlerindeki canavarı hapsetmek için...  Kimse duymasın ama onlardaki naftalin kokusu çok keskin, fotoğraflar var, yüzlerce binlerce fotoğraf, ve albümler.


-Elveda 


Hayır bunu diyemiyorum, sadece ağlamak istiyorum. 



(*) https://kelimeler.gen.tr/lenduha-nedir-ne-demek-210570


(**)https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Adnan_Kahveci


(***) https://www.bilgiyayinevi.com.tr/hasan-faruk-levent-in-ilk-romani-bir-gecmis-dusu

(****) https://www-antoloji-com.cdn.ampproject.org/c/s/www.antoloji.com/m/amp/yalnizlik-1575-siiri/#

(*****) https://m.kitapyurdu.com/index.php?route=authors/authordetail&author_id=689

(******) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Pressed_duck

Pazar, Kasım 01, 2020

19 Numaralı Oda



Küçücük iki çocuğu karşısına alıp ne söylemişti acaba?

-Ben sizi çok sevsem de, artık buralarda kalamam. Şu anda anlayamazsınız  ama benim için önemli sebepler var ve buradan gitmek zorundayım...

John ve küçük kız kardeşi, kendilerini terk eden annelerinin ardından öylece bakıp kalmış mıydı?

Bavulundaki tek kitap taslağı ve yanına aldığı oğlu Peter (3. Çocuğu) ile Londra’ya, yeni bir yaşama yelken açan Doris Lessing (*) acaba hiç gözyaşı dökmüş müydü?

Nobel’li yazar için, ölümünden yıllar sonra bile acımasızca tekrar tekrar gündeme getirilen bu soruya şimdi kim yanıt verebilir? 

Bilmem? Doğrusunu sadece kendisi anlatabilirdi sanırım. Ama o aramızdan ayrılalı çok oldu. Üstelik günlükleri “mühürlü” idi, hayattaki son çocuğu da ölmeden asla yayınlanmayacaktı.(**)  

Belki günün birinde öğrenebiliriz Lessing’in herkesten gizlediği duygularını...

Bu soruyu bizler neden tekrar tekrar kafamızda seslendirip duruyoruz? Niye merak edip duruyoruz bunları, yazarın kendi yazdıklarını, onca romanı, öyküsü, incelemesini okumak varken?




Yazar Nihan Kaya’nın okuma atölyesinin başlama saatini beklerken aklımdan bunlar geçiyordu, birazdan Doris Lessing’in “19 Numaralı Oda” başlıklı öyküsünü değerlendirecektik. Lessing benim iyi tanıdığım bir yazar olmamasına karşılık, yaşamının gençlik yıllarını kapsayan “Tenimin Altında” adını verdiği otobiyografisini okumuştum, tabii “19 Numaralı Oda”yı da... 2007 yılında aldığı Nobel ödülü öncesinde ve sonrasında hakkında yazılan pek çok incelemeyi de gözden geçirmiştim.

19 Numaralı Oda’da, Londra’da iyi koşullarda yaşayan “zeka evliliği” yapmış (bizdeki mantık evliliği mi acaba bu tanımlamanın eşdeğeri?) bir karı-koca anlatılıyor. Her ikisi de çalışma yaşamının içinde ve iyi  para kazanılırlar, ama Susan dört çocuk sahibi olduktan sonra işini bırakıyor. Oysa evde olmak ona hiç iyi gelmiyor, sürekli bir arayış içinde ve hep varlık nedenini sorguluyor. Kendiyle baş başa olmak gibi bir hedefi var aslında. Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”da öğütlediği gibi... Olay örgüsü, sonunda Susan’ın 19 Numaralı Oda’da intiharıyla son buluyor. (Hep -Sylvia Plath da kendisine, benzer sonu, bu öyküden etkilenerek mi hazırladı?- sorusunu kafamda evirip çevirdim)

Nihan Kaya, dijital oturumu saat tam 20.00’de açtı ve daldan dala konarak hem Lessing, hem de ondan önce ve sonra kitapları yayınlanmış farklı yazarlarla ilgili pek çok konuya değindi. Yazın dünyasının okyanusunda onun aracılığı ile gezinmek çok renkli ve zevkliydi doğrusu,  onca kitabı yayınlanmış bir yazarın, karşımızdaki ekranda gülümseyerek:

-“Ah şimdi tatlı bir şey yemem gerek, size de tarifini vereyim, fındıkları kavuruyor ve sonra ezilmiş hurma ile karıştırıyoruz, çok güzel oluyor” diyerek atıştırması, hatta:

- “Bana şuradan el kremimi uzatır mısın?”  diye arkasına dönüp seslenişi, aramızdaki soğuk ekranı kaldırıp bizi o “mum gibi” (***) tertemiz, düzenli çalışma odasına alıverdi. Balkon penceresinden görünen petunya (****) henüz kışın soğuğunu yememiş olacak ki hala gülümsüyordu.

O sayede ben İngilizlerin Doris Lessing’i geçmişte pek sevmediğini, ancak 2007’de Nobel aldığında  ona ilgi gösterdiğini, Lessing’in kılık kıyafet konusunu pek önemsemediğini, röportajlarında bile üstüne öylesine geçiriverdiği uyumsuz kılıklarla gazetecilerin karşısına çıktığını öğrenmiş oldum.

Aslında bunun benim için zerre kadar önemi yoktu, asıl olan Lessing’in sözcüklerle önümüze açtığı bambaşka dünyalardı.


 


Bu söyleşiye İzmir’de yaşayan üniversite arkadaşım Sıdıka Yılmaz’ın önerisiyle katılmıştım ve çok da mutlu oldum, hatta Nihan Hanıma aklımdaki soruları sorma fırsatım da oldu:

-Lessing’in bu öyküde anlattıkları, Londra’nın o zamanki ruhunu yansıtıyor muydu? Acaba bu öyküyle “eğer çocuklarını ve Rodezya’yı geride bırakıp Londra’ya yerleşmemiş olsa,” kendi otobiyografisinde dediği gibi, “ya delirmek ya alkolik olmak” seçeneklerine birini daha mı eklemişti? Yani “intiharı?” Daha açık söylemek gerekirse Lessing belli ki yaşamı boyunca hiç kurtulamadığı vicdan azabını, bu öyküyle aklamış mı oluyordu, yani “intihar eden kadın” metaforuyla?

Aslında merak ettiğim bir şey daha vardı ama yanıtını bulamadım:

 -Lessing acaba içinden geldiği gibi, parmaklarından aktığı gibi mi yazıyordu? Yoksa kimi edebiyatçıların “19 Numaralı Oda”yı kılı kırk yararak inceleyerek ortaya koydukları savlara bakılırsa, (Buket Akgün), (*****) çocuklara konulan isimler,  Susan’ın bahçede gördüğünü sandığı karaltılar (yılan şeklindeki sopa!) gibi sözcükler, kavramlar,  etimolojik kökenlerine gidilirse, belli mitolojik çağrışımlar yapması için- Lessing tarafından kasıtlı mı seçilmişti?

Aslında bu öykü üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki...

Örneğin bunu bir Türk yazar kaleme almış olsa kim bilir kurguyu nasıl yapardı?

-Adamın karısını aldatması olayı bu kadar kolay geçiştirilebilir miydi? Ya Susan? Gerçek dışı da olsa kocasına “evet, ben de seni aldattım, ismi de şu” demeye cesaret edebilir miydi? Çocuklar annelerinin kendini dinlemek için kapandığı üst kattaki odanın önünde gürültü yaptıklarında, sonradan özür dilemek şurada dursun, bağırmaya haykırmaya devam etmezler miydi? Ya da adam, karısını takip ettirip, her gün Londra’nın pek de iyi gözle bakılmayan semtindeki bir otel odasında saatlerce kaldığını öğrendiğinde tepkisi ne olurdu?

Aslında bu atölyenin bendeki izlerini sayacak olursam, Nihan Kaya’yı tanımak, diğer katılımcıları dinlemek çok hoşuma gitti, hurma tatlısı tarifi de... Hele de Edna Vincent Millay’ınMavi Sakal” şiirinin analizi... Bu atölye vesilesiyle, günlerce Lessing üzerine varsayımlar ve düşünceler arasında dolaşıp, kaybolmak ise büyük keyifti.

Tabii en büyük kazancım da önümüzdeki günlerde başka kitaplara açılmak olacak, (Başta Nihan Hanımınkiler olmak üzere:) (*****)

-Damızlık Kızın Öyküsü (Margaret Atwood (The Handmaid’s Tale) 

-The Habit Of Loving (Doris Lessing)

-Kadınlara Mahsus (Marilyn French)

-Tavan Arasındaki Deli Kadın (Sandra Gilbert)

-Sarı Duvar Kağıdı (Charlotte Perkins Gilman)




Perşembe, Ekim 22, 2020

Ölülerden özür dilenmez, Bekir Coşkun’dan da




Bekir Coşkun gitti, huzura kavuştu”  desem, onu deli gibi seven eşi Andree bana çok mu kızar acaba? Tabii o da anlıyordur benim aslında ne demek istediğimi. 

Bu dünya pek çoğumuz  için bir cendere değil mi aslında?

Bekir Coşkun’u konuşalım mesela... Bu kadar mı sevilir bir yazar? Bu kadar mı okunur? Bu kadar mı kıvrak bir kalemi vardır? Ha, bütün bu özellikleri yanında bir yazar bu kadar mı halkının, ülkesinin çıkarlarını savunur? İlericiliği, doğruculuğu, dürüstlüğü ile bilinir? 

-Peki bu özellikleri ile ülkenin en  önde gelen yazarı sıfatını taşıyan yazarın başı acaba göklere mi erer? Bir eli yağda bir eli balda mı yaşar?

-Yoooo... Nerdeeee!!!

Tam tersine, oradan oraya sürülür, kimi zaman işsizliğe, kimi zaman kıt kanaat geçineceği maaşlara talim ettirilir, zaten kendisi bu durumu yazı başlığı ile iki kelimede özetleyivermiştir,  Onuncu Köy... Sıkıntılı süreç sonunda kansere davetiye çıkarır ve yaşama kısa sürede elveda der Bekir Coşkun

Acaba onu çok okunduğu gazetelerden bir telefonla sürdürüveren devlet adamlarının hiç mi vicdanı sızlamamıştır? Ya o gazete yöneticilerine ne demeli? Genel yayın müdürü mü ? Kapıkulu mu demek lazım onlara?

Gördüler işte, ülkenin bir aydını daha bir yıldız gibi kayıp gitti aramızdan, biraz daha karanlığa gömüldük...

Eminim hiçbiri  rahat uyuyamamıştır Bekir Coşkun’un ölüm haberini  aldığında, karabasanlarla boğuşup durmuşlardır bütün gece... Hatta şu bile geçmiştir akıllarından, “keşke zamanında hatırını sorsaydım, özür dileyemesem bile bir iki teselli sözü kullanabilseydim sağlığında...” 

Eh, hadi egonuza yenik düştünüz, bari şimdi ardından bir şeyler söyleseniz ne kaybedersiniz? Şu ölümlü dünyada arkanızdan sizin de bir iki iyi laf edilse fena mı olur?

Mesela Cumhurbaşkanı şu mesajı kopyalatıp, prompterdan okuyuverse:

-Ey ümmet, hatta özellikle ey göbeğini kaşıyanlar, bugün aramızdan ayrılan gazeteciyi pek sevmezdim, habire bize verir veriştirirdi. Fikirlerimiz asla uyuşmazdı. Ama yine de üzüldüm ölümüne. Sevenlerinin başı sağolsun. Ben aslında sağlığında ona özel uçağımı tahsis edip Küba’ya bile göndermek istedim tedavi için ama kabul etmedi. Çok onurlu adammış. Şu troller de onun hakkında yazıp durmasınlar, oy kaybediyoruz. Rabbim rahmet eylesin...

Ya da onu gazeteden kovan genel yayın müdürü günah çıkartsa:

-Yahu bizde işler böyle yürüyor, bunu herkes bilir. Patronun menfaati  neyi gerektiriyorsa biz onu savunuruz. Aksi taktirde ne bu konaklarda oturabilir, ne bu pahalı şarapları içebiliriz... Ben ona kaç defa söyledim, Bekir yapma etme -Zülfü Yare dokunma- dedim. Şöyle havadan sudan yaz biraz, bak yazları patronun teknesinde tavla oynar, sonra Andree’yi koluna takıp Paris’lerde gezersin. Yani benim içim rahat kardeşim, ben ona -salla başını al maaşını- demişim, o tersini yapmış. Suç bende değil ki... Yine de rahmet diliyorum, bu akşam onun için de bir kadeh kırmızı şarap içeceğim, hem de en pahalısından...

Ha, bir de dertleşirken Bekir Coşkun’un bana anlattığı bir olay:

-Yahu işte biliyorsun 9. Köy’den kovulunca yaşadıklarımı... Burada yazmamı istediler kabul ettim, hadi dedim, kalemi elden bırakmayalım, ülkenin durumu malum. Fakat verilen parayı söylesem inanmazsın, evi satmak durumunda kalabilirim düşünüyorum da, Adree’ye nasıl anlatırım acaba...

 O gazete yöneticisi de şimdi şunu mu desin:

-Yıldız mıldız olmaz, bizi bozar... Gazete küçük olsun, bizim olsun... 

Ah sevgili Bekir Coşkun ah, şimdi gittiğin yerde kıs kıs gülüyor musun bu arkandan söylenenlere?(*)https://www.hurriyet.com.tr/beni-kovarlar-mi-11223999



Pazar, Ekim 18, 2020

Sodom ve Gomorra ile imtihanım!!!


Siyasetteki kısırdöngünün karamsarlığından biraz uzaklaşmak isterseniz, gelin kitaplar arasında kaybolalım. 

Gerçi o da kolay değil, örneğin her elime alışta başa dönmek gibi bir durum hasıl oldu Proust’un Sodom ve Gomorra’sını okurken. İkide birde sözlüklere başvurmak, “Google’ı açıp kapamaktan yalama etmek” de cabasıydı bu okuma maratonunun. Proust Ustanın toprağı bol olsun da,  “yazarlar anlaşılmamak için mi yazarlar?” Diye bir soru dönüp durdu hep kafamda.


Daha önce kitap kulübümüzde  “Swann’ların Tarafı”nı okumuştuk, ama heyecanımı yitirmeden tamamlayabilmiştim  onu... Aslında Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” dizisinin parçasıydı ustanın yaşamının son 17 yılını verdiği bu kitaplar... 3 bin sayfa, 1 milyon 250 bin sözcükten oluşan 7 kitap... Demet Hanımın evindeki tatlı sohbetimiz saatlerce sürmüştü... Aklımda kaldığına göre, hiçbirimiz kendimizi kitaba o kadar da verememiştik. 

Bakıyorum da ben de Proust’u  okumaya bir o kadar emek vermişim, Sodom ve Gomorra’ya 2013’de başlamışım, sonra dön baba dön... Sonunda bugün tamamlayabildim.

-Peki aklında ne kaldı?  

Derseniz eğer, ustanın ustalığını tartışmak gibi bir cürette bulunamam tabii ki, ne haddime, ama okuduklarım, “o zamanın ruhunu yakalamak” açısından çok ilginçti. Bir kere kitabın adından da anlaşılacağı üzere, o dönemde de eşcinsel ilişkiler adeta lanetlenmiş ki gizliliğe bu kadar özen gösteriliyor. Usta belki kendisi de “o meşrepten” olduğu için bu aşırı özeni, mutlak saklanma gereğini çok çok iyi anlatmış. Yalnız bununla da kalmamış, bu çeşit ilişkilerin verdiği-verebileceği hazzı da bir o kadar iyi yansıtmış. İlginç bir nokta, bu kitapta başkişiyi (kendisini) kadınlara düşkün biri olarak göstermiş olması...

Neyse işte, kitabın ilişkiler tarafı böyle.Yalnız düşünüyorum da, Proust kalibresindeki bir Türk yazar şimdi çıkıp benzer bir kitap yayınlasa başına acaba neler gelebilir? Zaten İstanbul Sözleşmesini yürürlükten kaldırmalarının nedeni de belki LGBT korkuları değil mi? 

Peki, kitap dizisinin 1913’de yayımlanmaya başladığını dikkate alırsak, şu paragrafa ne dersiniz?

Tam prenses benimle konuştuğu sırada, Guermantes Dükü ve Düşesi de içeri giriyorlardı. Ne var ki, hemen yanlarına gitmedim, çünkü yolda Türkiye Büyükelçisinin eşine yakalandım; az önce yanından ayrıldığım ev sahibesini işaret ederek koluma yapıştı ve ‘Ah! Prenses ne harikulade bir kadın’ diye haykırdı.’diğer bütün insanlardan üstün! Bana öyle geliyor ki, erkek olsaydım’ diye ekledi, hafif bir Doğulu bayağılığı ve tenselliğiyle,’hayatımı bu ilahi varlığa adardım’

Biraz araştırdım o döneme denk gelen Türk Büyükelçilerini, bazı isimler üzerinde durdum ama o zamanlar  bile korkarım “kadının adı yok”muş ki, sefirelerin isimlerine rastlayamadım.

Proust daha sonraki paragraflarda ise Türk Sefirenin kendisini cahilliği ile sinirlendirdiğini de dile getiriyor.

Tabii otomobilin, telefonun o yıllarda çok yeni icatlar oluşu da Proust’un pek çok ilginç yorumuna yol açıyor ama, şu yazdıkları yok mu? Beni benden aldı doğrusu:

Ansızın, atım şaha kalktı, garip bir ses duymuştu; onu zaptedip, yere düşmemek için epey uğraştım, sonra başımı sesin geldiği yere doğru  kaldırıp, yaşlı gözlerle baktım: Elli metre kadar yüksekte, güneşin ortasında, iki büyük, parlak çelik kanadın taşıdığı, pek seçemediğim yüzünü insana benzettiğim bir yaratık gördüm. İlk kez bir yarıtanrıyla karşılaşan bir Yunanlı kadar heyecanlandım. Ben de onun gibi ağlıyordum, çünkü sesin yukarıdan geldiğini anladığım andan itibaren -uçaklar o dönemde oldukça enderdi- ilk kez bir uçak göreceğim  düşüncesiyle ağlamaya hazırdım.”

Proust bu romanındaki olaylar dizisini nedense siyasi bağlamdan uzak kaleme almış, belki yaşananlar genelde Paris dışında, kırsalda  geçtiği için. Neyse ki o günlerde patlak veren Dreyfus (*) Olayına biraz olsun değinmiş. Tabii, sürekli Dükler, Düşesler, Prensler, Prenseslerin muhteşem köşklerinde, malikanelerinde  verdikleri davetlerde, yemeklerde geçen romanda, seçkinlerin bu olaya da bir kaç sözcükle değinmeleri değinme sayılırsa. 

Ah, bir de Proust’un etimolojiye abartılı düşkünlüğünün beni deyim yerindeyse mahvettiğini söylemem gerekir. Fransadaki pek güzel  kırsal manzaralar tam anlatılırken, tam da biz bu manzaraları gözümüzde canlandırmaya çalışıp, hayallere dalacak iken, hoooop! kasaba ve köy isimlerinin kökenine iniliyor... Hangi kasabanın, köyün ismi meğer hangi kökene dayanırmış... Sayfalarca sayfalarca devam ediyor bu anlatımlar... İMDAAT diyecek olmuştum ki, kitabın muhteşem, mucizevi, cesur, daha doğrusu cengaver çevirmeni Roza Hakmen’in (**) Proust’la ilgili bir sözüne rastladım:

-İnsanın iki bacağı kırılıp da yatakta kalınca okunacak yazar...

Ohhh be!” dedim kendi kendime, “demek yalnız değilmişim


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Dreyfus_Olayı

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roza_Hakmen


Perşembe, Ekim 01, 2020

Keriman Hanımın böreği

Yaşadıklarımız o anda ne kadar keyif verirse versin, “elimizden kayıp gittiğinde,” yani artık ulaşılmaz olduğunda öylesine artırıyor ki değerini, anlatılamaz.

Ah gençliğimiz, o güzel sofralar, muhabbet, büyüklerden kalbimize sıcacık akan karşılıksız sevgi...

E, şimdi yok ki Keçiören’deki o ev, Cihannüma mı denirdi çepeçevre camlı, hoş manzaralı, ferah salonlara? Neydi o güzelim bahçe, hele de alt sınırına çit yerine dikilmiş bembeyaz zambaklar... Sanki birazdan Keriman Hanım (*) bahçe kapısında elinde bakır siniyle görünecek:


-Kuzum, haydi bakalım, çay da demlendi, soğutmayalım böreği

Diyecek.

Fırından yeni çıkmış sinideki, dumanı tüten, nar gibi kızarmış börek acaba pırasalı mı? Yok yok, peynirli pazılı yapmıştır Keriman Hanım. Belli ki sabah saatlerini mutfağında böreğin iç harcını ve hamurunu hazırlamakla geçirmiş, misafir kapıyı çaldığında siniyi fırına sürüp, çayı demlemiştir... İşte börek o börek...



Yıllar geçti Keriman Hanımı görmeyeli... Kızının, Emine’nin (**)  kaybı çok ağır geldi ona da, Sıtkı Beye (***) de... Buraları terkedip başka yerlere göç ettiler. Bilmem ki gittiği yerde de misafirlerine tadına doyulmaz börekler açıp ikram ediyor mu?




Neyse ki, kızlar annelerinin takipçisi, bir gün Latife’yle (****)  buluşup eskileri anıyoruz:

-Neydi o Keriman Hanımın damakları çatlatan böreği?

-Ben de yapıyorum ablacığım, size tarifini vereyim...

-Ne hoşsun Latife... 

Unutamadığım başka bir lezzet de Emine’nin fındıklı kurabiyesiydi. Evden taşınırken bir tek şey yitirdim, yemek notlarımın bulunduğu o çok kıymetli defterimi... Ah ne tarifler vardı içinde, kimi bulayım da sorayım şimdi? Emine’nin kurabiyesine çocuklar bayılırdı, Ali “kubiye” derdi ona... Bazen fındığını çıkarıp yer, kurabiyesini bir kenara atıverirdi... Çocuk işte...

-A, onun tarifi de aklımda, hemen söyleyeyim mi abla?

Evlerde mutfağa artık az mı giriliyor dersiniz?

Kolay değil ki bu işler çalışan insanlara, iş çıkışı onca trafikle cebelleş, çocuğu okuldan al, alışveriş yap, ter içinde eve gir... Mutfak şurda dursun, yemek yiyecek hal bile kalmıyor ki insanlarda... Haydi telefona müracaat:

-Pizzayı neli söyleyelim?

-Kola da isteyelim anne

Bilmem ki biz yorulmuyor muyduk? 

Onca uzun çalışma saatleri, hele de habercilikte zamanla yarışmanın stresi, çocuklarla ilgili faaliyetler, sosyal yaşam, yaşlanan anneyle halayla hatta komşularla geçirilen zamanlar...

Zamanın ruhu denen şey mi geçerli? Yoksa bizim zamandan bağımsız, ille de yaşamak istediğimiz, isteyerek seçtiğimiz, sevdiğimiz tarz mı? Bu sorunun cevabı herkese göre farklı, ben sadece elimizden kayıp gidenleri bir kenara kaydetmemiş olmanın derdine yanıyorum:

-Nerelerdesin Masume Hanım? (*****)  Düdüklüde nasıl yapıyordun acaba o unutulmaz elmalı fındıklı kekini? Ya düdüklüde yaptığın o zeytinyağlı patlıcan karışımının lezzetini ben nereden bulayım şimdi? Hele yazları Sındırgı’dan akrabalarının gönderdiği günyufkası ile hazırladığın kuskus pilavını şimdi market malzemesiyle yapabilmek mümkün mü?

(*) Keriman Güneş: Sivrihisar Doğumlu, 4. Çocuk annesi, marifetli ev hanımı, uzun yıllar  Ankara’nın Keçiören semtinde oturdu.

(**) Emine Erel: Genç yaşta yitirdiğimiz sevgili güzel, marifetli eltim. Zafer ve Duygu’nun biricik annesiydi.

(***) Sıtkı Güneş: Sivrihisar doğumlu, Ankara Samanpazarı’nın önde gelen esnafındandı.

(****) Latife Kumbasar:  Keriman Hanım ve Sıtkı Beyin üç kızından biri.

(*****) Emine Masume Alev: 2004 yılında yitirdiğimiz sevgili annem, Sağlık Bakanlığından emekli ebe hemşire. Rekiştan-Kavala doğumlu, mübadele ile Yunanistan’dan göçüp annesi Zeynep Ertan ve kardeşi Hüseyin Ertan’la  Sındırgı-Balıkesir’e yerleşti. 

Cuma, Eylül 25, 2020

BLUZ DEYİP GEÇME!




17 Şubat 2020... 


Heyecan dorukta, Feyzan 12 Aralık 2019 gününden beri süren bir hastane serüveninin başkişisi... Telaş, korku, merak, üzüntü... 

Duyguların girdabındayız. Ailemiz su sızdırmaz bir dayanışma içinde... Dostlarımızla kenetlenmişiz... Doktorlarımız Murat Akova ve Ahmet Rüçhan Akar bizim kahramanlarımız, hemşireler, hastabakıcılar hepsi ayrı bir değer...


İşte o puslu ve sonu belirsiz gün... Hastanedeyiz... 



Ali ve Mehmet’le konuşmadan, öylece oturuyoruz,  Feyzan yatakta... 

Ertesi günü bekliyoruz, Feyzan ameliyata sabah erken alınacak...


-Ne olacak? Ne olacak? Başarılı geçecek mi? Zor mu olacak? Ne kadar sürecek? Haftalardır yaşanan kabus bitecek mi?


Birden aklıma geliyor:


-Çocuklar ben bir Kızılay’a gidip geleyim...


Aklımdaki şu:


-Hastane süreci kimbilir ne kadar devam edecek... Oyalanmak için birşeyler bulmak gerek... Getirdiğim kitaplar yetmiyor, gidip dantel ipliği alayım...


İşte bluza dönüşmeden önce, o dantelin öyküsü böyle başladı, girilen çıkılan, farklı sürelerde kalınan çeşitli hastane odalarında, taburculuktan sonra da evde aylarca sürdü...


Bu arada Feyzan ameliyat oldu, ameliyat başarılı geçti ama yoğun bakımda, hastane yatağında, evde zorlu günler geçirdi... Bizim dantel de aynı günlerde ilmek ilmek ilerledi... Çok şükür  Feyzan her gün daha iyi oldu.



Hastanede bizi hiç yalnız bırakmayan sevgili  dostlarımızla kah sevinçli, kah üzüntülü paylaşımlarımız devam etti... En acısı, sevgili Çetin Fıratlı’yı bir anda kaybedişimiz oldu... Onu gözyaşlarıyla toprağa verdik ama hayat devam etti... 


🤣


Benim örmekte olduğum dantel tam 6 ay sonunda tamamlandı, sevgili terzim Türkan’ın elinde şekillendi ve neşe içinde giyebildim... O ilmeklerde, gözyaşı, korku, sevinç... Ne ararsanız var...


Hatta bu bitmeyen örme işi, Covit 19 günlerine de denk geldiği için, dantel ara sıra dezenfektan damlalarıyla bile ıslandı...



Ya, işte böyle dostlar. Bluz deyip geçmeyin...

Pazar, Eylül 13, 2020

Erik marmelatı

Hayatın anlamını sorgulamayı felsefecilere mi bıraksak? Yoksa ilahiyatçılara teslim olup bunları hiç düşünmesek mi? Boş çaba, ne yaparsan yap bu soruya ömrün boyunca cevap arar durursun, asla bulamayacağını bile bile...



Bu düşüncelerle boğuşurken, koskoca bir Pazar günü sana kalmıştır. Özgürlük, yalnızlık ne büyük lüks, değil mi? E, peki nasıl geçirilecek o koskoca gün? Kolayı var, önce bir yürüyüşe çıkmalı, hem de erken erken, çünkü sonra güneş yükseldiğinde yürümek şurda dursun, sıcaktan kolunu bile kıpırdatamazsın... 

Şu Covit var ya Covit 19. Bizi ne hallere düşürdü. Eğer içimizdeki korkular olmasa şu koskoca günde kiiimbilir neler yapabilirdik, ama pabuç pahalı... Korkuyorum, hem de çok korkuyorum. Diyelim ki o menhus hastalığa yakalandım, “eh n’apalım dünyada 1 milyon insan öldü, senin ayrıcalığın mı var?” Deme bana. Böyle kestirip atamıyorsun ki... “Ya aile efradına, eşine dostuna da geçerse?” Diye düşünüp, hemen vazgeçiyorsun arkadaşlarını arayıp “buluşalım” konuşmalarından.

İyi o zaman, hafif esinti de var, yürümeye devam et... 

A, komşunun erikleri nasıl davetkar, “kopar beni” diyor. Olmaz ki, belki daha sonra toplayacaklardır. Yok canım, ne toplaması, yerlere dökülmüş mor mor bir sürü erik...

Aslında kaç gündür aynı bahçenin önünden geçiyorum, in cin top oynuyordu ortalıkta, ev terkedilmiş gibi... 

-Covite mi yakalandılar yoksa? Sakın hastanede filan olmasınlar? 

-Olur mu yahu, duyardık öyle olsa, belli ki tatildeler. Ama bu güzelim erikler ne olacak peki? Dallardakilere dokunamam da, yere dökülmüş olanları toplasam mı acaba? Nasılsa çürüyecekler. Yazık değil mi? Ah, canım annem, ne muhteşemdi onun yaptığı erik marmelatı. Hiç üşenmezdi, bir bakarsın halamla birlikte, pazardan dönmüşler, ellerinde fileler, hemen mutfağa girip, kilolarca eriği yıkayıp ayıklarlar... 


-İyi de o zamanlar rondo filan da yoktu evlerimizde, nasıl rendeliyordu anneciğim onca eriği?

-Hiç dikkat etmemişim ki... O yıllarda başımızda kavak yelleri esiyordu, mutfağa girip de kim marmelat pişirecekti? 

Aslında bugünü haftalardır elimde sürünüp duran “Sodom ve Gomorra”ya ayırmıştım ama toprağı bol olsun, Marcel Proust’a ayıp olacak belki de, ilerleyemiyorum bir türlü. Okurken o kadar çok araştırma yapıp, yeni bilgi edinmem gerekiyor ki... Okuma keyfimi yitiriyorum, okuduklarım aklımdan siliniyor, yeniden başa dönüyorum... Sakın bana kızmayın, sadece şunu sorayım size, bir yerde şöyle diyor Proust:

“Fransızca kelimelerin kendileri de, Latinceyi ya da Saksoncayı yanlış telaffuz eden Galyalıların yaptığı birer dil yanlışıdır aslında; bizim lisanımız bir kaç başka dilin bozuk telaffuzundan başka bir şey değildir çünkü...” 

Bunu yazmasına neden olan şey ise hizmetçi kız Françoise’ınördürse” yerine “ördütse” kelimesini kullanması... Tabii hemen dipnot: 

Fransızca metinde Françoise’ın yanlışlıkla estoppeuse dediği, örücü anlamındaki stoppeuse, stopper fiilinden türemiştir ve bu fiilin de eski Fransızca’daki şekli, estoper’dir...

Yaa gördünüz değil mi sıkıntıyı? Hadi ben neyse, kitabı keyif için okuyorum da çevirmen Roza Hakmen neler yaşadı acaba çeviri sırasında? Sevgili İrem Kutluk’un da kulağını çınlatmasam olur mu hiç şimdi?

Neyse sıkıcı Pazar günü, erik toplama vesilesiyle birden çok renkli hale dönüştü, komşunun bahçesine sessizce süzüldüm, yerdeki erikleri toplayıp torbama doldurdum. Ne yalan söyleyeyim? Sanki her an birisi bağıracak, “N’apıyorsunuz orada? Siz kimsiniz? Bırakın o erikleri” diyecekti. Neyse ki demedi... Çıktım eve geldim, annemle geçirdiğim güzelim yılları düşünerek erikleri yıkadım, ayıkladım, rondodan bir çırpıda geçiriverdim. Tarif ise Nimet Ablamdan geldi:

-Tencereye püre haline getirdiğin erikleri koyarken, -bir bardak erik, ondan bir parmak eksik şeker- hesabına uy, karışım kısık ateşte kaynasın, kıvama gelince miktarına göre limon tuzu at, biraz da öyle pişsin, arada köpüklerini al, ooh marmelat oldu da bitti işte... Afiyet olsun.

Birazdan güzel bir çay demlerim, dondurucudan simitleri çıkarıp ısıtırım, yanında bir dilim beyaz peynir ve erik marmelatı... Bundan iyisi can sağlığı...

Biliyorum, canınız çekti değil mi? Haydi, “Covit Movit dinlemem”  diyorsanız, buyrun çay-simit-erik marmelatı keyfine...

Neden kimseden cevap gelmedi?

Uff amma sıkıcı gün... Yine çare, “Sodom ve Gomorra”da galiba... Nerede kalmıştım?


https://www.nytimes.com/2017/05/15/t-magazine/william-friedkin-marcel-proust.amp.html

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roza_Hakmen





Perşembe, Eylül 10, 2020

Amiralim incirler nerde?


Saatlerce direksiyon sallayıp, yorgun argın Bodrum’dan  Ankara’ya dönmüştük, bavulları indir, aç, eşyaları yerine koy, erzakı ayıkla, buzdolabına yerleştir... Alel usul yemek hazırla, sofrayı topla, bulaşıkları hallet derken saat oldu bilmem kaç... 

BBC’deki sevdiğim diziyi (hararetle size de tavsiye ederim, Peder Brown) izleyeyim derken uyuya kalmışım, seslendiler :

-Burada uyuyup kalırsın, haydi yatağa...

Ankara serin, camlar açık, dışarıdan gelen böcek sesleri ninni gibi, oooh, ne güzel, tam uykuya dalarken, telefonumun ışığı yandı, acaba mesaj mı geldi? Ya önemli bir şeyse?


-Habertürk, Teke TEK’te, Fatih Altaylı’da amiral (*) var, açın...

Uykulu uykulu dinleyeyim derken amiral o şahin (!) anlatımıyla, “adalar meselesini, Yunan tarafının haksızlığına sessiz kalışımızı, Lozan’dan kaynaklanan haklarımızı enayi gibi öne sürmeyişimizi, bunca yıldır topraklarını genişletip duran Yunanlılara bir nota bile vermemiş oluşumuzu” öyle bir anlattı ki uyku muyku kalmadı, gözlerim faltaşı gibi açıldı... O her zaman üst perdeden konuşup duran Fatih Altaylı bile amiralin karşısında güvercine (!) döndü...

E, uyku gidince aldı beni düşünceler:

-Ya bu gidişin sonu sıcak çatışmaya varırsa? 

Ve onlarca varsayımı kafamda evirip çevirir oldum...
Oraya dön, buraya dön, yastığı kabart, biraz su iç... 

I-ıh, uyku gitti, geri gelmez artık...

O anda kafamda yanan ampül:

-Kale’den aldığımız incirler nerde?
-Hiç görmedim, oradan aldığımız kurutulmuş sebzeleri, hatta nar ekşisini filan dolaplara yerleştirdim ama incir mincir yoktu ortada...
-Ya şimdi bırak inciri, ya sıcak çatışmaya girersek Yunanlılarla?
-Amaaaan, girelim be... Hadlerini bildirmek lazım, zaten yılsonunda uçak gemimiz bile filoya katılacakmış... Hem de yerli yapım...
-Bırak şimdi uçak gemisini, incirler nerde? 

Haydaaa, uyku kaçıp gitti bir kere... 

-E o zaman kalk ara bakalım incirleri...

Zaten uyku Kaf Dağının ardına saklandı... 

Kalkıp salona geçip, buzdolabının bütün raflarını, sebzeliklerini filan kurcalarsın, incir filan yok... Belki antrededir deyip, oradaki torbaları elden geçirirsin, yok incirler...

-Aaa, Bodrum’da bir türlü bulamadığım tokyoları buldum...

-Ne tokyosu yahu? İncirler yok... Arabaya mı baksam?

-Amanin elektrikler gitti, dur fener nerde? Ayyyy ayağımı vurdum, amaninnnn küçük parmağım kırıldı zahir, bu nasıl bir acı?

-Ah şu amiralin yüzünden herşey... İncirler nerdeeeee? İmdaaaat...

(*) http://beyazgazete.com/biyografi/ali-deniz-kutluk-3293.html

Çarşamba, Temmuz 29, 2020

KLİŞELER ÇÖZMEZ!!!



Sevgili dostlar, İstanbul Sözleşmesinden çıkılacağı, bu konuda geri adım atılacağı haberleri birbirini izlerken bir hareket başlatıldı, herkes birbirini siyah beyaz ve mümkünse eski resimler kullanarak “challenge”a davet ediyor... Beni de çağıran pek çok arkadaşım var, eksik olmasınlar,  fakat klişelerin sorunu çözmeyeceğini düşünüyorum... 

Bunlara bir de yenisi eklendi şimdi...  Beyefendiler, cehaletten ve bilmediğini bilmemekten, danışmamaktan kaynaklanan bütün başarısızlıklarına, antidemokratik, despot tutumlarına, adaleti, eşitliği  yerle bir eden yaklaşımlarına, artık çuvala sığmayan yolsuzluk, nepotizm mızraklarına, rağmen, yerlerinde kalabilmek uğruna herşeyi deniyorlar ya...

Şimdi de, çoktan “halının altına süpürülmüş” politikacılarla birer birer görüşüp, “İstanbul Sözleşmesini kaldıracağız” sözleri veriyorlarmış... 

-Neydi İstanbul sözleşmesi? (*)

11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açıldığı için 'İstanbul Sözleşmesi' ismiyle anılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin bir Avrupa Konseyi Sözleşmesiydi... Bunu ilk imzalayan ve onaylayan ülke, Türkiye olmuştu...

-E, ne oldu da şimdi geri adım atılıyor? 

-Efendim o sözleşmede aileyi bir arada tutmayı hedefleyen esasları zedeleyecek (!) bir takım hükümler varmış... LGBT’liler kastediliyor yani (eşcinsellerin haklarını koruyanlar)...

-Peki, İstanbul’a ihanet ettiniz, FETÖ sizi aldattı da!!! İstanbul Sözleşmesini de size zorla mı imzalattılar? Gazozunuza ilaç mı koydular yoksa?

Yalan, bütün söylemleri yalan... Tek amaçları var, Türkiye’yi geriye götürmek, özgürlükleri kısıtlamak, ifade serbestisini kaldırmak, kadınları eve kapatmak, kısaca Türkiye Cumhuriyetini bir ortaçağ kabilesine dönüştürmek, halkını ümmetleştirmek...

Bunu görmemek için kör olmak lazım... Sevgili kadınlar ve Cumhuriyetimizin paydaşı olan erkekler... Bu ortaçağ zihniyetine hep birlikte karşı çıkalım, “siyah beyaz, cici cici, hanım hanımcık resimler”  paylaşmakla bu işi çözemeyiz, siyasi partileri, üniversiteleri, sivil toplum örgütlerini, sendikaları, dernekleri, sanatçıları, gazetecileri, yazarları hep  birlikte hareket etmeye, bu gerici zihniyetle topyekün mücadeleye çağıralım... 

-ALOOOO NEREDESİNİZ HEPİNİZ? SES VERİNNN...

Salı, Temmuz 14, 2020

Adalet Ağaoğlu ve nostaljik tatil sofraları



Bence yazarları yazdıklarıyla değerlendirmeli... İşte Adalet Ağaoğlu... O Köşk ziyaretini, Başbakanlığa gidişini “yetmez ama evetçiler”arasında  (*) yer alışını ne kadar eleştirmiştik. “Ne diye Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının ekmeğine yağ sürüyor?” dedik durduk.

Dün aramızdan ayrıldığını duyunca aklımdan bunlar da geçti. 


Oysa gençliğimin en önemli yazarlarındandı o ve Füruzan... Nasıl unutabilirdim ki Ölmeye Yatmakı? Bir Düğün Gecesi’ni?


Ölmeye Yatmak’ta  Doçent Aysel’in ölüm kararını alması bir yana, geçmişini değerlendirip kendisini yargılaması o kadar etkilemişti ki beni... Onca yıl sonra, uzun süren monoton evliliğinin ardından Aysel aşkla başka birisiyle beraber oluyordu da “bakirenin kanaması” ile eş tutmuştu suçluluk duygusunu büyük yazar... Sadece kullandığı sözcüklere karşı çıkmıştım içimden... “Kanar mı? Sorusunun yanıtını verirken, Ayselkanar, hem de şorul şorul” diyordu... “Şorul şorul” bana çok kaba gelmişti, başka bir sözcük olmalıydı sanki...


Neyse işte,  “onca yılın emeğine o Başbakanlık ziyareti ile neden yazık etti?” diye düşünmüştük Adalet Ağaoğlu için.


Bugün de sofra hazırlıyordum tam, Ağaoğlu’nun  eskilerden  başka bir paylaşımı aklıma  geldi... Yazlığa gidişlerini anlatıyordu eşiyle birlikte... Evlerine vardıklarında hemen yumurta haşlar, domates biber sövüş ve belki biraz peynirle sofra hazırlarlarmış... “Ne çok severdik o soframızı” diyordu...


Bizde de durum bugün pek farklı değil... Dün gece geldik Ortakent’e, evden ufak tefek erzak getirmiştim, onlarla acele bir sofra hazırladım, domatesli bulgur pilavı, göçmen usulü sote çarliston, biraz yoğurt ve salata...

O anda radyoda Nesrin Sipahi’den güzel bir şarkı başlamasın mı? (Bir yandan da TV’de Kemal Kılıçdaroğlu konuşuyor ama sesini kısıyorum...)


Hemen eskiye gittim... Çocukluk gençlik yıllarımıza.


Ah, düşünüyorum da, ne fedakar kadınlardı annelerimiz... Diyelim ki  ailece küçük bir tatile çıkılmış, kendilerini sürekli arka planda tutup, bizleri mutlu etmek için didinip durmaz mıydı o becerikli anneler? 

Beş yıldızlı otellermiş, binbir çeşit yiyeceğin sunulduğu büfelermiş, hiçbiri yoktu yaşamımızda... Erdek’te mi ev tutulurdu bir aylığına? Konyaaltı’nda bir kampa mı gidilirdi ya da pansiyona? İşte tatil buydu... Bavullar hazırlanırken erzaktan bir kaç takviye yapılır, binbir  hevesle düşülürdü yola. 



Varan biraz pahalı gelirdi kalabalık aileye, o yüzden Kamil Koçtan alınırdı otobüs biletleri...


Hangimizin evine çarşıdan reçel girerdi ki? Konu komşudan alınan tariflerle çeşit çeşit  reçeller hazırlanır, sigara börekleri önceden sarılıp hazırlanmış olarak buzdolabında tutulur, beklenmedik bir konuk geldiğinde hemen çıtır çıtır kızartılıp sunulmaz mıydı çayın yanında? 


Adalet Ağaoğlu derken, ooo hayalimde nerelere uzanmışım...


“Ne güzel günlerdi” deyip bırakayım, sofrayı toplayıp Elif Şafak’ın son romanına (**) döneceğim... İntihal filan laflarına pek takılmadım da romanın “düzeltme”lerinin yetkin bir elden çıkmadığı düşüncesine saplandım... “Acaba İngilizce mi kaleme aldı?” Diye düşünüp duruyorum her sayfada... 


(*) https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/07/14/adalet-agaogluna-veda-bir-de-yumurta-yedim/

(**) https://www.amazon.com.tr/Dakika-Otuz-Sekiz-Saniye/dp/6050963096/ref=asc_df_6050963096/?tag=googleshoptr-21&linkCode=df0&hvadid=355076337726&hvpos=&hvnetw=g&hvrand=17499124002462957169&hvpone=&hvptwo=&hvqmt=&hvdev=c&hvdvcmdl=&hvlocint=&hvlocphy=9056737&hvtargid=pla-766696965049&psc=1

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...